image-17

Rasim ŞİŞMAN – Yönetim Kavramı Sadece Ulusal Düzey ile Sınırlı Değildir

class=
Rasim ŞİŞMAN
SODEV Başkanı
rasimsisman@hotmail.com

Bireylerin yaşamını et­kileyen kararlar yerel, bölgesel, ulusal ya da kü­resel düzeyde alınabilir. Kentsel ve kırsal yaşam alanların­da gün geçtikçe şiddetini artıran çevresel, sosyal ve ekonomik sorunların küresel bir boyut kaza­narak ulusal çabaları yetersiz kıl­masıyla uluslararası iş birliklerine duyulan ihtiyaç kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, küresel ölçekte alınan bağlayıcı kararların ulusal ve yerel düzeyde atılacak adımların belir­lenmesinde de hiyerarşik bir etkisi olur. Bütün bu düzeylerde alınan kararlara baktığımızda, kararlara katılmada veya kararları vermede pratik zorlukların en az olduğu dü­zey, yerel düzeydir.

Yerel üzerindeki düzeylerin yapısı bir hayli karmaşık ola­bilir. Merkeziyetçi politikalarla yönetilen ve karmaşıklaşan kent­lerde heterojen toplumsal yapının da getirdiği çeşitlilikle beraber karar süreçlerinde bireyin bilgilen­mesi ve değerlendirmesi zorlaşır. Bu nedenle demokrasiyi doğruya en yakın uygulama olanağını, ye­rel yönetimlerin sunduğunu söy­leyebiliriz. Tabana yayılan, katılıma dayalı, izlenebilir ve değerlendiri­lebilir bir toplumsal uzlaşma süre­ci ancak bu koşullarda sistematik olarak başarıya ulaşabilir. Hatta demokrasinin ilkel anlamını -hal­kın kendi kendini yönetmesi- yerel düzeydeki uygulamasından aldı­ğını söylemek yanlış olmaz.

Demokrasi yerel düzeyde, karar süreçlerinden doğrudan veya do­laylı olarak etkilenen kentlilerin, karar vericiler üzerinde oluştur­dukları denetim mekanizması­nı ifade ederken bu kararların alınması sürecine doğrudan katıl­malarını da destekleyen bir süreci tarif eder. Demokratik katılımın da bu tanım üzerinden şekillenmesi gerekir. Bu yönüyle baktığımızda seçimden seçime sandığa gitmek demokrasinin yalnızca asgari ko­şuludur. Gerçek ve meşru bir de­mokratik katılımın, seçimlerde oy vermenin ötesinde deneyim alanı olarak anlaşılması ve uygulanması gerekir. Yerel yönetimlerin etkili­liği ve kabulü de bu doğrultuda artacaktır.

Türkiye’de yerelde demokratik ka­tılımın gelişmişliğinden söz etmek pek mümkün değildir. Yerel yö­netim için karar alma, uygulama ve idare meşruiyeti seçimle gelir. Belediye başkanlarının doğrudan seçimle göreve gelmeleri, beledi­ye meclislerinin seçimle oluşması şekli olarak demokratik gibi gö­rünse de yurttaşla birlikte karar alma ve yurttaşa danışma gibi uzlaşmaya dayalı süreçleri içer­mez. Buradaki katılım süreci karar organlarına yurttaş yerine karar a­lacak temsilcilerin seçilmesine da­yanır. Dolayısıyla işletilen bu süreç içerik ve işleyiş açısından çok fazla sorunu beraberinde getirir.

Bunun başında da kentlilerin karar süreçlerine katılımı gelmektedir. Katılımın iki ana aktörü vardır. Bunlardan biri “katan” diğeri ise “katılan”dır. “Katan”ın çeşitli me­kanizmalar oluşturması ve katı­lımı kolaylaştırması gerekirken, “katılan” ise bireysel ya da örgütlü olarak güçlü şekilde talepte bu­lunmalıdır. Bu taleplerin güvence altına alınması ise merkezi ve yerel yönetimlerin asli sorumluluğudur.

Demokrasi her ölçekte, sosyal de­mokrasinin ön koşulları arasında sayılmaktadır. Ulusal ve küresel düzeyde atılan adımlarla eşgü­dümlü olarak yerel düzeyde de de­mokrasiyi geliştirmek için atılması gereken adımlar vardır.

