babur

A. Babür ATİLA – Repubblica

Yalnız adam

“Evet Babür”dedi.

“Artık sokakta elime bir simit alıp rahatça yürüyemiyorum bile…”

Ülkemizin yüz akı, tiyatro sanatçısı, komedyen bir dostun yıllar öncesinde bir gece beni evime bırakırken arabada sohbet ettiğimiz esnada söylediği bu cümle beni derinden etkilemiştir.

Sahneye ilk çıkmaya başladıkları dönemde, tiyatrodaki arkadaşlarıyla oyun sonrası İstiklal Caddesi’nde arzı-ı endam ederken kimsenin kendilerinin farkında bile olmadığını, bir süre sonra yolun karşısından gelenlerin arasından tanır gibi suratlarına bakanların olduğunu, daha sonrasında insanların yanlarındakine dirsek atarak “bak bunlar ….. değil mi?” diye mırıldandıklarını, bugün ise artık rahatça bir adım bile atamaz hale geldiklerini dinlemiştim.

Sokağa çıkıp özgürce tek bir adım bile atamamak. Ne kadar zor ne kadar anlaşılmaz bir şey değil mi bizim gibi sade insanlar için…

Sanatçının yoğun ilgiden dolayı sokağa çıkamaz olmasını biraz anlayabiliriz sanırım. Sarılanı, öpeni, “ağabey o gün sahnede o espriyi nasıl da güzel yapmıştın” diyeni, yanında çırak olarak çalışmak isteyeni, “masamıza buyur, bi kadeh rakımızı iç” diyeni, eşine, çocuğuna göstermek için bir selfi çektirmeye geleni… Her birinin yüzüne gülümsemek zorunda kalmalarını, çok bunalınca da sessizce“lanet olsun şu içimdeki insan sevgisine” demelerini…

Evet onları anlayabiliriz… Ancak; işledikleri günahlardan, yedikleri haklardan, konumlarının sağladığı dokunulamazlığın arkasına saklanarak uyguladıkları adaletsizliklerden dolayı bilinçaltlarında biriken “hesap bir gün sorulacak” korkusundan dolayı etraflarını saran koruma duvarlarının üstünden başlarını uzatıp dünyadaki yaşama bakamayanlar da vardır…

Kimler mi? Tabii ki onlar, o bir avuç azınlık… Genel Başkanlık makamlarının bazı mümtaz şahsiyetleri…

Yıllarca sırça köşklerde oturup “halkın adamıyım, milletin hizmetkarıyım” diyerek caka satarlar. Ama, ancak sıradan ve sade insanların ödediği vergilerle istihdam edilen, Ahmet Kaya’nın dediği gibi ucuna “Yasal mermisi” sürülü silahlarla etten duvar ören güvenlik görevlilerinin sırtına bakarak yaşarlar…Kendilerini o etten duvarın arkasına hapsederler… Sokağa yalnız çıkmaya yürekleri elvermez, her yerden bir saldırı gelecek diye ürkerler…

Ama, kürsünün arkasına geçip mikrofonu elleri ile kavradıklarında, göz hizalarının iki metre altında dizilen, çeşitli araçlara doluşturulup meydanlara taşınmış kitlenin karşısında yelelerini savuran bir aslan gibi kükrerler yedi düvele…

Dünyayı çok iyi tanıdıkları söyler, dünyanın her memleketine gitmiş olmakla övünürler. Ancak, protokolden karşılanıp protokolden yolcu edilmeyi seyahat zannederler.

Yurt dışında pasaport polisinin karşısına çıkmanın ne demek olduğundan da haberleri yoktur vize alabilmenin ne anlam ifade ettiğinden de. Ama kapısından içeriye girebilmek için saatlerce beklenen ülkelerin bizi çok kıskandığını söylemekten kaçınmazlar. Hayatında pasaport alma ihtiyacı duymamış, tek gördüğü memleket bu topraklar olan ama lafa gelince “dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey olmaz” diye ahkam kesen kitlenin öfkesini köpürtmekte ustadırlar. Köpüren köpük protesto için sokağa döktükleri Coca Cola’nın gazından hallicedir.

Havaalanı çıkışında bekleyen taksileri, direkt hatla doğrudan şehir merkezlerine geçen trenleri görmemişlerdir bile. Peşlerinden getirdikleri tüm şürekayla yerleştikleri ultra lüks otelin kral dairesinden çıktıklarında, yine binerler kendi memleketlerinde alışık oldukları konforun aynını sunan simsiyah kocaman arabaya.

Kimseler tarafından tanımadıkları o şehirlerin sokaklarında da tek başlarına dolaşmaya çıkamazlar. Ne bir sokak pastanesi görmüşlükleri vardır, mönüsünden keyifle pasta sipariş edebilecekleri; ne de bir kitapçıya girmişlikleri, tek başlarına kitap kokusu soluyabildikleri.

Kedilerle dolu sokakta yemlenen bir serçe kadar cesaret kalmamıştır kalplerinde. “Yüreği taş bağlayanın, vicdanı kuruyanın esas yitirdiği şey cesarettir” diye söyler geçmiş zaman bilgeleri.

Korkaklaşırlar…Yaşamın aktığı o sokaklara yalnız çıkmak zorunda kaldıklarında ise biterler…Oyunun da kuralı budur zaten.

