secim-sandik_17_img_640_360

Selda Doğan – Ulusların Düşüşü veya Türkiye Nasıl Kurtulur

Selda doğan as

 

 

 

 

 

Why Nations Fail adıyla 2012 yılında MIT’de iktisat profesörü olan Daron Acemoğlu ve Harvard’da siyaset bilimi profesörü ve ekonomist olan James A. Robinson tarafından yazılan kitap 2013 yılının Aralık ayında Ulusların Düşüşü başlığıyla Türkçe’ye de kazandırıldı. Yine aynı ayda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da okunması önerilen bu kitap çok temel bir soruyu tartışıyor: “Neden bazı ülkeler zenginken bazıları yoksuldur?”

Güç, zenginlik ve yoksulluğun kökenlerini sorgulayan kitap, en başında örneğin Mısır’ın kişi başı milli gelirinin neden ABD’nin kişi başı milli gelirinin sadece %12’si olduğu sorusuna Tahrir meydanından kısa ve öz yanıtlar buluyor: “Yozlaşmış bir sistem, siyasal gücün dar bir çevrede yoğunlaşması, hükümetin yolsuzlukları, devlet başkanlarının aşırı büyük serveti, kamu hizmetlerinin yetersizliği, fırsat eşitsizliği, yetenek ve becerilerini kullanamadıkları bir toplum ve kötü eğitim.” Mısırlılar değişim istiyorlardı, çünkü bu sorunların temelinde siyasal nedenlerin olduğunu, karşılaştıkları tüm ekonomik engellerin aslında siyasal gücün dar bir kesim tarafından kullanılmasından kaynaklandığını düşünüyorlardı.

Uzun bir zaman diliminde her kıtadan zengin ve yoksul ülkeleri inceleyerek, Tahrir’de verilen yanıtları da kapsayan kuramlarını oluşturmuş Acemoğlu ve Robinson. Bu kurama göre zenginliği ve yoksulluğu belirleyen şey; coğrafya, kültür veya cehalet değil ülkenin ekonomik ve siyasal kurumlarıdır. Bu kurumların kapsayıcı olması zenginliği ve sömürücü olması ise mutlaka yoksulluğu beraberinde getirecektir.

Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar

Kapsayıcı siyasal kurumlara sahip ülkelerde siyaset toplumun geniş bir kesimini kapsar. Yurttaşlar demokrasinin işleyişinde söz sahibidir, temsilcilerini seçip değiştirme hakkına sahiptir. Politikacıların sahip oldukları güç üzerine sınırlamalar ve kontroller getirilmiştir ve en önemlisi, hukukun üstünlüğü vazgeçilmez bir kuraldır. Bu kapsayıcı siyasal kurumlar sayesinde mülkiyet hakları güvence altına alınır, yatırımlar teşvik edilir, piyasalarda kaynak dağıtımı daha iyi yapılır ve giriş bariyerleri bulunmaz, tüm yurttaşların iyi eğitim alması ve becerilerini geliştirmesi sağlanır, yeni teknolojilere yatırım yapılması desteklenir ve yaratıcı yıkımın gerçekleşmesine karşı korku duyulmaz. Böylece geniş siyasal hakların sonucunda kapsayıcı ekonomik kurumlar ortaya çıkar. Bu kapsayıcı kurumlar ülke zenginliğinin temelini oluşturur ve sürdürülebilir olmasını sağlar.

Kitabın yazarları, bahsettikleri kurumlara ilişkin geniş bir zaman diliminde birçok kıtadan örneklerle kuramlarını desteklemiştir, ancak bu yazıda ben yalnızca kısaca Türkiye’ye değinebileceğim.

Sömürücü siyasi kurumlar – dağdaki çobanla oyumuz eşit değil

Bundan birkaç yıl önce bir manken, ‘dağdaki çobanla benim oyum neden bir’ dediğinde çok büyük tepki toplamış ve kimse böyle safça söylenen bu gerçekliği kolayca kabul edememişti. Çünkü gelir durumu veya kimliğine bakılmaksızın her yurttaşın oyu eşitti, en azından öyle olmalıydı. Görünürde her bir oy eşit ve 1 sayılmasına rağmen pratikte aslında bazı oylar daha eşit.

