Bireylerin yaşamını etkileyen kararlar yerel, bölgesel, ulusal ya da küresel düzeyde alınabilir. Kentsel ve kırsal yaşam alanlarında gün geçtikçe şiddetini artıran çevresel, sosyal ve ekonomik sorunların küresel bir boyut kazanarak ulusal çabaları yetersiz kılmasıyla uluslararası iş birliklerine duyulan ihtiyaç kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, küresel ölçekte alınan bağlayıcı kararların ulusal ve yerel düzeyde atılacak adımların belirlenmesinde de hiyerarşik bir etkisi olur. Bütün bu düzeylerde alınan kararlara baktığımızda, kararlara katılmada veya kararları vermede pratik zorlukların en az olduğu düzey, yerel düzeydir.
Yerel üzerindeki düzeylerin yapısı bir hayli karmaşık olabilir. Merkeziyetçi politikalarla yönetilen ve karmaşıklaşan kentlerde heterojen toplumsal yapının da getirdiği çeşitlilikle beraber karar süreçlerinde bireyin bilgilenmesi ve değerlendirmesi zorlaşır. Bu nedenle demokrasiyi doğruya en yakın uygulama olanağını, yerel yönetimlerin sunduğunu söyleyebiliriz. Tabana yayılan, katılıma dayalı, izlenebilir ve değerlendirilebilir bir toplumsal uzlaşma süreci ancak bu koşullarda sistematik olarak başarıya ulaşabilir. Hatta demokrasinin ilkel anlamını -halkın kendi kendini yönetmesi- yerel düzeydeki uygulamasından aldığını söylemek yanlış olmaz.
Demokrasi yerel düzeyde, karar süreçlerinden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenen kentlilerin, karar vericiler üzerinde oluşturdukları denetim mekanizmasını ifade ederken bu kararların alınması sürecine doğrudan katılmalarını da destekleyen bir süreci tarif eder. Demokratik katılımın da bu tanım üzerinden şekillenmesi gerekir. Bu yönüyle baktığımızda seçimden seçime sandığa gitmek demokrasinin yalnızca asgari koşuludur. Gerçek ve meşru bir demokratik katılımın, seçimlerde oy vermenin ötesinde deneyim alanı olarak anlaşılması ve uygulanması gerekir. Yerel yönetimlerin etkililiği ve kabulü de bu doğrultuda artacaktır.
Türkiye’de yerelde demokratik katılımın gelişmişliğinden söz etmek pek mümkün değildir. Yerel yönetim için karar alma, uygulama ve idare meşruiyeti seçimle gelir. Belediye başkanlarının doğrudan seçimle göreve gelmeleri, belediye meclislerinin seçimle oluşması şekli olarak demokratik gibi görünse de yurttaşla birlikte karar alma ve yurttaşa danışma gibi uzlaşmaya dayalı süreçleri içermez. Buradaki katılım süreci karar organlarına yurttaş yerine karar alacak temsilcilerin seçilmesine dayanır. Dolayısıyla işletilen bu süreç içerik ve işleyiş açısından çok fazla sorunu beraberinde getirir.
Bunun başında da kentlilerin karar süreçlerine katılımı gelmektedir. Katılımın iki ana aktörü vardır. Bunlardan biri “katan” diğeri ise “katılan”dır. “Katan”ın çeşitli mekanizmalar oluşturması ve katılımı kolaylaştırması gerekirken, “katılan” ise bireysel ya da örgütlü olarak güçlü şekilde talepte bulunmalıdır. Bu taleplerin güvence altına alınması ise merkezi ve yerel yönetimlerin asli sorumluluğudur.
Demokrasi her ölçekte, sosyal demokrasinin ön koşulları arasında sayılmaktadır. Ulusal ve küresel düzeyde atılan adımlarla eşgüdümlü olarak yerel düzeyde de demokrasiyi geliştirmek için atılması gereken adımlar vardır.