Bireyler, yaşadıkları kentler üzerinde karar verme yetkisini ne merkezi iktidara ne yerel yö­netimlere ne de uzmanlara ya da bürokratlara bırakmamalıdır. Kentin sermayeyi ve karar yetki­sini elinde bulunduranlar tara­fından dönüştürülmesine karşı koymak için toplumsal düzlemde bir araya gelerek kentsel hakları koruma arayışı içinde olmalıdırlar. Kentlilerin doğrudan, dolaysız ve etkin katılımı olmadan demokra­tik ve iyi bir kent yönetiminden bahsedilemez. Batıdaki katılımcı uygulama deneyimleri; bireyler­deki demokrasi kültürünün ve dayanışma duygusunun gelişti­ğini, zaman içerisinde kurumların yapısının da değişerek geliştiğini göstermiştir. Bu yönleriyle katılım, hem hemşehriler hem de yöneti­ciler için karar süreçlerinde dene­yim ve öğrenme alanı oluşturan, aralarında dayanışma ve ortak bir anlayışın gelişmesini sağlayan bir süreçtir. Türkiye’de ise ne yazık ki hemşehrilerin kent yönetimine katılımı, az evvel de belirttiğim ü­zere birkaç yılda bir tekrarlanan ve birkaç dakika içinde gerçekleştiri­len bir süreç haline indirgenmiştir.

Oysa dünyada temsili demok­rasinin yaşadığı kriz karşısında katılımcılık ve çoğulculuk iki ta­mamlayıcı mekanizma olarak su­nulmuştur. Çoğulculuk ve katılım, ülke demokrasisi açısından yapısal bir öneme sahiptir. Demokrasi uygulamasının azınlığı göz ardı ederek çoğunluğun diktatörlüğü haline gelmemesi için katılımın çoğulcu demokrasi ile güçlendiril­mesi gerekir. Heterojen yapısı se­bebiyle kentlerin en etkin uygula­ma sahası olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’de demokrasinin genç olmasından ve demokratikleşme sürecinde sivil toplumun yeterin­ce gelişememesinden ötürü katı­lımcı süreçler normal koşullarda ilerleyememiş ve çeşitli deformas­yonlara uğramıştır. Bu deformas­yonların en önemlileri 1970’lerde ve 1980’lerde yaşanmıştır. Askeri müdahaleler toplumda depoliti­zasyona neden olmuş, toplumun örgütlenmesi sınırlanmış ve katı­lım kültürü kurumsallaşamamıştır. Bu dönemler, Türkiye’de sivil top­lumdan ziyade sendikalar, meslek örgütleri gibi demokratik kitle örgütlerinin sesinin duyulduğu za­manlardır. Merkezi devletin piyasa üzerinde kontrol ve denetiminin fazla olmasının da ekonomik çı­karlara yönelik örgütlenmelerin önünü açtığı söylenebilir. Fakat hala hak ve özgürlüklerin farkın­dalığına ilişkin toplumda ciddi bir eksiklik var.

1990’lı yıllarda toplumun demok­ratikleşme çabalarının daha çok bireysel düzeyde artmaya baş­ladığını görüyoruz. Katılım, ge­nellikle halkın bireysel şikayet ve taleplerinin çeşitli mekanizmalar aracılığıyla belediyeye aktarılması şeklinde olsa da bireysel çabalar örgütlü mücadelenin de yavaş yavaş önünü açmaya başlamıştır. Artık demokratikleşme süreci yal­nızca muhalefet partilerin parla­mentoda temsil edilebilmesinden ibaret değildir. Bu noktada, temel hak ve özgürlüklerin güvence altı­na alınması önem kazanır. Devlet-toplum-birey ilişkileri, demok­ratikleşme zemininde yeniden düşünülmeye başlar.

2005 yılında 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 76. maddesi ile de­mokratik katılımı kolaylaştırmak ve geliştirmek aracıyla kent kon­seyleri kurulmuştur. Kent konseyi, kentteki önemli aktörleri bir araya getiren bir platformdur. Kamu kurumlarının, sivil toplumun, mes­lek örgütlerinin,siyasi partilerin ve muhtarların temsilcileri, kent konseyinde bir araya gelir. Kent konseyi, her türden farklılığa açık olarak bir kentin büyük buluşma arenasıdır. Belediye Kanunu, kent konseyini sivil bir platform olarak öngörmüştür. Kent konseylerinin karşı karşıya kaldığı sorunlar ve alternatif mekanizmaların işlev­sizliği ise başlı başına farklı bir yazı

konusudur. Belki yeni dönemde sosyaldemokrat.dergi.org adre­sinde bu meseleyi de detaylıca ele alır, tartışırız. Yerel seçimlere sayılı günler kala tartışmaya açmak iste­diğim çok daha elzem konular var.

