10 Ağustos 2014 günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda oyların %51,8 kadarını alan Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçimde anahtar kavramın katılım olduğu konusu üzerinde çok duruldu. %85-90 arası bir katılım oranının adayların hiçbirine %50’yi aşma olanağı vermeyeceği; katılım oranının %80’in altında kalması durumunda Erdoğan’ın mutlak çoğunluğu elde edebileceği hesaplandı. Muhalif seçmen bu konuda sürekli uyarıldı. Nitekim her şey öngörüldüğü gibi, ama olumsuz senaryo uyarınca cereyan etti.
Erdoğan, %90 katılıma sahne olmuş olan 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde partisinin aldığı oyu bu kez de çok az fazlasıyla aldı. 20 milyon oy, %90’lık katılımlı bir seçimde %43-45’e denk düşerken; aynı sayıda oy, katılım %75’in altına indiğinde %52’ye eşdeğer oldu. Katılım konusunda ısrar ederken, baştan beri anlatmak istenilen buydu.
%74’te kalan katılımın bu düzeyde gerçekleşmesinde, seçmenlere “sonuç zaten belli” algısı veren kamuoyu araştırma kuruluşlarının hatalı tahminlerinin de etkisi oldu. Öte yandan, seçimin Ağustos sıcağında ve tatil zamanı düzenlenmiş olmasının da katılım üzerinde olumsuz etki yaptı. Ayrıca çok sayıda CHP’li seçmen, bir türlü benimseyemediği “çatı adayı”na oy vermeye gitmedi. CHP ve MHP’nin toplam oyları, 30 Mart yerel seçimlerine kıyasla, 5 milyon eksildi. Yineleyelim ki, bunlardan bir kesimi ortak adaya ilişkin motivasyonu bulunmayan veya tatilini sürdüren, rahatını bozmayan CHP’lilerdi. Ancak daha yüksek sayıda bir kesim MHP’li de ya sandığa gitmedi ya da -özellikle Orta Anadolu ve Karadeniz’de- Erdoğan’a oy verdi. Bunda, Batı Anadolu ve Akdeniz’de CHP ile MHP seçmeni arasındaki geçişkenliğin kat kat fazlasının, Orta Anadolu ve Karadeniz’deki AKP ile MHP seçmeni arasında bulunduğunu göremeyen ve tabanına da söz geçiremeyen MHP üst yönetiminin olumsuz katkısı vardır.
Seçim kampanyası
Kampanyanın nasıl cereyan ettiğini biliyoruz. Eşitsiz koşullardan ve adaletsizlikten söz etmek yetersiz olur. Bu dönemi nitelemek için “hukuksuzluk” kavramını kullanmak daha uygun olur. Bir kez adaylardan biri ülkenin yürütme organının başındaki mevkiini terk etmedi. Devletin kendisine “o konum için” –hepimizin vergileriyle- sağladığı bütün olanakları tepe tepe kullandı. Devletin uçağına bindi, vergilerimizle yapılmış tesisleri “başbakan” olarak açmak için kamu araçlarıyla yolculuk yaptı; devletin olanak ve örgütlerini kullanarak mitingler düzenledi. Devlet olanaklarından yararlanması o kadar doğallıkla karşılandı ki, örneğin televizyonda gazetecilerle “aday kimliğiyle” konuşurken sağ yanında Türk bayrağının bulunması dahi yadırganmadı. Oysa bayrağın manevi getirisinden yararlanmaya hakkı yoktu; çünkü diğer iki aday böyle bir kamuoyu etkileme yöntemine hiç sahip olamadı.
Yine vergilerimizle finanse ettiğimiz TRT’nin, sıradan bir gününde Erdoğan’a 1 saat 48 dakika, İhsanoğlu’na 2 dakika 38 saniye (Erdoğan’ın 41’de biri), Demirtaş’a 8 saniye (Erdoğan’ın 810’da biri) kadar süre ayırdığını saptadık. Reklam gelirleriyle geçinen yazılı medya ise, neredeyse tamamen “resmi aday”ın arkasındaydı. Kamu kurumlarından, yılın ilk yarısında en fazla reklamı Sabah, daha sonra da Star alırken, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Posta en az üçüncü reklam alabilen gazete oldu. Yazıyı rakamlarla doldurmak gereksiz; ama benzer durum özel televizyonlar için de geçerli oldu.
Din duyguları daha önce hiç olmadığı kadar sömürüldü. Kimi din taciri Erdoğan’a oy vermenin İslam’ın gereği olduğunu öne sürecek ölçüde ileri gitti. Demagojinin uç noktaları zorlandı. O kadar ki, devletin tüm olanaklarını kullanıp her mikrofonu eline aldığında milletin yarısını aşağılayan Erdoğan, “devletin adamı değil de milletin adamı” gibi takdim edildi.
