Akademik çevrelerde popülizmden ekonomiye birçok tema tartışılırken sık sık duyduğumuz bir kavram var: Prekarya. Şimdilerde yeni siyasi hareketler de bu kavrama sık sık vurgu yapıyor.
Prekaryayı nasıl tanımlasak diye sorduğumuzda karşımıza farklı tanımlar çıkıyor. Örneğin Chomsky’ye (2012) göre “prekarya” toplumun çevresindeki belirsiz bir varoluş içinde yaşayan insanlardır; geçtiğimiz ay içerisinde kaybettiğimiz Samir Amin (2003) ise prekaryayı nispeten düşük gelirli, geçici ve ayrımcılığa maruz kalma potansiyeli daha yüksek güvencesiz çalışan kentli işçiler olarak tanımlamıştı. Aslında Bourdieu’nün 1960’lardaki metinlerinden bu yana kadar “prekerlik” ekseni ve karakteri etrafında takip edilebilecek tartışmada Güney Amerika’daki marjinallerden, informel emekçilere, İngiltere’deki sosyal anlamda dışlanmış gruplara yönelik tartışmadan özellikle Japonya’da gözlemlenen “freeter” (serbest çalışanlar) komünitelerine kadar farklı grupların tecrübelerine bakmak mümkün.
Ancak bu tartışmalar içerisinde en çok “fırtına koparanı”, elbette prekaryayı “oluşmakta olan bir sınıf” olarak tanımlayan Guy Standing’in tanımı. Standing, 2013 yılında Eurozine’de yayınlanan makalesinde, prekaryayı farklı bir sosyoekonomik grup olarak tanımlayabileceğimizi söylüyor. Ona göre, bu sosyoekonomik grup tanımlamasıyla bir insan prekaryanın “içinde ya da dışında olabilir” ve Weber’ci bir bakış açısıyla bakıldığında bu, ideal tipte bir kullanımdır. Aynı yazıda Standing, prekaryanın kavramsal olarak nasıl ortaya çıktığını da basitçe precarious (tr.kırılgan) ve proletarya kavramlarının birleşimi üzerinden tanımlıyor. O da kendisine en sık yöneltilen “prekarya sınıf değil ki” yorumuna, “oluşmakta olan bir sınıf” şeklinde yanıtını veriyor.
Standing’in tanımına göre, prekaryadan bahsederken iş pazarı güvenliği, istihdam güvenliği, iş güvenliği ve çalışma güvenliği olmayan ya da bu konularda bir belirsizlik içerisinde olan; emek, istihdam, maaş ve kalite konusunda da esneklik ile tanımlanabilecek bir durum içerisinde olan bir sosyal gruptan bahsediyoruz. Peki kim bu prekerler? Prekarya, bir sosyal grup olsun ya da oluşma aşamasında bir sınıf olsun fark etmeksizin, üyeleri kimler?
Prekarya üzerine yapılan çalışmalara baktığınızda beyaz yakalılardan ev işi emekçilerine, gazetecilerden yazılımcılara, eğlence sektöründe güvenlikçi olarak çalışanlardan temizlik ve bakım taşeronlarına kadar çok sayıda grup üzerine yapılmış çalışmalara rastlıyorsunuz. Elbette bu 2010’lardan sonra “prekarya” etiketi altında gerçekleşiyor. 2000’lerde, informel emek alanında, özellikle kadın emeği üzerinde yapılan çok sayıda çalışmadan bahsetmek mümkün.
Dijitalleşme sürecinin prekarya üzerindeki hızlandırıcı etkileri
Dijitalleşme ile prekarya arasında da kesinlikle bir ilgi kurabiliyoruz. 2000’li yıllarla birlikte üretim araçlarının popüler deyişle demokratikleşmesi, bilişsel emeğe dayalı sektörlerde ofis kavramının ortadan kalkması ve “merkez dışında” üretim süreçlerinin ortaya çıkmasıyla; güvenceden yoksun, belirli bir ofis ortamında çalışmayan kişilerin sayısı ciddi ölçüde arttı. Türkiye’de de, başta medya endüstrisinde olmak üzere –ki, reklamcılık ve gazetecilik gibi örnekleri çok sık görülüyor- birçok alanda işverenler bu tür üretim rejimlerini önce “konforlu biçimler” olarak pazarladılar sonra da bu güvencesizlik üzerinden ciddi karlar elde etmeye başladılar.
