A single chair reflecting on a water surface on a stormy day

Rebia DİRİM – Psikanaliz Perspektifinde Travma ve Doğal Afetlerin Toplumsal Boyutu

Rebia DİRİM
Psikiyatrik Sosyal Çalışmacı
rebiadirim@gmail.com

Öznenin, kendi direnme gücünün ötesinde, dışarıdan aldığı şiddetli bir sarsıntı ya da zorlanma, “travma” adını verdiğimiz deneyimi oluşturur.

Orijinini Yunancadan alan kavram, yara, incinme, hasar anlamına gelmektedir. Tıp açısından

farklı türlerini hem zihinsel hem bedensel olarak birbirinden ayırmanın yanı sıra travma, psikolojik olarak da kabul görmüştür.

Psikanaliz, başlangıcından bu yana “travma” kavramını hep önemli bir değişken olarak ele almıştır. Freud’un çalışmalarında ve kuramını geliştirme süreçlerinde, özellikle çocukluk çağlarından itibaren söz konusu olan gerçek baştan çıkarma ve istismarı dikkate alarak öne sürdüğü düşünceler, dürtülerin varlığına, çocuksu cinselliğe ve nihayet “Oedipus kompleksine” kadar ilerleme kaydetmiş ve “düşlem”in kuramsal önemiyle sonuçlanan bir modelin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Yukarıda adı geçen dürtü, arzu gibi çatışma yaratıcı kavramların hepsi aslında psikanaliz açısından “iç gerçeklik” adı verilen, insanın iç dünyasına ilişkin temsilleri kapsar. Oysa istek ve çatışmaların iç gerçekliğe dokunduğu, dürtüleri harekete geçirdiği “dış gerçeklik” adını verdiğimiz bir de dış dünya vardır. Bu bağlamda travma, S. Erlich’in cümleleriyle söyleyecek olursak ‘’…dış dünyanın ve aktüel gerçekliğin dayatmasını temsil eder.’’ Böyle bir dayatmanın bireyin var oluşuna yönelik olarak harekete geçirdiği sarsılmalar ve sonucu olan acı be bunun yanı sıra geliştirilebilecek tepkiler, ruhsal alanda çalışanların da vaz geçemedikleri bir uğraşı konusu olagelmiştir.

Erlich’in ifadesinden de anlaşılacağı gibi, bireyin ruhsal gerçekliği üzerine düşünmekten söz ettiğimiz zaman salt iç dünyada olup biten karmaşanın hesaba katılması gibi bir yanılgıdan uzak durulması gerekir. İç dünyamızdaki hareketlilik ile dış dünyanın hareketliği arasındaki diyalektik ilişki, ruhsal gerçekliğin bütünlüğünü teşkil etmektedir.

 Psikanaliz açısından düşünceleri başat teşkil eden S. Freud, kendi çalışmalarının ilk zamanlarından itibaren, gerçeklik üzerinden “iç” ve “dış” olarak kavramsal ayrıma gitmemiş, her zaman “ruhsal gerçeklik” ifadesini tercih etmiştir. Bu nedenle; ‘’dürtüler, bilinçdışı, düşlemler, içsel nesne ilişkileri, varlığı ön kabule dayalı durumlar ruhsal gerçekliğimizin bir yüzünü teşkil ederken; maddi dünya, nesnellik, sosyal gerçeklik de diğer yüzünü oluşturur’’, anlayışı psikanalitik düşüncenin vazgeçilmezidir. Psikanaliz modelini benimseyenler için, her iki durumu da hesaba katarak düşünmek ve saygı duyarak değerlendirme yapmak önemlidir.