Bireyler, yaşadıkları kentler üzerinde karar verme yetkisini ne merkezi iktidara ne yerel yönetimlere ne de uzmanlara ya da bürokratlara bırakmamalıdır. Kentin sermayeyi ve karar yetkisini elinde bulunduranlar tarafından dönüştürülmesine karşı koymak için toplumsal düzlemde bir araya gelerek kentsel hakları koruma arayışı içinde olmalıdırlar. Kentlilerin doğrudan, dolaysız ve etkin katılımı olmadan demokratik ve iyi bir kent yönetiminden bahsedilemez. Batıdaki katılımcı uygulama deneyimleri; bireylerdeki demokrasi kültürünün ve dayanışma duygusunun geliştiğini, zaman içerisinde kurumların yapısının da değişerek geliştiğini göstermiştir. Bu yönleriyle katılım, hem hemşehriler hem de yöneticiler için karar süreçlerinde deneyim ve öğrenme alanı oluşturan, aralarında dayanışma ve ortak bir anlayışın gelişmesini sağlayan bir süreçtir. Türkiye’de ise ne yazık ki hemşehrilerin kent yönetimine katılımı, az evvel de belirttiğim üzere birkaç yılda bir tekrarlanan ve birkaç dakika içinde gerçekleştirilen bir süreç haline indirgenmiştir.
Oysa dünyada temsili demokrasinin yaşadığı kriz karşısında katılımcılık ve çoğulculuk iki tamamlayıcı mekanizma olarak sunulmuştur. Çoğulculuk ve katılım, ülke demokrasisi açısından yapısal bir öneme sahiptir. Demokrasi uygulamasının azınlığı göz ardı ederek çoğunluğun diktatörlüğü haline gelmemesi için katılımın çoğulcu demokrasi ile güçlendirilmesi gerekir. Heterojen yapısı sebebiyle kentlerin en etkin uygulama sahası olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’de demokrasinin genç olmasından ve demokratikleşme sürecinde sivil toplumun yeterince gelişememesinden ötürü katılımcı süreçler normal koşullarda ilerleyememiş ve çeşitli deformasyonlara uğramıştır. Bu deformasyonların en önemlileri 1970’lerde ve 1980’lerde yaşanmıştır. Askeri müdahaleler toplumda depolitizasyona neden olmuş, toplumun örgütlenmesi sınırlanmış ve katılım kültürü kurumsallaşamamıştır. Bu dönemler, Türkiye’de sivil toplumdan ziyade sendikalar, meslek örgütleri gibi demokratik kitle örgütlerinin sesinin duyulduğu zamanlardır. Merkezi devletin piyasa üzerinde kontrol ve denetiminin fazla olmasının da ekonomik çıkarlara yönelik örgütlenmelerin önünü açtığı söylenebilir. Fakat hala hak ve özgürlüklerin farkındalığına ilişkin toplumda ciddi bir eksiklik var.
1990’lı yıllarda toplumun demokratikleşme çabalarının daha çok bireysel düzeyde artmaya başladığını görüyoruz. Katılım, genellikle halkın bireysel şikayet ve taleplerinin çeşitli mekanizmalar aracılığıyla belediyeye aktarılması şeklinde olsa da bireysel çabalar örgütlü mücadelenin de yavaş yavaş önünü açmaya başlamıştır. Artık demokratikleşme süreci yalnızca muhalefet partilerin parlamentoda temsil edilebilmesinden ibaret değildir. Bu noktada, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması önem kazanır. Devlet-toplum-birey ilişkileri, demokratikleşme zemininde yeniden düşünülmeye başlar.
2005 yılında 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 76. maddesi ile demokratik katılımı kolaylaştırmak ve geliştirmek aracıyla kent konseyleri kurulmuştur. Kent konseyi, kentteki önemli aktörleri bir araya getiren bir platformdur. Kamu kurumlarının, sivil toplumun, meslek örgütlerinin,siyasi partilerin ve muhtarların temsilcileri, kent konseyinde bir araya gelir. Kent konseyi, her türden farklılığa açık olarak bir kentin büyük buluşma arenasıdır. Belediye Kanunu, kent konseyini sivil bir platform olarak öngörmüştür. Kent konseylerinin karşı karşıya kaldığı sorunlar ve alternatif mekanizmaların işlevsizliği ise başlı başına farklı bir yazı
konusudur. Belki yeni dönemde sosyaldemokrat.dergi.org adresinde bu meseleyi de detaylıca ele alır, tartışırız. Yerel seçimlere sayılı günler kala tartışmaya açmak istediğim çok daha elzem konular var.