Türkiye’de sosyal demokrasinin iktidar, yönetim ve karar verme sü­reçlerinde katılımı artırmayı sağla­yacak daha etkin yol ve yöntemler aramayı, sosyal demokrasinin temel sorunsallarından biri haline getirmesi gerekir. Sosyal demok­rasinin “sosyal” ve toplumcu bele­diyeciliğin “toplumcu” sıfatları, ilk ve öncelikli olarak hepimize bunu çağrıştırmalıdır. Sosyal demokrasi Türkiye özelinde yönünü yerel dü­zeye çevirmelidir. Unutulmaması gerekir ki sosyal demokrasi pra­tiğinin en iyi uygulanacağı alan yerel yönetimlerdir.

Ülkemizde sosyal demokrasinin tarihsel, toplumsal ve siyasal geli­şimine bakıldığında, yerel düzeye ilişkin çalışmaların hem teorik hem de pratik düzeyde yeterli ilgi gördüğünü söylemek mümkün değil. Oysa katılımcılık, kamusal hizmetlere eşit erişim, toplumsal adalet gibi ilkeleri uygulamak için yerel düzeydeki olanak ve araçlar çeşitlidir. Ayrıca merkezi yöne­timin aksine yerel yönetimlerde yurttaşlar karar süreçlerinin do­ğal bir paydaşı gibidir. Yurttaşın yaşadığı yerle kurduğu aidiyet ilişkisinin gücü yereldeki yönetim birimine karşı daha denetleyici bir konumda yer almasına neden olur. Ancak hemşehrilik ve kente bağlılık duygularından doğan bu olanaklar yeterince değerlendirile­memiştir. Bunun başlıca sebepleri; daha önce de ifade ettiğim üzere askeri müdahaleler ile yaşanan deformasyonlar, refah devletine yönelik suçlamaların artması ve sosyal demokratların sağ saldırılar karşısında yeni açılımlar ortaya ko­yamaması, çeşitlenen toplumsal yapının taleplerine yanıt verileme­mesi ve sosyal demokrasinin ulu­sal ölçekte uygulanacağına dönük genel kabuldür.

Türkiye’de belediyeciliğin değişimi ve dönüşümü

Cumhuriyetin kurulmasıyla bele­diyeler, dönemin yaklaşımına uy­gun olarak merkezi yönetimin bir uzantısı olarak kurgulanmışlar.

1960’lı yıllar, bir yandan 61 ana­yasasının toplumsal yaşamda sağlamış olduğu görece özgür ortamın, bir yandan da ekonomik gelişme ve kalkınma oldukça ya­vaş ilerlerken hız kazanan kent­leşme sürecine bağlı olarak ortaya çıkan kentsel sorunların dönemi olmuştur. Türkiye bu zamanlarda, ekonomik gelişiminde ve toplum­sal yapısında derin izler bırakan ve etkisi hala devam eden köylerden kentlere doğru göçün hız kazandı­ğı bir dönemin henüz başındadır.

Bu dönemde, kentsel nüfus artış hızı hem kırsal bölgelerin hem de ulusal düzeyde nüfus artışının ö­nüne geçerek ülkesel bir problem haline gelmiştir. Yoğun bir göç a­kımı ile karşı karşıya kalan kentler, yeni kentlilere yönelik kentsel hiz­met sunumunda çok büyük sorun­lar yaşamıştır. Konut ve toplu taşı­ma gibi hizmetlerin sunumundaki yetersizlikler, yeni kentlilerin gece­kondu ve dolmuş gibi kente özgü olmayan çözümler üretmelerini de beraberinde getirmiştir Mevcut durumu ülkenin siyasal konjonk­türünden bağımsız düşünmekse neredeyse imkansızdır. Siyasi emeller uğruna antidemokratik yollarla alınan dayanaksız kararlar mevcut sorunları çözmek yerine daha da derinleştirmiş, kaçak yapı­ların önünü açmış ve gecekondu­laşma oranını artırmıştır. Açılan bu yol, kentte dönülmesi zor ve daha büyük değişim ve dönüşümlerin başlangıcı olmuştur.