Metro istasyonu

Büyük, kozmopolit şehirlerin olmazsa olmazıdır metrolar; şehrin insanlarını taşır. Sadece onları mı? O şehre gelen yabancıları da alıp götürür bir yerlere… Yer altına kurulan kendine has yaşamı ile metrosuna bir iki kez binersen hemen kaynaşıverirsin o şehrin gerçeğiyle… Ya da kim bilir benim gibi kendi memleketimin gerçeğiyle…

Covid 19 sebebiyle eve kapanmanın olumlu yanlarından biri de evdeki arşivleri, kitapları, CD’leri, plakları, DVD’leri yeniden gözden geçirme imkanı bulmak oldu. Bu sayede, yıllar öncesinden kalma soluk bir telefon defterini karıştırırken eski bir arkadaşın ismini görüp, yaşadığımız anılarımızı hatırlayınca sosyal medya ortamlarında kendisini yeniden bulup irtibata geçtiğim oldu.

Eski mektupları buldum, okudum. Hayatın hangi dönemeçlerinden geçerek bugünlere geldiğimi hatırlatan…

Bu arada 25 yıldır çektiğim fotoğrafları da tarama fırsatı buldum. Binlerce fotoğrafın arasında gezindim durdum. Sağ olsun whatsapp sayesinde, eski fotoğraflardan beğendiklerimi sahiplerine gecenin özellikle geç saatlerinde gönderdim ki, sabah uyandıklarında günleri güzel başlasın.

Bu yazıma koyduğum fotoğrafı da 2012 yılında yaptığım bir İtalya seyahati sırasında Roma’nın La Repubblica metro istasyonunda çekmişim. Yıllar sonra arşivimi karıştırırken ortaya çıktı. Bilmeden, farkında olmadan ülkemin halini pozlamışım.

Şahsım

Batı dillerinde cumhuriyet kelimesinin kökeni olan Latince “respublica” sözcüğü “république-republic-repubblica” şeklinde ifade edilir. Latince “res” “şey”, “publica” da “kamu, halk, topluluk” demektir. Dolayısıyla Respublica, yani Cumhuriyet “şahsa ait olmayan, kamuya ait olan” anlamına gelir.

Cumhuriyet olabilmenin en önemli özelliği ise denetlenebilir olmasıdır. Kamu adına yürütme görevi yapanların her faaliyetinin özgür ve bağımsız kurumlarca denetlenebilir olması esastır. Hesabını Allah’a veya seçimden seçime millete vermekle yetinen bir yönetim biçimi aynen fotoğraftaki “4 koltuğu boş Cumhuriyet istasyonu”na benzer. Demokrasi tramvayından icabı gelince inip yola devam edenlerin durağına…

O durakta sizi sadece 4 boş koltuk karşılar. Cumhuriyet kavramı ise duvarda iğreti bir süs gibi asılı durur.

Halbuki demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yaşama geçirildiği Cumhuriyetlerin 4 koltuğu da doludur. Hem de dopdolu…

Koltuğun ilkinde “Yasama” oturur; temsil ettiği vatandaşlarının haklarını, taleplerini dile getirmek, takip etmek, sonuçlandırmak için.

İkinci koltukta ise “Yürütme” oturur. Görevi devletin topladığı vergileri ve diğer kamu kaynaklarını, yine kamunun çıkarları için kullanmaktır. İktisadi ve beşeri açıdan ülkenin kalkınmasını gözetmek, öğrencinin çağdaş ve bilimsel eğitime ücretsiz olarak ulaşmasını sağlamak, fırsat eşitliğinin önündeki engelleri temizlemek, sağlık hizmetlerinin ülke topraklarının her köşesinde en iyi koşullarda verilmesini sağlamak, güvenlik politikalarını ülkenin barış ortamında kalmasını sağlayacak şekilde oluşturmak, polisiye tedbirleri -her bir bireyin canının ve malının güvencesinin sağlanması olarak algılayıp- uygulatmak, “Adalet” denen kavramı tek kutsal olarak görüp tüm vatandaşlarına uygulamak. Bütün bunlar yerine getirildiğinde, dış politikada başarı kendiliğinden gelir. Vatandaşının korkudan uzak, içten, samimi duygularla saygı duyduğu devlete başka devletler de saygı duyar. Yürütmenin bütün bunları becerebilmesinin yegane yöntemi ise yalan söylememektir. Gerisi peynir gemisine mazot…

Üçüncü koltukta ise “Yargı” oturur. Başı dik olarak kamu adına görev yapar. Ülke dahilinde adaletin sağlanması, hukukun tartışılmaz bir şekilde üstün kılınması için çalışır. Tabir caizse ülkenin kaynaklarını soyanlara, vatandaşın canına malına kastedenlere, fırsat eşitliğinin önüne geçenlere, halkın hakkına, hukukuna, çocuğuna, kadınına tecavüz edenlere karşı hukukun üstünlüğünü gösterir. Doğru yoldan sapan siyasetçinin vereceği hesabı Allah’a havale etmesinin karşısında durur.

Dördüncü koltuk basının yani medyanındır. Halkın haber alma özgürlüğünün güvencesi O’dur. Doğru haberi araştırıp bulmak, yalanları ortaya çıkartmak onun görevidir. Bu görevi kamu adına yapar.

Ama;

Şahsımın cumhuriyetinde o koltuklar boştur.

Şahsımın ülkesinde cumhura yer yoktur.

Cumhur sadece demokrasilerde varlık bulur.

Günü geldiğinde, bu ülkenin güzel yüzlü, iyi, dürüst, çalışkan ve yurtsever insanları kendi çağdaş demokrasilerini inşa edeceklerdir. O koltuklar tek başına sokağa çıkabilme cesaretine sahip olanlar tarafından doldurulacaktır. Hiçbir koltuk sonsuza kadar boş kalmaz.

Ve Demokrasi Metro’su Cumhuriyet İstasyonu’ndan her geçtiğinde o koltuklarda oturanları selametle alıp yerine yenilerini bırakarak yoluna devam edecektir.

*A. Babür ATİLA
Eski SODEV Başkanı
batila@superonline.com