Daha eşit oyların en net göründüğü yer 2002 seçimleriydi. 41,5 milyon seçmenden yaklaşık 33 milyonu oy kullanmış, bunların 31,5 milyonu geçerli olmuştu. Yeni kurulan AKP ise %34 oy oranı ile 10,8 milyon seçmenin oyunu almıştı. Buna karşılık, Avrupa’daki tüm ülkelerden (çoğunluğu %5) ve Rusya’dan (%7) dahi yüksek seçim barajı sayesinde parlamentonun %66’sını elde etmişti. Yani aslında oyu geçerli olan (31,5 milyon) neredeyse 21 milyon kişiyi temsil etme hakkı kazanmıştı. Buna göre, oy kullanmayan (8,5 milyon), oyu geçersiz olan (1,5 milyon) ve seçim barajı nedeniyle temsilcisini parlamentoya gönderemeyen (14,5 milyon) toplam 24,5 milyon seçmenin her birinin oyu 0, AKP’ye verilen 1 oy ise 1,94 oy kıymetindeydi. Aynı parlamentoda AKP dışında yalnızca CHP temsil ediliyordu ve CHP’ye verilen 1 oyun da değeri 1,67 oy idi. Benzer hesaplama ile bağımsızların ve MHP’nin de parlamentoya girebildiği 2007 seçimlerinde AKP’nin 1 oyu 1,32 oya denk gelirken CHP’ninki 0,97’ye düşmüştür. Geçerli oyun yalnızca %4,6’sının meclis dışında kaldığı 2011 seçimlerinde ise CHP’nin 0,97 oranı değişmezken AKP’nin oranı 1,22’ye gerilemiştir. Bu basit hesaplamanın ispatlayacağı ilk ve en önemli şey elbette bu ülkede siyasetin kapsayıcılığının ne derece düşük ve adaletsiz olması ile adaletsiz seçim engelinin, siyasal gücün egemen siyasal parti elinde toplanmasına olanak sağlamasıdır.

Sömürücü ekonomik kurumlar – “Tarih, kaderden ibaret değildir!”

1970’lerde kişi başı GSYİH açısından Türkiye’ye çok yakın olan Güney Kore, bugün kişi başı yaklaşık 30 bin dolar ile Türkiye’nin iki katından daha fazla GSYİH’ye sahip. Yakın zamanda Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) tarafından Güney Kore ve Türkiye’yi karşılaştırmalı inceleyen bir politika notu yayınlandı. Bu nota göre, 35 yıl kadar önce her iki ülkenin de kişi başı milli geliri ABD’nin %20’si düzeyindeyken bugün Güney Kore’de bu oranın %60’a çıkabilmesinin ve Türkiye’nin hala %25’te kalmasının nedenlerini ortaya koyuyor. Güney Kore ekonomik büyümenin yanında önemli teknolojik ilerleme de kaydetmiştir. Ar-Ge’ye ayırdığı pay %4 civarındayken Türkiye’nin %1’in altındadır. İhracattaki yüksek teknoloji payı %25’in üzerindeyken Türkiye’ninki %5 dahi değildir. Ortalama eğitim seviyesi (tamamlanmış ortalama eğitim yılı) Türkiye’de 7 yılken Güney Kore’de 12 yıldır. Kadınların işgücüne katılımı Güney Kore’de %80’in üzerindeyken Türkiye’de %30’u geçememiştir. Türkiye’nin, tasarruf oranları ve cari denge açısından da epey geride kaldığını görmek mümkün.

Aynı noktadan yola çıkan iki ülkeden birinin bugün her alanda büyük fark yaratması, yoksulluğun değiştirilemez bir olgu olmadığını kanıtlıyor. Bunun için kurumların düzgün çalışması, yeniliğe, teknolojiye ve eğitime yeterli önemin verilmesi gerekiyor.

Faiz lobisi ve vatan hainleri

2001 yılında yaşanan kriz, Kemal Derviş’in Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile bir yaratıcı yıkıma dönüştürülmüş ve bu krizden sonra yapılan ilk genel seçimlerde AKP, yıkımın siyasi bedelini ödeyen önceki iktidar partilerinin yerine siyasal gücü eline geçirmişti. Derviş programıyla Merkez Bankası, BDDK gibi önemli ekonomik kurumlarda düzenlemeler yapılınca, yatırımcılar için mülkiyet hakları güvence altına alınmıştı. Ancak ekonomik kurumlarda kapsayıcılığın sağlanamaması, ilk küresel krizde her şeyin tepe taklak olmasına yol açtı. Sürdürülebilir olmayan, yeni teknolojiler yerine iç talebe ve ithalata dayalı büyümesi ile Türkiye, yaşanan ilk küresel krizde en fazla etkilenen ülkelerden biri haline geldi.

2007 sonrası artan otoriterleşme eğilimi, ekonominin işleyişine de yansıdı. Acemoğlu ve Robinson’un sözünü ettiği yaratıcı yıkım korkusuna, bedel ödemeyi göze alamayan AKP de kapıldı. İleri teknoloji ve eğitime yatırım yaparak ve iç tasarruflarla daha düşük, ancak sürdürülebilir uzun vadeli büyüme yerine dış finansmana dayalı (cari açık vererek) ve aşırı değerli TL ile ekonomik mucizesinin temeli olan büyümeyi seçti. AKP şanslıydı, çünkü şimdiye kadar dünya piyasaları büyümenin finansmanını sağlayabiliyordu. Ancak dışarıda Amerikan Merkez Bankası FED’in 2013 Aralık ayı itibariyle varlık alımlarını azaltması Türkiye için tatlı büyümenin sonu demek, büyümeyi finanse etmek için eskisi kadar para gelmeyecek demek.

