Sandra KOSTNER – Siyasallaşmış Kimlikler Yerine Kimlik Özgürlüğü

Sandra KOSTNER, PH Schwäbisch Gmünd’de “Kültürlerarasılık ve Entegrasyon” yüksek lisans programının yöneticisi. “Impulse” adlı tartışma dizisinin editörlerinden. 2019 yılında Identitätslinke Läuterungsagenda adlı kitabı yayınlandı.

Özgürlükçü bir kültür, insanların kendi kimliklerini seçmekte özgür oldukları anlamına gelir. Elbette buna kültürel ve dinsel kimlikler de dâhildir. Burada önemli olan, insanların bu seçimi yapmakta gerçekten özgür olmaları ve herkesin kendi kişisel kimliklerini toplumsal düzeyde ortak bir yurttaşlık kimliğine tâbi kılmaya istekli olmalarıdır.

Son yıllarda çok az sosyo-politik konu kimlikler kadar hararetle tartışılmıştır. Tartışmanın şiddeti, konunun kişisel kimliklerle değil, siyasallaşmış kolektif kimliklerle ilgili olmasından kaynaklanmaktadır. Etnik, kültürel ya da dinsel özelliklerden türetilen kolektif kimliklerin, uzun zamandır, sadece sağcı siyasal tarafta değil aynı zamanda, artık siyasal solun giderek artan bir bölümünde de baskın bir rol oynaması dikkat çekicidir.

Solun bu kesimi (bundan böyle kimlikçi sol olarak anılacaktır), başta etnik, kültürel ve dinsel azınlıklar olmak üzere sağcılar tarafından değersizleştirilen kimlik grupları için adaleti tesis etmeyi kendisine hedef olarak belirlemiştir. Bununla ilgili sorun, onların da insanları kayırmayı ya da dezavantajlı duruma düşürmeyi haklı göstermek için başvurduğu özelliklere katı bir şekilde saplanıp kalmalarıdır. Dolayısıyla kimlikçi solcular, insanları sağın inşa ettiği kimlik hapishanelerinden kurtarmaz, -metafora sadık kalarak- sadece hücreleri yeniden düzenler.

Somut olarak söylemek gerekirse sağcılar, etno-kültürel çoğunluğu daha iyi donanımlı hücrelere, etno-kültürel azınlıkları ise daha kötü donanımlı hücrelere kapatıyor. Kimlikçi solcular ise etno-kültürel bir çoğunluk ya da azınlık özelliğine dayanarak insanlara bir suçlu ya da mağdur kimliği dayatıyor. Böylece çoğunluk ve azınlıklar arasında eğitim başarısı, işgücü piyasasına giriş ya da siyasal katılım açısından istatistiksel olarak ortaya çıkan farklardan çoğunluğun üyelerini sorumlu tutarak onları, suçluluk hücresine kapatıyorlar. Azınlık mensupları ise toplu şekilde ırksal olarak yapılandırılmış çoğunluk toplumunun kurbanları olarak görüldüğünden, bir kurban hücresine kapatılıyor.

Kimlikçi solcular, tüm suçlu kimlik taşıyıcılarına mağdur kimlik taşıyıcılarının taleplerine uyma görevi verir. Mağdur kimlik taşıyıcılarının görevi, suçlu kimlik taşıyıcılarından bu tür taleplerde bulunmaktır. Çoğunluk toplumuna en sık yöneltilen talepler şunlardır: göçmenlerin köken kültürlerini takdir edin ve mümkünse onlardan herhangi bir entegrasyon talebinde bulunmayın, özellikle de kültürel kimliklerinin özü olan değer ve normlarla ilgili taleplerde bulunmayın, artık entegre olması gerekenler yeni gelenler değil eski sakinlerdir.

Bu talepler, Frankfurtlu sosyolog Karl-Otto Hondrich’in vurgulayıcı bir şekilde sosyo-ahlaksal temel yasalar olarak tanımladığı, toplumsal ilişkilerin temel kurallarını ihlâl etmektedir. Özellikle “kendinden olanı tercih etme” şeklindeki sosyo-ahlaksal temel yasa, adeta ters yüz edilmektedir. Dahası, sosyo-ahlaksal temel yasalardan bir diğeri olan “karşılıklılık” da göz ardı edilmektedir.