Dijitalleşmenin yarattığı yeni çalışma ortamı ve biçiminin yeni bir sınıfın doğumunda hızlandırıcı faktörlerden biri olduğunu söylemek güç değil. Bugün, platform kapitalizminin geldiği son noktada, Slack ve benzeri ağlar üzerinden Bellamy’nin 7/24 kapitalizmi olarak adlandırdığı yeni bir döneme girdik. Doktora çalışmamda, özellikle dijital odaklı şirketlerde, fiziki mekan varsa da fiziki mekanın dışından çalışan kişilerin sayısının içeride çalışanlara oranda daha fazla olduğunu ve yine dijitalleşmenin ortaya çıkardığı tüketim trendlerinin de tam zamanlı çalışan sayısındaki erimede bir rolü olduğunu görmüştüm. Piyasadaki “politik çalkalanma” teknolojik bir çalkalanmayla tamamlanmış, ekonomik anlamda “yük” olarak görülen haber emekçileri olan muhabirler ve benzeri birçok çalışan grubu, medya sektörünün önce çeperlerine itilmiş, oradan da yavaşça serbest çalışanlığın sularına açılmışlardı.
Serbest çalışan olmakla prekerlik arasındaki en belirgin bağ, Türkiye’de özellikle bilişsel emeğe dayalı sektörlerde yazılı ve bağlayıcı sözleşmelerin olmaması. Bu, mevcut sendika mevzuatının tamamıyla “fiziki bir mekan olarak işyeri” ve tam zamanlı çalışma prensibi üzerine kurulu olması gibi nedenlere dayanıyor. İsveç türünden ülkelerde birer müteşebbis gibi hareket eden, şahsi şirket kuran, fatura kesen freelancer’lar Türkiye’de gazetecilik sektörü özelinde baktığımızda derin sorunlarla karşı karşıyalar. Yaptığım bir alan araştırmasında freelancer gazetecilerin çoğunun freelancer olduktan sonra “bir alt sınıfa düşme duygusu” yaşadıklarını söylemeleri beni başlangıçta çok şaşırtmıştı. Yaptığım niceliksel bir başka araştırmada, gelirlerde yaşanan dramatik düşüş ve başta gazeteciler olmak üzere bilişsel iş üreten grupların farklı alanlarda iş arama eğilimi bana “sınıf düşme” duygusu konusunda daha geniş bir fikir verdi.
Şu bir gerçek ki bilişsel sektörlerde çalışanlar, “sosyal varlıklarını” bir şekilde emeklerini “pazarlamak” için kullanıyorlar. Burada klasik “emeğini ücret karşılığı kiralama/satma” kavramının yerine “pazarlama” kavramını kullanmamın sebebi, prekerlerin kendilerini tam anlamıyla bir ürün olarak konumlayarak, İsveç’teki ideal modeldeki müteşebbisi “oynamak” zorunda kalmaları. Herkesin cebinde ucuza da olsa yaptırdığı kartviziti, iyi ya da kötü bir sitesi; posta kutusunda ise ödenmeyi bekleyen bol bol faturası var.
Elbette robot emeği ve yok olan işler parantezini de açmakta fayda var. Zira şu da bir gerçek ki, her ne kadar insan emeğinin robot emeğinden daha ucuz ve elverişli olduğu bir dönemden geçiyor olsak da, otomasyonun önümüzdeki yıllarda çok daha düşük maliyetli ve verimli bir yöntem olacağı öngörülüyor. Bu yüzden de Bill Gates ve daha birçok iş insanı robotlardan vergi alınması gerektiği konusunda fikir belirtiyorlar. Bunun bir şekilde çözüm olabileceğine ilişkin tartışma yapılması gerektiğini düşünenler var. Ancak, meslektaşım Dr. Arif Koşar ile Journo.com.tr için yaptığım söyleşide onun da belirttiği üzere, bizimkisi gibi ucuz emek pazarlarında robotlaşmadan çok daha önce dikkat etmemiz gereken meseleler var.
Çağın sosyopolitik gelişmelerinde prekaryanın yeri
Prekarya çalışmalarının, 2010’lu yıllarda böylesine popülerleşmesinin sebeplerinden biri de geleneksel anlamdaki sınıf siyasetinin yaşadığı temsili demokrasilerde “yer bulabilme” krizi diyebiliriz. ABD seçimlerinde Trump’ın topluma dair bir umudu ve hiçbir maddi varlığı olmayanların da desteğiyle iktidara gelmesi; karşı tarafta ise güçlenen Bernie Sanders ve onun demokratik sosyalizm hareketi gibi meseleler etrafında düşününce, prekarya çalışmalarına siyasi partilerin ve siyasi komünitelerin ilgi duyması çok da sürpriz değil.