70’li yıllar yerel yönetimler ala­nında yeni kavramların, yeni uy­gulamaların gündeme geldiği bir dönem olmuştur. Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan belediyelerin merkezi yönetimin uzantısı olma kurgusu, merkeziyetçi ağırlığın yerel yönetimler üzerindeki bas­kısını artırmasıyla sorgulanmaya başlamıştır. Bu yöndeki değişimle­rin temel nedeni, 1965’te ortanın solu hareketini başlatan CHP’nin 1973’te yapılan yerel seçimlerde, büyük kent belediye yönetim­lerini kazanmış olmalarıdır. Kimi kaynaklarda bu dönem belediyeci­liğinin “Yeni Dönem Belediyecilik” kimi kaynaklarda ise “Demokratik Belediyecilik Hareketi” olarak ad­landırılması akabinde “Toplumcu Belediyecilik” anlayışı oluşmuştur. Böylece o dönemde ilk kez yerel ve merkezi iktidar farklı partilerin yönetimine geçmiştir. Bu durum yerel ile merkez arasında çatışma­ların ortaya çıkmasına, dolayısıyla yerel hizmetlerin sunumunda ak­samalara sebep olmuştur.

Toplumcu belediyecilik dönemi (1973-77)

Toplumcu Belediyecilik; kent yok­sullarının yaşadığı kentsel prob­lemlerin çözüm sürecinde yerel yönetimleri aktif hale getirmeyi planlayan bir toplumsal belediye­cilik hareketi olarak 1973 ile 1980’li yıllar arasında CHP’li belediyeler tarafından ortaya çıkar. Yoksulluk, gelir eşitsizliği, kentsel rantların topluma yeniden kazandırılması, kentsel hizmetlerden herkesin eşit şekilde yararlanabilmesi ve yerel demokrasinin geliştirilmesi üzerinden kurgulanmıştır. Bu süre­cin ilk örneklerinin Paris Komünü ile başlayıp İngiltere’deki belediye sosyalizmi deneyimleri ile devam ettiğini ve 1968 Mayıs Olayları olarak tarihe geçen sosyalist öğ­renci hareketleri ile kentsel top­lumsal hareketlerden beslendiğini söyleyebiliriz.

Yerel yönetimler üzerindeki ve­sayet sorunu ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. Örneğin; hükü­metin kaynak aktarımını kesmesi sonucu mali kaynak sıkıntısıyla işçi maaşlarını ödeyemeyen bele­diyeler toplamış oldukları elektrik paralarını ödememişler, işçilerin sigorta primlerini SSK’ya yatır­mamışlardır. “Yeni Belediyecilik Hareketi”, kaynak sıkışıklığını aş­mak için dönemin yaygın beledi­yecilik anlayışı olan toplumcu be­lediyecilik deneyiminde, kaynak yaratıcılık, üretici belediyecilik, piyasa düzenleyicilik gibi ilkelerin öne çıkmasını sağlamıştır.

Belediyelerin kendi gereksinimleri olan mal ve hizmetleri doğrudan üretmeye başlamaları, asfalt fab­rikaları kurmaları, ekmek fabrikası girişimleri, toplu taşımaya öncelik vermeleri, toplu konut girişimle­rine başlamaları bu dönemde ol­muştur. Konut kooperatifçiliği bu dönemin sloganı haline gelmiştir.

Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, halk ek­mek fabrikası kurmuş, halkın ucuz ve sağlıklı gıdaya erişimini sağlamıştır.

Sağlıklı bir kent yaşamı için her sabah hanelerin süt bırakılma­sı gerekliliğini savunan “Ankara Süt” projesi Maliye Bakanlığı’nın, “Ankara Kent Enstitüleri” projesi ise İçişleri Bakanlığı’nın engeline takılmıştır.

Dönemin İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak, halka ucuz et, mey­ve-sebze, yakacak satışı amacıyla Tansa’yı kurmuştur. AKP’li beledi­yelerin 2019 seçimleri öncesinde keşfettiği (!) tanzim satış mağazası, tarihte ilk kez 70’li yıllarda İzmir’de kurulmuştur. Bu girişimin öykü­sü yaklaşık olarak 45 yıl öncesine dayanmaktadır.