Türkiye’de sosyal demokrasinin iktidar, yönetim ve karar verme süreçlerinde katılımı artırmayı sağlayacak daha etkin yol ve yöntemler aramayı, sosyal demokrasinin temel sorunsallarından biri haline getirmesi gerekir. Sosyal demokrasinin “sosyal” ve toplumcu belediyeciliğin “toplumcu” sıfatları, ilk ve öncelikli olarak hepimize bunu çağrıştırmalıdır. Sosyal demokrasi Türkiye özelinde yönünü yerel düzeye çevirmelidir. Unutulmaması gerekir ki sosyal demokrasi pratiğinin en iyi uygulanacağı alan yerel yönetimlerdir.
Ülkemizde sosyal demokrasinin tarihsel, toplumsal ve siyasal gelişimine bakıldığında, yerel düzeye ilişkin çalışmaların hem teorik hem de pratik düzeyde yeterli ilgi gördüğünü söylemek mümkün değil. Oysa katılımcılık, kamusal hizmetlere eşit erişim, toplumsal adalet gibi ilkeleri uygulamak için yerel düzeydeki olanak ve araçlar çeşitlidir. Ayrıca merkezi yönetimin aksine yerel yönetimlerde yurttaşlar karar süreçlerinin doğal bir paydaşı gibidir. Yurttaşın yaşadığı yerle kurduğu aidiyet ilişkisinin gücü yereldeki yönetim birimine karşı daha denetleyici bir konumda yer almasına neden olur. Ancak hemşehrilik ve kente bağlılık duygularından doğan bu olanaklar yeterince değerlendirilememiştir. Bunun başlıca sebepleri; daha önce de ifade ettiğim üzere askeri müdahaleler ile yaşanan deformasyonlar, refah devletine yönelik suçlamaların artması ve sosyal demokratların sağ saldırılar karşısında yeni açılımlar ortaya koyamaması, çeşitlenen toplumsal yapının taleplerine yanıt verilememesi ve sosyal demokrasinin ulusal ölçekte uygulanacağına dönük genel kabuldür.
Türkiye’de belediyeciliğin değişimi ve dönüşümü
Cumhuriyetin kurulmasıyla belediyeler, dönemin yaklaşımına uygun olarak merkezi yönetimin bir uzantısı olarak kurgulanmışlar.
1960’lı yıllar, bir yandan 61 anayasasının toplumsal yaşamda sağlamış olduğu görece özgür ortamın, bir yandan da ekonomik gelişme ve kalkınma oldukça yavaş ilerlerken hız kazanan kentleşme sürecine bağlı olarak ortaya çıkan kentsel sorunların dönemi olmuştur. Türkiye bu zamanlarda, ekonomik gelişiminde ve toplumsal yapısında derin izler bırakan ve etkisi hala devam eden köylerden kentlere doğru göçün hız kazandığı bir dönemin henüz başındadır.
Bu dönemde, kentsel nüfus artış hızı hem kırsal bölgelerin hem de ulusal düzeyde nüfus artışının önüne geçerek ülkesel bir problem haline gelmiştir. Yoğun bir göç akımı ile karşı karşıya kalan kentler, yeni kentlilere yönelik kentsel hizmet sunumunda çok büyük sorunlar yaşamıştır. Konut ve toplu taşıma gibi hizmetlerin sunumundaki yetersizlikler, yeni kentlilerin gecekondu ve dolmuş gibi kente özgü olmayan çözümler üretmelerini de beraberinde getirmiştir Mevcut durumu ülkenin siyasal konjonktüründen bağımsız düşünmekse neredeyse imkansızdır. Siyasi emeller uğruna antidemokratik yollarla alınan dayanaksız kararlar mevcut sorunları çözmek yerine daha da derinleştirmiş, kaçak yapıların önünü açmış ve gecekondulaşma oranını artırmıştır. Açılan bu yol, kentte dönülmesi zor ve daha büyük değişim ve dönüşümlerin başlangıcı olmuştur.