Ancak ben, meseleyi farklı bir yönden ele almanın gerekli olduğu kanısındayım. Zira hızlı bir çözüm önerisiyle “siyasi partilerin sol popülizme yönelip bu kitleleri sağın elinden kurtarması lazım” diyerek yazıyı bitirmek; bana kalırsa hem kolaycılık, hem de prekaryanın doğasını pek de anlamayanların girişebileceği türde bir iş. Çünkü, Türkiye’de sol popülist söylem ne kadar kullanılırsa kullanılsın, sosyal yardıma dayalı politikalarla yoksul yoksulluğunu her geçen gün daha çok hissederse hissetsin, ölümü gösterip sıtmaya razı eden neoliberal politikalara göbekten bağlı yaşayan iktidar partisi bir tür “alternatifsizlik” haline geçiyor. Diyanet de dahil olmak üzere, bütçe aktarabileceği bütün kurumlarla toplumun en dibindekileri, başta işsizler ve ev kadınları olmak üzere kendine bağlamayı becerebiliyor.
Şöyle bir durumda prekaryanın ihtiyaçlarını, prekerleşme süreçlerini ve prekerlerin içlerinde bulundukları korkunç duruma dair reçetelerini ele aldığınızda karşınıza çıkan tek şey bugün AKP’nin meşruiyetini dayandırdığı sosyal yardımlar. Türkiye’de sosyal yardıma dayalı rejimin sürdürülebilirliğini sorgulamak mümkün; hele ki mevcut ekonomik verilere bakıldığında stagflasyon ortamında ortaya çıkabilecek durum, iktidarı “bitirmese de” zorlayacaktır. Bu bağlamda elbette sol popülist iletişim stratejilerinden faydalanılmalıdır. Ancak AKP’nin “evde zor tuttuğu” %50’yi ve onları bir arada tutan ekonomik faktörlerin çözünmesi halinde ortaya çıkacak “göçmen düşmanı ve kaotik ortamın” da yumuşak bir geçişle nasıl ekonomiye entegre bir grup haline getirilebileceği tartışma konusudur.
Türkiye’de gelen iktidar kim olursa olsun, prekerleşmenin en çok yaşandığı ve iş imkanlarının en çok şişip en hızlı patladığı hizmet sektörüne dayalı bir plan yapma lüksü yok. Eğer prekaryayı, sosyal bir sınıf olarak siyasetin parçası olarak göreceksek, elimizde iki seçim var. Siyaseten ya AKP’nin yaptığını yapıp bu gruba “ölümü gösterip sıtmaya razı edecek” ve onları bir tür geçmiş ve gelecek nostaljisinde yaşatacağız. Ya da sol popülizmin sınırlarını aşan ve güvenceli emek tartışmasını çocuk yaştaki eğitim sürecinden başlatan bir politik sistem oluşturarak, tüketim toplumundan uzaklaşacak, ekolojist ve mevcut toplum yapısı kökten dönüştürecek, toplumu “tersinden bir şok doktriniyle” neoliberalizmden koparıp, yeni tür bir rejime ortak edeceğiz. Prekerleşme ve prekerleşmiş kitlelerin “sersemlemiş hali”, bu durumu hem zorunlu kılıyor; hem de bugüne dek hep “neoliberal hükümetlerin” uyguladıkları şok doktrinlerini neoliberalizmin kendi krizini yaşadığı bu çağda sol için işlevli bir yöntem olarak önümüze koyuyor.
Referanslar
Amin, S. (2013). The Implosion of Contemporary Capitalism. New York: Monthly Review Press.
Chomsky, Noam (2012). Occupy. Penguin.
Standing, G. (2015). Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf, Çev. E. Bulut, İstanbul: İletişim Yayınları.
Kimdir?
Doç. Dr. Sarphan Uzunoğlu, UiT Norveç Arktik Üniversitesi Medya ve Dökümantasyon Bölümü öğretim üyesidir. UiT’teki görevinden önce, Kadir Has Üniversitesinde Öğretim Görevlisi Dr. olarak çalışmış olan Uzunoğlu, doktora derecesini Galatasaray Üniversitesi Medya ve İletişim Çalışmaları Programı’ndan gazeteci emeğinin prekerleşmesi konulu teziyle kazanmıştır. Geçmişte Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Sırrı Süreyya Önder’in vekil danışmanı olarak da çalışmış olan Uzunoğlu, bir podcast ağı olan Medyapod’un ve gazetecilik platformu Journo.com.tr’nin kurucularındandır. Uzunoğlu’nun yazıları düzenli olarak Platform24.org’da yayınlanmaktadır.
*Sarphan UZUNOĞLU
Doç.Dr.,
Medya ve İletişim Çalışmaları,
sarphanuzunoglu@gmail.com