Dönemin İzmit Belediye Başkanı Erol Köse ise halk pazarlarını kurmuş, üretim kooperatifle­riyle tüketim kooperatiflerini buluşturmuştur.

İsimlerine bu yazıda yer verebil­diğim ya da veremediğim, döne­min halkçı belediye başkanlarının yüzlerce uygulamasından daha bahsedilebilir. Yazımda tamamın­dan bahsedemediğim için beni bağışlasınlar. Kuşkusuz ki her biri çok değerli uygulamalardı. Yerel yönetimin özerk bir yapı olarak faaliyet gösterme talebinin açığa çıkmasında bu hareketin büyük bir etkisi oldu. Eminim SODEV bu konuları ele almaya ve topluma anlatmaya devam edecektir.

Sonuç olarak, toplumcu beledi­yecilik özellikle büyük kentlerde yaşanan sorunlara CHP’li belediye başkanlarının getirdikleri çözüm­ler sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu belediyelerin birbirinden değişik koşullarda gerçekleştirdikleri uy­gulamaların birikimiyle bir ideo­lojik program oluşturulabilmiştir. Böylece 1977 seçimleri öncesinde, CHP’nin demokratik, katılımcı, ü­retici, birlikçi, kaynak yaratıcı, top­lumsal tüketimi geliştirici ilkeleriy­le özetlenen bir sosyal demokrat belediyecilik programı ortaya çıkmıştır.

1977 yerel seçimleri öncesinde merkezi iktidar ile sürdürülen mücadelede belediyeler, yalnız ve güçsüz kaldıklarından yeni dönemde birlikçi ve bütünlükçü bir tutum içerisinde belediyeler arası bir örgütlenme modeli oluş­turmuşlardır. Merkezi hükümetin baskılarına karşı birleşen beledi­yeler ekonomik açıdan da üretim kapasitelerini artırmışlardır.

1973-1977 döneminde CHP’li be­lediye başkanlarının benimsediği toplumcu belediyecilik modeli, kentli toplumsal sınıfların büyük desteğini alarak, 1977 yerel seçim­lerinde CHP’nin tarihinde alacağı en yüksek oy oranına ulaşmasında önemli etmenlerden biri olmuştur.

class=

Ancak toplumcu belediyecilik deneyimlerini CHP için bir siyasi modele dönüştürecek seçim prog­ramlarının hazırlanmasında aktif rol alan bu belediye başkanları, geniş halk kesimlerinin desteğine rağmen , Ecevit tarafından ikinci kez belediye başkan adayı olarak gösterilmemişlerdir. Bu durum ye­rel siyasetin toplum üzerindeki gü­cünün, merkezi siyaset tarafından fark edilmesi sonucunda ortaya

çıkan bir iktidar mücadelesi olarak ele alınabilir. Ancak 1973-1977 a­rasında özellikle Ankara, İstanbul ve İzmit belediye başkanlarının düşünsel arka planını oluşturduğu toplumcu belediyecilik uygulama­larının yarattığı toplumsal destek sayesinde 1977 yılı yerel seçimle­rinde CHP, 67 ilden 42’sinde seçimi kazanmıştır. AP’nin kazandığı il sayısı ise 15’e düşmüştür. Bu se­çimler toplumcu belediyecilik ve yerel, kentsel siyasetin gücü ile CHP’nin merkezi gücü arasındaki iktidar geriliminin de açığa çıktığı seçimlerdir. Bu süreçte parti içi çekişmeler ve CHP merkez yöne­timinin yerel siyasetin önemini kavrayamamış olması önemli bir rol oynamıştır.

1977 seçimlerinde CHP, İstanbul’da Aytekin Kotil, Ankara’da Ali Dinçer ve İzmir’de (ikinci kez) İhsan Alyanak’la belediye başkanlıklarını almıştır. Ancak 1977-1980 döne­minde bir önceki dönemde başla­tılan toplumcu belediyecilik uygu­lamaları, hem siyasi hem de mali engeller nedeniyle zayıflamıştır.