70’li yıllar yerel yönetimler alanında yeni kavramların, yeni uygulamaların gündeme geldiği bir dönem olmuştur. Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan belediyelerin merkezi yönetimin uzantısı olma kurgusu, merkeziyetçi ağırlığın yerel yönetimler üzerindeki baskısını artırmasıyla sorgulanmaya başlamıştır. Bu yöndeki değişimlerin temel nedeni, 1965’te ortanın solu hareketini başlatan CHP’nin 1973’te yapılan yerel seçimlerde, büyük kent belediye yönetimlerini kazanmış olmalarıdır. Kimi kaynaklarda bu dönem belediyeciliğinin “Yeni Dönem Belediyecilik” kimi kaynaklarda ise “Demokratik Belediyecilik Hareketi” olarak adlandırılması akabinde “Toplumcu Belediyecilik” anlayışı oluşmuştur. Böylece o dönemde ilk kez yerel ve merkezi iktidar farklı partilerin yönetimine geçmiştir. Bu durum yerel ile merkez arasında çatışmaların ortaya çıkmasına, dolayısıyla yerel hizmetlerin sunumunda aksamalara sebep olmuştur.
Toplumcu belediyecilik dönemi (1973-77)
Toplumcu Belediyecilik; kent yoksullarının yaşadığı kentsel problemlerin çözüm sürecinde yerel yönetimleri aktif hale getirmeyi planlayan bir toplumsal belediyecilik hareketi olarak 1973 ile 1980’li yıllar arasında CHP’li belediyeler tarafından ortaya çıkar. Yoksulluk, gelir eşitsizliği, kentsel rantların topluma yeniden kazandırılması, kentsel hizmetlerden herkesin eşit şekilde yararlanabilmesi ve yerel demokrasinin geliştirilmesi üzerinden kurgulanmıştır. Bu sürecin ilk örneklerinin Paris Komünü ile başlayıp İngiltere’deki belediye sosyalizmi deneyimleri ile devam ettiğini ve 1968 Mayıs Olayları olarak tarihe geçen sosyalist öğrenci hareketleri ile kentsel toplumsal hareketlerden beslendiğini söyleyebiliriz.
Yerel yönetimler üzerindeki vesayet sorunu ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. Örneğin; hükümetin kaynak aktarımını kesmesi sonucu mali kaynak sıkıntısıyla işçi maaşlarını ödeyemeyen belediyeler toplamış oldukları elektrik paralarını ödememişler, işçilerin sigorta primlerini SSK’ya yatırmamışlardır. “Yeni Belediyecilik Hareketi”, kaynak sıkışıklığını aşmak için dönemin yaygın belediyecilik anlayışı olan toplumcu belediyecilik deneyiminde, kaynak yaratıcılık, üretici belediyecilik, piyasa düzenleyicilik gibi ilkelerin öne çıkmasını sağlamıştır.
Belediyelerin kendi gereksinimleri olan mal ve hizmetleri doğrudan üretmeye başlamaları, asfalt fabrikaları kurmaları, ekmek fabrikası girişimleri, toplu taşımaya öncelik vermeleri, toplu konut girişimlerine başlamaları bu dönemde olmuştur. Konut kooperatifçiliği bu dönemin sloganı haline gelmiştir.
Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, halk ekmek fabrikası kurmuş, halkın ucuz ve sağlıklı gıdaya erişimini sağlamıştır.
Sağlıklı bir kent yaşamı için her sabah hanelerin süt bırakılması gerekliliğini savunan “Ankara Süt” projesi Maliye Bakanlığı’nın, “Ankara Kent Enstitüleri” projesi ise İçişleri Bakanlığı’nın engeline takılmıştır.
Dönemin İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak, halka ucuz et, meyve-sebze, yakacak satışı amacıyla Tansa’yı kurmuştur. AKP’li belediyelerin 2019 seçimleri öncesinde keşfettiği (!) tanzim satış mağazası, tarihte ilk kez 70’li yıllarda İzmir’de kurulmuştur. Bu girişimin öyküsü yaklaşık olarak 45 yıl öncesine dayanmaktadır.
Dönemin İzmit Belediye Başkanı Erol Köse ise halk pazarlarını kurmuş, üretim kooperatifleriyle tüketim kooperatiflerini buluşturmuştur.