FED kararı ile 17 Aralık yolsuzluk operasyonları ve buna karşı siyasi müdahalelerin üst üste gelmesi sonucu TL, Dolar ve Euro’ya karşı önemli oranda değer kaybetti. Derviş programı ile amaç ve araç bağımsızlığını elde eden Merkez Bankası, en önemli silahı olan faizi, otoriter siyasi yapı nedeniyle kullanamıyor, faiz koridoru gibi yeni araçlar icat ediyor. Kullanırsa hükümet ‘faiz lobisi’ne karşı dik duramamış olacak (!) Bu yazıyı hazırladığım sırada, Merkez Bankası’nın ertesi gün acil PPK toplantısı yapacağı ve kararını gece 24.00’te açıklayacağı duyuruldu. 24.00’ün anlamını çözemiyorum ama faiz artışının bile artık kuru durdurmayacağı açıkça dile getiriliyorken, yine de zararın neresinden dönülürse kardır diye düşünüyorum.

Acemoğlu ve Robinson, mülkiyet haklarının korunmamasını, sömürücü ekonomik kurumların temel göstergelerinden biri olarak belirtmiştir. Yine son günlerde bu konuyla ilgili TÜSİAD Başkanı bir açıklama yapmış ve hukuk sistemine güven azalırsa yatırımın gelmeyeceğinden bahsetmiş, Başbakan da onu vatan haini ilan etmişti. TÜSİAD Başkanı’nın bahsettiği husus, tam da Acemoğlu ve Robinson’un kuramında yer verdiği mülkiyet haklarının güvence altına alınması meselesiydi. Sömürücü kurumlara sahip ülkelerde, iktidar gücüne karşı hareket ederseniz aniden vergi soruşturmasına tabi olabilir, tüm mal varlığınızı kaybedebilir veya kendinizi parmaklıklar ardında bulabilirsiniz. Gezi eylemlerinde polis zulmüne karşı “çapulculara” kapılarını açan Divan Oteli’nin sahibi Koç Grubu’na ait Tüpraş’a, Rekabet Kurumu tarafından Gezi eylemlerinden sonra açılan soruşturmada 1 yıllık brüt satışları üzerinden, hakim durumu kötüye kullanma cezası kesildi ve gerekçesi hala açıklanmadı. Bundan 5 yıl önce olsaydı, Başbakan’ın gizli hesapları olduğunu iddia ettiğinizde kendinizi Silivri’de bulabilirdiniz. Şimdi o işe paralel devlet bakıyor… Paralel değilseniz, 10 kez girdiğiniz yazılı meslek sınavını başarıyla geçmenize rağmen her seferinde mülakatta elenebilirsiniz, hatta başarılı bir staj dönemi geçirmenize rağmen mesai sonrası bira içtiğiniz için fişlenebilir ve mesleğe uygun görülmediğiniz için kabul edilmediğiniz söylenince 25 yaşında yaşamınıza son verebilirsiniz. Sahte belgeler, üretilmiş kanıtlar, gizli tanıklar ile müebbet alabilir, rüzgar değiştiğinde size de “ben yapmadım paralel yaptı” denilebilir.

Sömürücü kurumlara dayalı ekonominin ve siyasetin sonu

Sömürücü kurumların er veya geç varacağı nokta siyasal istikrarsızlık, askeri yönetimler veya farklı tipte diktatörlüklerdir. Bugün Türkiye’nin de yaşadığı bundan farklı değil. Ancak 1980 sonrasında Güney Kore’den negatif ayrışan Türkiye’nin tekrar yakınsaması da imkansız değil. Demografik fırsat penceresi açık Türkiye’nin orta gelir tuzağından kurtulması ve kapsayıcı kurumlara yönelmesi, yapacağı esaslı reformlarla mümkün. Osmanlı, matbaanın kullanılmasına 300 yıl sonra izin vermişti ve artık çok geçti. Bugün internet çağında, işe, reformlarda eğitimi öncüleyerek ve klasik eğitim modelleri yerine internet fırsatlarını da kullanan harmanlanmış eğitim modellerinden yararlanarak tüm yoksul ülkelere öncülük etmekle neden başlamasın?

*Selda Doğan,Marmara Ünv. Avrupa Birliği Enstitüsü Avrupa Birliği Ekonomisi,
sld.dogan@gmail.com