Bütünlük içinde değerlendirdiğimiz zaman, bu durumun, yalnızca güncel olanı değil geçmişten gelen ve hatta tarihsel olarak kuşaktan kuşağa aktarılarak geçen içselleştirilmiş bir niteliği olduğunu da hesaba katmak gerekir. Aşağıda farklı biçimlerde tanımı tekrarlarken, travmanın arkaik niteliğinin “bireyden topluma”; “toplumdan bireye” her iki öznenin kendine özgü kalıntılarıyla birlikte, her yeni travma ile katlanarak büyüme gerçekliğini hatırda tutmakta yarar vardır.

Tüm ayrıntıları hesaba katarak bir “travma” tanımı yapacak olursak diyebiliriz ki; travma, aşırı derece de stres verici ya da can güvenliğini tehdit eden bir durum sonucunda ortaya çıkan, şiddetine bağlı olarak nesilden nesile de aktarılabilen duygusal ya da psikolojik yaralanmadır. Bu bağlamda, tıbbın fizyolojik tanımının bunun dışında bırakılmış olduğunu da not edelim.

Bu tanım bizi her ne kadar zihin-beden ikilemine götürüyor gibi düşünülse de insanın bir bütün olarak her iki incinmişlik durumunda da iç dünyasında bir geçirgenlik yaşadığını, gerek tıp dalı olarak psikiyatri, gerekse psikanaliz ve psikolojik diğer yaklaşımlarla ilgilenenler de kabul etmektedirler.

Birey açısından travma, var oluşun zorla sonlandırılması, ya da sekteye uğramasıdır. Farklı bir psikanalitik modelin öncüsü olan Winnocott, ‘’Olmaya devam etme’’ kavramından söz ederken, öznenin kendi varlığını süreç içinde deneyimlemesine işaret eden bir modalitenin altını çizmektedir.  Ancak, bu yetmez. Var olan kişi, başkalarıyla kendi arasında bir bağın oluşması gereksinimi içindedir. Kendi varlığının hissedilmesi, var oluşuna işaret eden

“bir öteki”ne gereksinim duyar. Bu “öteki” kavramı, yaşam yoldaşı bir ikili, aile, mahalle grubu, iş arkadaşlığı, kısaca aidiyet duygusuyla bağlanılan kendinden büyük bir topluluk, bir oluşum olabilir. Dış gerçekliğin kontrol edilemez yıkıcı baskısı sonucu yok edilen ya da kesintiye uğratılan bu aidiyet içinde ‘’olma’’ deneyimi, ruhsal gerçeklik için ‘yok oluş’’ veya ‘’ölüm’’ ile eşdeğerdir. Bu nedenledir ki, “özne” için “öteki”nin yok oluşu ya da yok olma ihtimalinin gerçeklik durumu bir kayıp reaksiyon zincirinin başlangıç noktasıdır.

Bu zincirin ilk aşaması olan “şok” hali, ya da donup kalma süreci, travmatik yaşantının ileriye dönük tüm aşamalarında bilincin derinliklerinde aynı donmuş haliyle üstü örtülerek ama asla yok olmayarak varlığını sürdürmeye devam eder. Bunu, Winnocott’un modalitesinden hareketle “olmama” halinin saklı biçimi olarak düşünürsek, deneyimlenen “travma”nın “travmatik” unsuru budur.

Travmanın toplum üzerinde bıraktığı “acı” durumuna geçmeden önce yukarıdaki bilgiler ışığında Sverr Varvinn’in şu sözlerini not düşelim: ‘’İnsanların ’travması yoktur; travmaya maruz kaldıktan sonra harekete geçen, zihinsel olarak hayatta kalma yolları olan ancak büyük acılar yaşatan süreçler vardır.’’

 Toplumsal travma ve travmatik süreçler

 Freud, TRAVMA’nın yarattığı acıyı üç şekilde sınıflar: ‘‘Çürümeye ve çözülmeye mahkum kendi bedenimiz yüzünden; ezici ve amansız yıkıcı güçleriyle hiddetle üzerimize çöken dış dünya yüzünden ve son olarak diğer insanlarla ilişkilerimiz yüzünden acı çekeriz!’’ Freud’a göre üçüncü etkenin verdiği travmatik acı ilk ikisinden çok daha acıtıcıdır.