İnsanlar seçimden önceki günlerde sokaklarda gözlerini kaldırdıkları anda “milletin adamı” portresiyle karşılaşmaktan sıkıldılar. Her an, her duvarda eşimizden çok o adayı görür; her açık radyo ve televizyondan eşimizinkinden çok onun sesini duyar olduk. İşte bu kadar olanak seferber edilerek, seçmen bu kadar koşullandırılıp saptırılarak, kısaca bu kadar ölçüsüzce abanılarak %51,8’lik bir “milli irade” oranı elde edildi.
Bütün bu gerçeklerin ötesinde muhalefet adaylarının, özellikle de Ekmelettin İhsanoğlu’nun, bu süreçte etkileyici bir kampanya yoluyla desteklenmediği de kesinlikle belirtilmelidir.
Adaylar
Ekmelettin İhsanoğlu, yabancısı olduğu bir ortamda cesaretle girdiği bir sınavdan, elinden geleni yaparak, görece bir başarı ile çııkmıştır. Onu aday gösteren iki partinin, hele de MHP’nin kendisine yeterli desteği vermediği açıktır. Dürüst ve demokrat kimliği, çoğunluk tarafından bu kadar kısa bir sürede tanınıp benimsenmesine yetmedi. Ancak toplum, bir kişinin nasıl gerici olmadan muhafazakar olabileceğini görebildi.
İlk tur için her partinin kendi adayı, arkasında partisini mobilize ederek, toplamda Erdoğan’ın %50’yi aşmasını engelleyebilirdi. Ancak ikinci turda Tayyip Bey’in karşısında bulunacak aday büyük bir olasılıkla salt kendi partisinin oylarıyla yetinme durumunda kalacağından Çankaya yolu Erdoğan’a açılacaktı. Ortak aday fikrinin hedefi, olabilirse ikinci turda tüm muhalefetin üzerinde birleşebileceği bir aday aracılığıyla Erdoğan’a Çankaya’nın yolunu tıkamaktı. Bu yöntemin de riski, ortak adayın -profil olarak- hiçbir partinin idealine denk düşmediğinden, ilk turda partilileri mobilize edemeyerek geride kalma olasılığıydı. Bu risk gerçekleşti.
Selahattin Demirtaş’ı ise özellikle kutlamak gerek. Doğru şeyler söyledi ve söylemini partisinin etnik kimliğinden olabildiğince sıyırdı. Eğer Kürt siyasal hareketini Türkiye siyasetinin bütününe eklemlendirebilirse, bu, hem kendisinin başarısı hem de ülkenin kazancı olacaktır. Ayrıca, seçimin tek sol görünümlü adayı olarak, “endüstri sonrası” ve “çevreci” duyarlılıklara sahip genç ve kentli sol seçmenden oy aldı.
Kısa dönemde gelecek
Bu dönemi “yeni cumhurbaşkanı” açısından iki yönden incelemek yararlı olur. Öncelikle Erdoğan’ın, mazbatasını almadan bir gün önce AKP kongresini toplaması, “sözünden çıkmayan bir başbakan” ile çalışma niyetinin göstergesi ve bu yolda engel olarak gördüğü Abdullah Gül’ü tasfiye hamlesidir. Öte yandan, kesin seçim sonuçlarının YSK tarafından ilan edildiği anda partisi ile ilişkisinin kesilip milletvekilliğinin, dolayısıyla da başbakanlığının düşmesi bir anayasa hükmü olduğu belirtilen Erdoğan’ın, tüm bu mevkileri mazbata alacağı 28 Ağustos gününe değin koruma ısrarının bir hukuk bunalımına yol açacağı da şimdiden bellidir. Ne var ki bu, onun ne ilk anayasa ihlali olacaktır, ne de muhtemelen sonuncusu!
Diğer bir önemli konu, elde ettiği orandır. Bu oran, RTE açısından beklenenin epey altındadır, Balkondan söyledikleri, tavrının ve söyleminin asla değişmeyeceği yolunda ipuçları içeriyor. Bunun, “fıtratında” olduğu esasen biliniyor. Yine de, 3 adaylı bir seçimde %51,8’lik bir oy oranı ile “başkan babalık yolunda” istediği gibi at koşturamayacağının bilincinde olsa gerektir.
RTE’yi cumhurbaşkanlığına tırmandıran oran bir tür “Pirüs zaferi” simgeliyor. Kazandı, ama hem kendi, kem de partisi çok şey yitirecek. Etik anlayışla yan yana gelme olanağı bulamamış yandaşları bir yana; hepimiz onu, Çankaya’da da, “akşama kadar paraları sıfırla” diye fısıldayan yolsuzluk kokulu politikacı olarak görmeyi sürdüreceğiz. Umalım ki, ihtirası yetilerini çok fazla aşmış bu politikacı ülkeyi belirsiz bir geleceğe sürüklemesin. Esasen 90 yıllık Cumhuriyet döneminin topluma armağan ettiği demokratik birikim, ülkemizin her şeye karşın daha aydınlık günlere yöneleceğinin güvencesidir.