İsimlerine bu yazıda yer verebildiğim ya da veremediğim, dönemin halkçı belediye başkanlarının yüzlerce uygulamasından daha bahsedilebilir. Yazımda tamamından bahsedemediğim için beni bağışlasınlar. Kuşkusuz ki her biri çok değerli uygulamalardı. Yerel yönetimin özerk bir yapı olarak faaliyet gösterme talebinin açığa çıkmasında bu hareketin büyük bir etkisi oldu. Eminim SODEV bu konuları ele almaya ve topluma anlatmaya devam edecektir.
Sonuç olarak, toplumcu belediyecilik özellikle büyük kentlerde yaşanan sorunlara CHP’li belediye başkanlarının getirdikleri çözümler sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu belediyelerin birbirinden değişik koşullarda gerçekleştirdikleri uygulamaların birikimiyle bir ideolojik program oluşturulabilmiştir. Böylece 1977 seçimleri öncesinde, CHP’nin demokratik, katılımcı, üretici, birlikçi, kaynak yaratıcı, toplumsal tüketimi geliştirici ilkeleriyle özetlenen bir sosyal demokrat belediyecilik programı ortaya çıkmıştır.
1977 yerel seçimleri öncesinde merkezi iktidar ile sürdürülen mücadelede belediyeler, yalnız ve güçsüz kaldıklarından yeni dönemde birlikçi ve bütünlükçü bir tutum içerisinde belediyeler arası bir örgütlenme modeli oluşturmuşlardır. Merkezi hükümetin baskılarına karşı birleşen belediyeler ekonomik açıdan da üretim kapasitelerini artırmışlardır.
1973-1977 döneminde CHP’li belediye başkanlarının benimsediği toplumcu belediyecilik modeli, kentli toplumsal sınıfların büyük desteğini alarak, 1977 yerel seçimlerinde CHP’nin tarihinde alacağı en yüksek oy oranına ulaşmasında önemli etmenlerden biri olmuştur.
Ancak toplumcu belediyecilik deneyimlerini CHP için bir siyasi modele dönüştürecek seçim programlarının hazırlanmasında aktif rol alan bu belediye başkanları, geniş halk kesimlerinin desteğine rağmen , Ecevit tarafından ikinci kez belediye başkan adayı olarak gösterilmemişlerdir. Bu durum yerel siyasetin toplum üzerindeki gücünün, merkezi siyaset tarafından fark edilmesi sonucunda ortaya
çıkan bir iktidar mücadelesi olarak ele alınabilir. Ancak 1973-1977 arasında özellikle Ankara, İstanbul ve İzmit belediye başkanlarının düşünsel arka planını oluşturduğu toplumcu belediyecilik uygulamalarının yarattığı toplumsal destek sayesinde 1977 yılı yerel seçimlerinde CHP, 67 ilden 42’sinde seçimi kazanmıştır. AP’nin kazandığı il sayısı ise 15’e düşmüştür. Bu seçimler toplumcu belediyecilik ve yerel, kentsel siyasetin gücü ile CHP’nin merkezi gücü arasındaki iktidar geriliminin de açığa çıktığı seçimlerdir. Bu süreçte parti içi çekişmeler ve CHP merkez yönetiminin yerel siyasetin önemini kavrayamamış olması önemli bir rol oynamıştır.
1977 seçimlerinde CHP, İstanbul’da Aytekin Kotil, Ankara’da Ali Dinçer ve İzmir’de (ikinci kez) İhsan Alyanak’la belediye başkanlıklarını almıştır. Ancak 1977-1980 döneminde bir önceki dönemde başlatılan toplumcu belediyecilik uygulamaları, hem siyasi hem de mali engeller nedeniyle zayıflamıştır.