İstismarlar, tecavüzler, öldürücü saldırganlıklar, sorumsuzlukla gerçekleşen yok edici kazalar, işkence ve giderek savaş ve soykırımlar, hep insanın bireysel ve toplumsal anlamda insan aracılığıyla maruz kaldığı travmatik durumlardır. Bir bireyin tüm yaşamı boyunca, dış dünyadan gelen irili ufaklı zorlanmaları, sürekli olarak, içsel gerçekliğiyle yer değiştirir. Toplumsal süreçlerin kültürel dönüşümlerine bağlı olarak bencil ögeler ve erotik fanteziler birbirine karışarak durmadan artan kendine özgü ve aynı zamanda toplumsal eğilimlere de yönelik dönüşümlerden geçer.

İnsanın İnsanla olan bu çelişkili ilişkisi ve mücadelesi çoğu zaman insanın doğa ile ilişkisine yönelik çelişkileri unutturuyor olmalı ki, “doğal afetler” konusunda çoğu zaman gafil avlanmaya devam ediliyor.

Doğayı kendi “her alanda dur durak bilmez” arzularının güdümünde kontrol etmeye çalışırken ortaya çıkan çelişkili durum ve getirisi olan yabancılaşma, binlerce yıldır doğayı bir “özne” gibi algılama konusunu gölgede bırakıp “olma” eylemini, aşağı satırlardaki “yapma” eyleminin çarpıtılmış biçiminde kendini durmaksızın tekrar eden yanılsamayla sürdürüyor.

Bir toplumsal travma olarak doğal afet

6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan ve asrın felaketi olarak tanımlanan 350.000 kilometrekarelik bir alanın büyük bir kısmını yerle bir eden deprem felaketi de “toplumsalın” karşısına dehşet verici bir “öteki” şeklinde dikilmiş ve insanlığa yaşamın ölümcül gerçekliğini en acıtıcı biçimde hatırlatmıştır.

Yukarıda sözü edilen tüm bilgilerin ışığında, Ferenzci’nin tanımından hareket edecek olursak; ’’Hemen akabinde üstesinden gelinemeyen bir travmanın doğrudan etkisi parçalanmadır.’’

 Ferenzci’ye göre bu parçalanma, hem ilk şokun mekanik sonucu hem de ruhsal anlamda bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma gerek bireysel gerekse toplumsal açıdan bütünlüğün verdiği acıyı geniş bir yüzeyden daha dar bir alana indirgeyerek çok daha baş edilebilir kılar; her tekil parça kendi içinde acı çeker ve acının bir bütün olarak katlanılmaz niteliğinden bir birlik ortaya çıkmaz. Fizyolojik olarak, yoğunlaşma ve bütünlüklü acıdan kurtulup çok sayıda yoğun acıdan aynı anda azade olmak, ızdırabın şiddetini de hafifletir.

Öte yandan, yüksek düzeyde bütünlüğün kaybolması hem bireysel anlamda hem de toplumsal anlamda anlamsızlığın ve dağınıklığın görüntüsü olarak güvensizlik ve tekinsizliğin alanını genişletir. Bu alan travmanın var oluş kaygısına bağlı olarak, yaşam ve haz ilkesinden geri çekilip kendini bir “özyıkıma” yöneltmesini kaçınılmaz kılar.

 Bu nedenle, ilk şokun ardından gelen dağılmışlık hali, ardından gelen dağınık ve hezeyan içeren isyan ve diğer kayıp reaksiyon zincirine bağlanan tutum ve duygusal tepkiler, en azından böyle bir riske hazırlanmakta olan yönetici kadronun farkındalığı içinde yönlendirilmeye muhtaçtır.