Göçmenlere her şeyden önce kültürel-dinsel azınlık statüsü temelinde hak talep eden, göçmen olmayan çoğunluğa ise talep edilen hakları karşılamakla yükümlü olan muamelesi yapan her kim olursa olsun, karşılıklılık ilkesini ihlâl etmekte ve böylece nüfusun içine güçlü bir çomak sokmaktadır. Çoğunluğa, kendi kültürel değer ve normlarının göçmen azınlıklarınkinden daha az korunmaya değer olduğunu söyleyenler, kendi kültürel değer ve normlarını tercih etme şeklindeki sosyo-ahlaksal temel yasayı ihlal etmiş olur. Bu şekilde, çoğunluk nüfusta göçün ve göçle bağlantılı kültürel çeşitliliğin reddedilmesi teşvik edilir. Sonuçta, göçmen azınlıklara uyum sağlaması istenen çoğunluk neden göçü hoş karşılasın ki?

Adil bir göç toplumunun kimlikçi-sol modeli, yalnızca insanları özellik taşıyıcılarına indirgediği ve kişiler arası ilişkileri zehirlediği için değil, aynı zamanda gerçekliğin muazzam karmaşıklığını dikkate almadığı için de sorunludur.

Bu nedenle, temel sosyo-ahlaksal yasaları ihlâl etmeyen ve aynı zamanda sosyal entegrasyon ve kültürel kimlik ihtiyaçlarını uzlaştıran alternatif modellere ihtiyaç vardır. Aşağıda önerilen model, bireye odaklanarak insanların özgürlüklerine mümkün olduğunca az müdahale edecek şekilde tasarlanmıştır. Modelin desteklendiği temel ilke “siyasallaşmış kolektif kimlikler yerine bireysel kimlik özgürlüğü”dür.

İlk olarak şu soru üzerine biraz düşünelim. Sosyal entegrasyon ve kültürel kimlikler arasındaki etkileşimler nelerdir? Başarılı bir sosyal entegrasyon, katılım için eşit fırsatlarla yakından bağlantılıdır. Göçmenlerin eğitim, iş ve barınma gibi merkezi sosyal kaynaklara erişimlerinde ayrımcılığa uğramaları, kendi kültürel topluluklarına geri çekilmelerini teşvik eder ve bu da genellikle ev sahibi toplumdan duygusal olarak uzaklaşmayla el ele gider. Bu durum, reddedilmeyi telâfi etmek için genellikle ev sahibi toplumun kültüründen daha üstün olduğu söylenerek yüceltilen, kişinin kendi kültürel kimliğine dönüşüyle ilişkilidir. Ev sahibi toplumun geniş kesimleri ise durumu, kültürel kimliklerinin değersizleştirilmesi olarak görür ve buna göre tepki gösterir.

Bu karşılıklı kültürel reddediş, bütün toplumun uyumu üzerinde olumsuz bir etkiye sahiptir. Bu etki, kimliksel nişlere çekilen göçmen nüfus arttıkça daha da artar. Buna ek olarak özellikle ev sahibi toplum ile büyük göçmen toplulukları arasındaki değerler farkı belirgin olduğunda, geri çekilme olasılığı artar. Çünkü bu durumda göçmenler, ev sahibi toplumun, sosyalleştikleri ve kültürel kimliklerinin bir parçası olarak gördükleri değer ve normlara olumsuz tepki verdiğini deneyimler. Ev sahibi toplum ise köken kültürün bu değerlerine bağlılığını rahatsız edici, hatta bazen bir hakaret olarak görür.

Siyasallaşmış kolektif kimlikler aracılığıyla değer çatışmaları

Kültürel kimliklerin siyasallaşması, sosyal entegrasyon üzerinde özellikle zarar verici bir etkiye sahiptir. Recep Tayyip Erdoğan’ın, iktidar stratejisi gereği etno-milliyetçi İslamcı gündemine destek olan tabanını genişletmek için, Avrupa’daki Türk kökenli toplulukları kimlikçi bir politika yardımıyla kendisine bağlama stratejisi buna bir örnektir. Fikirleri liberal anayasal devletimizin değerleriyle açıkça çeliştiğinden, Türk kökenli insanlar arasında onun hedeflerine uygun siyasallaşmış bir kolektif kimlik son derece sorunludur. Ayrıca ev sahibi toplumun, bir çatışma durumunda Almanya’da kalıcı olarak yaşayan herkesin Alman devletine sadık kalacağına dair güvenini de sarsmaktadır. Dahası Erdoğan’ın kimlikçi önerisi, Türkiye kökenli nüfusu da neredeyse uzlaşmaz destekçiler ve karşıtlar olarak ikiye bölmektedir.