Yeni Liberal belediyecilik (Talan belediyeciliği)
Toplumcu belediyecilik uygulamalarının önü 80 darbesi ile kesilmiştir. Müdahale sonrasında belediye başkanları görevden alınmış, 1984 yerel seçimlerine kadar belediyeler valiler tarafından yönetilmiştir. 1984 yılında yapılan yerel seçimlerle birlikte ANAP yönetime gelmiştir. 1980 başlarında Batılı ülkelerde, 1980 ortalarından itibaren ise ulusal ölçekte etkili olan yeni liberal politikalar, yerel politikalara da nüfuz ederken, özellikle imar planı yapma yetkisi dolayısıyla, kentsel rantın dağıtılmasında belediyelerin tek otorite olması, geleneksel belediyecilik faaliyetlerinin geri plana itilmesine neden olmuştur. Yeni liberalizmin yerel yönetimler üzerindeki etkisiyle özelleştirme politikalarının yoğunlaşması istihdam alanında da değişimlere sebebiyet vermiştir ve esnek istihdam yapıları oluşmuştur. Bu doğrultuda çöp toplama-depolama, su hizmetleri gibi kimi hizmetler özelleştirilmiş, belediye giderlerinin finansmanında iç borçlanmaya ek olarak dış borçlanmaya yönelinmiş ve ihalecilik yoluyla özel sektöre kaynak aktarımına gidilmiştir.
Yeni liberal politikalar doğrultusunda ANAP’lı belediyeler belediyeciliğin sosyal boyutunu ihmal edip, sermayenin kentsel alanlarda üretilen rantlardan nemalanmasına hizmet etmişlerdir. Sonuç olarak, yerel yönetimin istihdam yapısının esnekleştirilmesi, mali kaynak planlamalarında yeni düzenlemelere gidilmesi, hizmet sunumunda yeni yöntemlerin kullanılması gibi uygulamalar, yeni liberal anlayışın yerel yönetimlerce benimsendiğini ortaya koymuştur.
Bu belediyecilik anlayışı yavaş yavaş toplumu rahatsız etmeye başlamış, ihaleciliğin yan ürünü olarak ortaya çıkan yolsuzluklar ve gecekondu yıkımları yerelde daha güçlü tepkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fakat bu köklü değişim varlığını sürdürmeye devam etmiştir.
Yeniden sosyal demokrat belediyecilik dönemi
Sosyal demokratlar, 1989 yerel seçimlerinde yeniden iktidar olmuştur. Sermayenin inşaat, ticaret gibi alanlarda üretilen ranta kayması, belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi gibi değişimlerin toplumda kitlesel hareketlere neden olmasıyla serbest piyasa ekonomisinin yerel yönetim üzerindeki etkisi sosyal demokrat hareketle sekteye uğramıştır. Halk, neo liberalizmin pragmatist belediyecilik anlayışına tepki göstererek, 70’li yılların toplumcu belediyeciliğine duyduğu özlemi sandığa yansıtmıştır.
Bir tarafta üretici, kıt kaynakları etkin kullanan hatta kaynak yaratan toplumcu belediyeler diğer tarafta ise kaynakları dışarıdan borçlanarak bulan ve gelecek kuşaklara ağır borç yükü bırakan üstelik vadesi gelmiş borçların taksitlerini dahi ödeyemeyen sağcı belediyeler…
Bir tarafta demokrasiyi tabana yaymaya çalışan toplumcu belediyeler, diğer tarafta oldu bitti ile belediye yöneten sağcı belediyeler…
Halk, yerel seçimlerde sosyal demokratları yeniden göreve davet etmiştir.
1989 yılında, İstanbul’da Nurettin Sözen, Ankara’da Murat Karayalçın, İzmir’de ise Yüksel Çakmur göreve gelmişlerdir. Bu dönemde sosyal demokrat belediye başkanlarının çok başarılı uygulamaları olsa da hem teorik olarak hem de uygulama açısından belli noktalarda kendilerini sağ anlayıştan farklılaştıramadıklarını söyleyebiliriz. Bunun nedenlerinden birisi politik değişimin merkezi düzeyde başlaması ve yerel düzeyde belediyelerin tek başlarına bu değişime karşı durmasının olanaklı olmamasıdır. Sosyal demokrat belediye başkanları, 1970’li yılların toplumcu belediyecilik deneyimindeki kadar ağır olmasa da merkezi siyasetin vesayeti altında sosyal demokrat ilkeleri gözeten bir yönetsel anlayışı hayata geçirmeyi denemişlerdir. İyi uygulamalar halk tarafından benimsenmiş olsa dahi yerel ve merkezi yönetim arasında dönem dönem yaşanan gerilim nedeniyle bir program haline gelememiş ve yaygınlaşamamıştır.
Dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın, yönetişim gibi yeni kamu yönetimi anlayışlarıyla da uyumlu bir yaklaşım benimseyerek sosyal demokrat belediyeciliğin, kent halkının yönetime katılması ilkesini üç düzlemde hayata geçirmiştir. Birincisi plan kararlarına katılım, ikincisi bütçeye katılım ve üçüncüsü projelerin tasarımına ve uygulamasına katılımdır. Projelere katılımı Proje Karar Kurulları oluşturarak; bütçeye katılımı ise Ankara Kurultayı adını verdikleri bir örgütlenme ile Ankara’da köy dernekleri dahil bütün sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ve bireysel katılıma açık bir platformla sağlamaktadır. Bu platform yılda bir kez stadyumda toplanarak Büyükşehir Belediyesi tarafından sunulan bütçe taslağını kurultayda oluşturulan komisyonlarda tartışmaktadır. Proje kararlarına, tasarım ve uygulama aşamalarında katılım ise Proje Karar Kurulları ile sağlanmaktadır.
Refah(!) belediyeciliği
Refah Partili belediyelerin uygulamaları da yeni liberal yaklaşımın devamından öteye gidememiştir. Bu belediyeler de personel giderlerini düşürmeye, belediye personelini emek karşıtı sendikalara yönlendirmeye, kolektif tüketim hizmetlerini özelleştirerek ya da yoksul kesimlere yönelik yardımları vakıflar eliyle yönetmeye, kentteki kamusal ve sosyal mekanlara ideolojik kentsel donatılar yerleştirmeye devam etmişlerdir.
Ne refah partili belediyelerin ne de AKP’li belediyelerin lügatında ise yerel demokrasi, katılım, yönetişim gibi kavramlar bulunmamaktadır. Onlar için demokrasi sandıktan ibarettir. Demokrasinin tanımını zedeleyen bu anlayışa göre seçimleri kazandıkları an halkın katılım süreci tamamlanmıştır. İşletecekleri her antidemokratik sürecin savunması seçime işaret eder. Sonrasındaki tüm yönetim süreçlerinde de buradan güç alarak ‘halk için’ fakat halkın görüşlerini almadan kararlar alırlar. Halbuki seçimler demokrasinin yalnızca başlangıç adımıdır.
Toplumun ihtiyaç ve beklentileri de bu yönde olmalı ki 2019 yılında toplum sosyal demokratları yeniden göreve çağırmıştır. Kuşkusuz ki kentlerin rant ve talan belediyeciliğinden kalıcı olarak kurtulması adına bu dönem son derece önemlidir. Başta İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir ve diğer büyük kentlerde yurttaşların karar süreçlerine katılımına dair ciddi çaba sarf edilmektedir. Yerleşik bürokratik kültürün ayak diremesine, mevzuatın yarattığı zorluklara, merkezi idarenin tüm baskı ve engellemelerine rağmen başarılı bir dönem yaşanmaktadır. Günümüzde tüm dünyada belediyelerin başarısı, yaptıkları park sayısıyla, döktükleri asfalt miktarıyla değil o kentte yaşayanları karar süreçlerine ne kadar dahil edebildikleriyle ölçülmelidir. Katılım konusuna bakışları, sosyal demokratlar için de bir nevi turnusol özelliği taşımaktadır. Demokratik katılımı, şeffaflığı ve paylaşımı günümüz koşullarına uyarlamaya çalışan tüm belediye başkanlarını bu açıdan kutlamak gerekmektedir.
Sosyal Demokrasi vicdanın örgütlenmiş halidir. “Kent ittifakları” ve “toplumsal müşterekleri” içeren yeni bir kent hukuku inşa etmemiz gerekmektedir. Bu hukuk kamu kurumları, STK’lar ve tüm toplumsal kesimleri kapsayan çok geniş bir ortak aklı ve güçlü katılımı içermelidir. Unutulmamalıdır ki yeni bir yaşam yerelden kurulacaktır.