Doğal felaketlerin kitlesel bir travma olarak dışa vurum biçimleri pek çok değişkenle bağlantılı olarak şekillenecektir. Felaket anında bulunduğunuz mekan, olaya kişisel yakınlık, hangi yakınlıkta kişileri kaybettiğiniz, son derece önemlidir. Ancak Erlich’in de altını çizdiği gibi, bundan daha önemli olan, toplumun iç dünyasında taşıdığı aidiyet ve bütün olabilme duygusu ve kapasitesidir. Dolayısıyla “toplumsal travmaların” acı veren tarafı, dışsal facianın büyüklüğünden çok; birlikte böyle bir acıyı karşılayabilmek için toplumun üyelerinin bir araya gelerek yukarıda sözü edilen “olma” halini yeniden gerçekleştirebilme yetisinin yoğunluğuyla orantılıdır.

Böyle bir durumda toplumsal lidere ve grup liderlerine düşen görev, ya da liderliklerinin gerçek mihenk taşı, nasıl bir tutum takınacaklarıyla yakından ilişkilidir. Grubun umudunu ve var olma arzusunu yeniden canlandırarak, toplumunun sahip olduğu tüm değerlerin, birbirilerinden farklılık gösteren değer kümeleri dahi olsa, mevcut tehditten çok daha üstün ve kıymetli olduğunu hatırlatabilmesidir.

Bir topluluk üyelerini bir arada tutmaya yarayan her türlü psikolojik değişkenler hesaba katılarak, bireyin kendisinden kopartılmış olan “olma” durumunu yeniden kazanmasını sağlamak ve bu olma halinin topluluğa mal edilmesine yol açmak gerekir.

Hatırda önemle tutulması gereken şey şudur: “Özne” yukarıda uzun uzun açıklamaya çalıştığımız nedenlerle “var olma” çabasını ortaya koyabilmek için “araç” ya da “yapma” eyleminin kullandığı ya da kendisini kullanan farklı “öteki”ne ait eylemlerle gerçek “olma” halinden uzaklaşabilir. Böylece deneyimlenen travmatik durum, öznel çıkarlarının aracı haline gelebilir. Bu da yazının başlarında sözünü ettiğimiz “donup kalma” halinin bastırılmış yapısını, farklı biçimlerde farkında olmadan tekrarlayan zorlamalı tutumlarla defalarca gündeme getirir ki, pek çok felaketi ders almadan tekrarlayan yanlışlarımızı önce buralarda aramak gerekir.

Bilindiği gibi “araçsal modalite” ve “yapma modalitesi” bütünleştirici bir niteliğe hizmet etmez. Tam tersine ayrıştırmayı pekiştirir, kişisel çıkarları, kayıp, haset ve açgözlülük eğilimlerini artırır. Bu da gruba ait olma duygusunu ikincil kazançların, yani kişisel çıkarların oranına göre belirler. Sonuç, doğru ve yapıcı bir bütünlüğün ertelenmesidir. Bu da başka felaket ve krizlerin sırada olduğunun habercisidir.

‘’İyi bir liderlik anlayışının bu riski önleyici örgütlenme bilinci nasıl olmalıdır?’’ sorusunun açıklamalarıysa başka bir yazı konusu. Bunun farkındalığında olabilecek liderlerin bütünleştirici çabalarına kavuşmak umuduyla.

Kaynaklar:

Freud,    S: Uygarlığın Huzursuzluğu (1930)

Ferenzci S: Notlar ve Kısa parçalardan’’ travma üzerine seçme bölümler (1930-32) Psikanaliz Yazıları 35 Bağlam.

Erlich, H.S: Travma Üzerine Yeniden Düşünmek: İçeriden mi Dışarıdan mı Bakıyoruz?

Varvinn S: Toplumsal Travmalarda Psikanalitik Çalışma Üzerine Söyleşiler-Psikanaliz Yazıları,34, Bağlam.

Winnocott,D.W :’’Fear of Breakdown’’İnt.,J.Psychoanal.1:103-107;PsikanalizYazıları 34,Bağlam