Bu nedenle her şeyden önce kültürel ve dinsel kolektif kimlikler, değer çatışmalarıyla bağlantılı oldukları ve siyasallaştıklarında sorunludur. Entegrasyon politikası, bu kolektif kimlikleri desteklememelidir. Aksine, Leipzigli anayasa hukuku uzmanı Arnd Uhle’nin bir süre önce Frankfurter Allgemeine Zeitung’da ifade ettiği gibi, anayasanın değerlerine yönelik “özgürlük odaklı rızanın yeniden üretilmesi” için çalışmalıdır. Bu formülasyon, liberal anayasal yönetimin karşı karşıya olduğu zorlukları mükemmel bir şekilde özetler. Liberal anayasal devlet, hiç kimseye kendi değer ve normlarını benimseme yükümlülüğü getiremez. Sadece kendi değerler sisteminden türetilen yasaları ihlâl edenlere yaptırım uygulayabilir. Öte yandan, nüfusun ezici çoğunluğunun, varlığını sürdürmesinin bağlı olduğu liberal kültürü desteklemesi sağlanmalıdır. Bu nedenle örneğin, liberal kültürün yabancı olduğu ve bu kültürün temel değerlerini içselleştirmeye sadece şartlı olarak hazır olan çok sayıda göçmeni kabul ederek onu destekleyen liberal kültürün zayıflamaması sağlanabilir. Bu, örneğin kadınların ve kız çocuklarının kişiliklerini özgürce geliştirme hakkı bakımından, kültürel gelenekler yerine bireysel özgürlük haklarına öncelik verilmesini içerir. Bu aynı zamanda, şeriat gibi dinsel değer sistemleri karşısında anayasaya öncelik verilmesini de içerir.

Son olarak, özgür değerler düzenimizde “rızanın özgürlüğe dayalı olarak yeniden üretilmesinin” nasıl sağlanabileceğine dair birkaç düşünce paylaşmak istiyorum. Devlet, özellikle eğitim kurumlarında ve aynı zamanda entegrasyon programları çerçevesinde kendi değerlerini kararlı bir şekilde teşvik etmelidir. Değerlerinin ihlâl edilmesini basitçe kabul etmemeli ve kesinlikle bu değerleri paylaşmayan dernekleri mali olarak destekleyerek ya da tartışma formatları yoluyla onları yükselterek ödüllendirmemelidir. Burada özellikle İslamcı bir gündemi takip eden dernekler dikkate alınmalıdır.

Devletin desteklemesi gereken tek kolektif kimlik, yurttaşlık kimliğidir. Başka bir deyişle, yurttaşların özgür değerler düzeninin devamı için sorumluluk paylaştıklarının bilincine dayanan bir kimlik. Öte yandan etnik, kültürel ya da dinsel kolektif kimlikler desteklenmemelidir, zira bu her zaman toplumun parçalanması anlamına gelir. Dahası, bu tür kolektif kimliklerin teşvik edilmesi, insanların birbirlerini bireyler olarak değil, kültür ya da din taşıyıcıları olarak algılamaları riskini taşır ki bu da aynı zamanda yurttaşlık kimliğinin altını oyar.

Liberal bir kültür, insanların kimliklerini seçmekte özgür oldukları anlamına gelir. Elbette buna kültürel ve dinsel kimlikler de dâhildir. Burada önemli olan iki nokta vardır: birincisi, insanların bu seçimi yapmakta gerçekten özgür olmaları, ikincisi ise herkesin kendi kişisel kimliklerini toplumsal düzeyde ortak bir yurttaşlık kimliğine tabi kılmaya istekli olmalarıdır.

Çeviri Tamer İlbuğa