Yeni Liberal belediyecilik (Talan belediyeciliği)

Toplumcu belediyecilik uygu­lamalarının önü 80 darbesi ile kesilmiştir. Müdahale sonrasında belediye başkanları görevden a­lınmış, 1984 yerel seçimlerine ka­dar belediyeler valiler tarafından yönetilmiştir. 1984 yılında yapılan yerel seçimlerle birlikte ANAP yö­netime gelmiştir. 1980 başlarında Batılı ülkelerde, 1980 ortalarından itibaren ise ulusal ölçekte etkili olan yeni liberal politikalar, yerel politikalara da nüfuz ederken, ö­zellikle imar planı yapma yetkisi dolayısıyla, kentsel rantın dağıtıl­masında belediyelerin tek otorite olması, geleneksel belediyecilik fa­aliyetlerinin geri plana itilmesine neden olmuştur. Yeni liberalizmin yerel yönetimler üzerindeki etki­siyle özelleştirme politikalarının yoğunlaşması istihdam alanında da değişimlere sebebiyet ver­miştir ve esnek istihdam yapıları oluşmuştur. Bu doğrultuda çöp toplama-depolama, su hizmetleri gibi kimi hizmetler özelleştirilmiş, belediye giderlerinin finansma­nında iç borçlanmaya ek olarak dış borçlanmaya yönelinmiş ve ihale­cilik yoluyla özel sektöre kaynak aktarımına gidilmiştir.

Yeni liberal politikalar doğrultu­sunda ANAP’lı belediyeler beledi­yeciliğin sosyal boyutunu ihmal edip, sermayenin kentsel alanlar­da üretilen rantlardan nemalan­masına hizmet etmişlerdir. Sonuç olarak, yerel yönetimin istihdam yapısının esnekleştirilmesi, ma­li kaynak planlamalarında yeni düzenlemelere gidilmesi, hizmet sunumunda yeni yöntemlerin kul­lanılması gibi uygulamalar, yeni li­beral anlayışın yerel yönetimlerce benimsendiğini ortaya koymuştur.

Bu belediyecilik anlayışı yavaş yavaş toplumu rahatsız etmeye başlamış, ihaleciliğin yan ürünü olarak ortaya çıkan yolsuzluklar ve gecekondu yıkımları yerelde daha güçlü tepkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fakat bu köklü değişim varlığını sürdürmeye de­vam etmiştir.

Yeniden sosyal demokrat belediyecilik dönemi

Sosyal demokratlar, 1989 yerel se­çimlerinde yeniden iktidar olmuş­tur. Sermayenin inşaat, ticaret gibi alanlarda üretilen ranta kayması, belediye hizmetlerinin özelleştiril­mesi gibi değişimlerin toplumda kitlesel hareketlere neden olma­sıyla serbest piyasa ekonomisinin yerel yönetim üzerindeki etkisi sosyal demokrat hareketle sekteye uğramıştır. Halk, neo liberalizmin pragmatist belediyecilik anlayışı­na tepki göstererek, 70’li yılların toplumcu belediyeciliğine duydu­ğu özlemi sandığa yansıtmıştır.

Bir tarafta üretici, kıt kaynakları et­kin kullanan hatta kaynak yaratan toplumcu belediyeler diğer tarafta ise kaynakları dışarıdan borçlana­rak bulan ve gelecek kuşaklara a­ğır borç yükü bırakan üstelik vade­si gelmiş borçların taksitlerini dahi ödeyemeyen sağcı belediyeler…

Bir tarafta demokrasiyi tabana yaymaya çalışan toplumcu beledi­yeler, diğer tarafta oldu bitti ile be­lediye yöneten sağcı belediyeler…

Halk, yerel seçimlerde sosyal de­mokratları yeniden göreve davet etmiştir.

1989 yılında, İstanbul’da Nurettin Sözen, Ankara’da Murat Karayalçın, İzmir’de ise Yüksel Çakmur göreve gelmişlerdir. Bu dönemde sosyal demokrat belediye başkanlarının çok başarılı uygulamaları olsa da hem teorik olarak hem de uygu­lama açısından belli noktalarda kendilerini sağ anlayıştan farklı­laştıramadıklarını söyleyebiliriz. Bunun nedenlerinden birisi politik değişimin merkezi düzeyde başla­ması ve yerel düzeyde belediyele­rin tek başlarına bu değişime karşı durmasının olanaklı olmamasıdır. Sosyal demokrat belediye baş­kanları, 1970’li yılların toplumcu belediyecilik deneyimindeki kadar ağır olmasa da merkezi siyasetin vesayeti altında sosyal demokrat ilkeleri gözeten bir yönetsel anla­yışı hayata geçirmeyi denemişler­dir. İyi uygulamalar halk tarafından benimsenmiş olsa dahi yerel ve merkezi yönetim arasında dönem dönem yaşanan gerilim nedeniyle bir program haline gelememiş ve yaygınlaşamamıştır.

Dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın, yönetişim gibi yeni kamu yönetimi anlayışlarıyla da uyumlu bir yakla­şım benimseyerek sosyal demok­rat belediyeciliğin, kent halkının yönetime katılması ilkesini üç düz­lemde hayata geçirmiştir. Birincisi plan kararlarına katılım, ikincisi bütçeye katılım ve üçüncüsü pro­jelerin tasarımına ve uygulamasına katılımdır. Projelere katılımı Proje Karar Kurulları oluşturarak; büt­çeye katılımı ise Ankara Kurultayı adını verdikleri bir örgütlenme ile Ankara’da köy dernekleri dahil bü­tün sivil toplum örgütlerinin tem­silcileri ve bireysel katılıma açık bir platformla sağlamaktadır. Bu platform yılda bir kez stadyumda toplanarak Büyükşehir Belediyesi tarafından sunulan bütçe taslağını kurultayda oluşturulan komisyon­larda tartışmaktadır. Proje karar­larına, tasarım ve uygulama aşa­malarında katılım ise Proje Karar Kurulları ile sağlanmaktadır.

Refah(!) belediyeciliği

Refah Partili belediyelerin uygula­maları da yeni liberal yaklaşımın devamından öteye gidememiştir. Bu belediyeler de personel gider­lerini düşürmeye, belediye per­sonelini emek karşıtı sendikalara yönlendirmeye, kolektif tüketim hizmetlerini özelleştirerek ya da yoksul kesimlere yönelik yardımla­rı vakıflar eliyle yönetmeye, kent­teki kamusal ve sosyal mekanlara ideolojik kentsel donatılar yerleş­tirmeye devam etmişlerdir.

Ne refah partili belediyelerin ne de AKP’li belediyelerin lügatın­da ise yerel demokrasi, katılım, yönetişim gibi kavramlar bulun­mamaktadır. Onlar için demokrasi sandıktan ibarettir. Demokrasinin tanımını zedeleyen bu anlayışa göre seçimleri kazandıkları an hal­kın katılım süreci tamamlanmıştır. İşletecekleri her antidemokratik sürecin savunması seçime işaret e­der. Sonrasındaki tüm yönetim sü­reçlerinde de buradan güç alarak ‘halk için’ fakat halkın görüşlerini almadan kararlar alırlar. Halbuki seçimler demokrasinin yalnızca başlangıç adımıdır.

Toplumun ihtiyaç ve beklentileri de bu yönde olmalı ki 2019 yılında toplum sosyal demokratları yeni­den göreve çağırmıştır. Kuşkusuz ki kentlerin rant ve talan beledi­yeciliğinden kalıcı olarak kurtul­ması adına bu dönem son derece önemlidir. Başta İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir ve diğer büyük kentlerde yurttaşların karar süreç­lerine katılımına dair ciddi çaba sarf edilmektedir. Yerleşik bürokra­tik kültürün ayak diremesine, mev­zuatın yarattığı zorluklara, merkezi idarenin tüm baskı ve engelleme­lerine rağmen başarılı bir dönem yaşanmaktadır. Günümüzde tüm dünyada belediyelerin başarısı, yaptıkları park sayısıyla, döktükle­ri asfalt miktarıyla değil o kentte yaşayanları karar süreçlerine ne kadar dahil edebildikleriyle ölçül­melidir. Katılım konusuna bakış­ları, sosyal demokratlar için de bir nevi turnusol özelliği taşımaktadır. Demokratik katılımı, şeffaflığı ve paylaşımı günümüz koşullarına uyarlamaya çalışan tüm belediye başkanlarını bu açıdan kutlamak gerekmektedir.

Sosyal Demokrasi vicdanın örgüt­lenmiş halidir. “Kent ittifakları” ve “toplumsal müşterekleri” içeren yeni bir kent hukuku inşa etmemiz gerekmektedir. Bu hukuk kamu kurumları, STK’lar ve tüm toplum­sal kesimleri kapsayan çok geniş bir ortak aklı ve güçlü katılımı içer­melidir. Unutulmamalıdır ki yeni bir yaşam yerelden kurulacaktır.