Göçmenler dünyayı değişime zorluyor. Küresel ölçekte yaşanan büyük değişimin neden olduğu olgulardan ilki, göç hareketlerinde yaşanan yoğunlaşmanın devletleri ve toplumları yeniden düzenlenmeye zorlamasıdır. Bunun bileşenlerinin başında ise göçmenler geliyor. Bu mesele Türkiye özelinde değerlendirildiğinde akla ilk gelenin Suriyeli mülteciler olmasının siyasal, ekonomik ve sosyal nedenleri var.
Türkiye kamuoyunun, üzerine düşünmek ve konuşmak için isteksiz olduğu konuların başında mültecilerin geldiği ifade edilebilir. Bu isteksizliği anlamak zor değil; gittikçe içine doğru çökme eğiliminde olan toplumların öncelikleri arasında mültecilerin yer alması beklenmez. Bu ilgisizlik yanıltıcı olmamalı; göç bütün boyutlarıyla siyasal, ekonomik ve sosyokültürel ekseni kesen bir süreci içerir. Bu nedenle niceliksel olarak büyüklüğü ve yoğunluğu ne olursa olsun, jeopolitik mücadelenin bir parçasıdır.
Hatırlanacak olursa kısa süre önce Guatemala, Honduras ve benzeri ülkelerden gelerek Meksika sınırına dayanıp Amerika Birleşik Devletleri’ne girmek isteyen göçmen kafileleri ile ilgili olarak ABD Başkanı Trump, gelen göçmenleri sınırdan içeri almamak için silah kullanacağını ifade etmiş; ABD toplumu içerisindeki muhalefeti bastırmak için de gelen göçmenlerin içerisinde -IŞİD’i ima ederek- Ortadoğuluların bulunduğunu söylemişti. Artık pek şaşırtıcı veya ürkütücü gelmeyen, aksine bu tür politikalara hak vermeyi kolaylaştıran bu retorik ve siyaset tekniğini mümkün hale getiren siyasal ve iktisadi dönüşüm, Türkiye gibi ülkelerdeki seçmenlerin de mülteciler ve göçmenler konusunda inisiyatif almalarını zorlaştırıyor.
Elbette bu isteksizlik ve inisiyatiften kaçınma hali, göçmenler ya da mülteciler ile uyum içerisinde ve birlikte bir yaşam dinamiklerinin kendiliğinden üretildiği sosyal alanların oluştuğu anlamına gelmiyor. Aksine, istenmeyen kişiler olarak yeniden damgalanan mültecilerin sosyal ilişkiler içerisindeki görünürlüğü arttıkça onlara yönelik dışlayıcı tutum ve davranışlar ile nefret ve öfke duyguları somut hak ihlalleri ve kimi zaman linç ve ölümlerle sonuçlanan şiddet olaylarına neden oluyor. Zaten göçmenler ve mültecilere yönelik ilgisizliğin ve isteksizliğin arkasındaki belirleyici motivasyonların başında istenmeyen kişiler olarak damgalanmaları geliyor. Görmemek, görmezden gelmek kolaylıkla nefrete dönüşebiliyor.
Göçebe proletaryalar
Türkiye’ye gelen ve yerleşen mülteciler her geçen gün Türkiye toplumunun bir parçasına dönüşmektedir. Bu dönüşümü sağlayan başlıca dinamik ise ekonomiktir ve bugün için göçmenler, eksik düzenlemeler ve yetersiz denetimler nedeniyle ucuz işgücünün en büyük bölümünü oluşturmaktadır. Sermaye sınıfının çıkarlarını korumaya odaklanmış siyasal düzenlemeler nedeniyle tümüyle işverenlerin merhametine terk edilen göçmen işgücünün Türkiye’de yaşayabilmek için çalışmaktan başka bir çaresinin olmadığını söylemeye gerek yok. Bu durum yerli nüfus için bir tehdit olarak algılanıyorsa, bunun nedeni göçmenler değil, üretim ve bölüşüm ilişkilerini adaletsiz bir biçimde düzenleyen siyasal-ekonomik alanda karar verici rolündeki kişi ve kurumlardır.
Bütün göç hareketleri emek göçüne dönüşür. Göçün nedeni ne olursa olsun, ortaya çıktıktan ve göçmenler hedef ülkeye vardıktan sonra emek gücünün bir bileşenine dönüşür ve göç, emek göçü olarak yeniden düzenlenir. Bu nedenle, göçün sınıfsal niteliğini göz ardı eden göç politikaları başarısız olmak zorundadır. Göçmenler, homojen gruplar değildir. Hedef ülkedeki egemen kimliğin tek bir küme olarak algıladığı göçmenler, kendi içlerinde farklı sınıfsal ve sosyal statülere sahiptir. Bu farklılıklar, onların tutunma stratejilerini, sosyal ilişkiler içerisinde yer alma taktiklerine kadar uzanan geniş bir duygu, düşünce ve davranış setini belirlemektedir. Kendini egemen kimliğin içerisinde tanımlayan geniş kalabalıklar bu farklılıkları göremedikleri gibi göçmenleri genellikle insan-dışı bir kategorinin içerisinde değerlendirmektedir. Bunun başlıca nedeni ise, gerçek düşmanlık imgesi olan göçmen-işçi figürünün gözle görünür olmasıdır.
Alain Badiou’nun “göçebe proletarya” kavramıyla açıkladığı bu olgunu[1] küresel ölçekte gerçekleşmesi ve göçmenlerin ‘dürüst, uyumlu, kanaatkar ve çalışkan işçiler’ olmak için sınırlara dayanması, neoliberal ekonomi ve politikaların neden olduğu eşitsizliklerin yeni ayrımcılık biçimleri ve dışlama stratejileri ile yeniden üretildiğini göstermektedir. Bugün yabancı fobisi, İslamofobi ve göçmen karşıtlığı biçimlerinde karşımıza çıkan bu ayrımcı tutum ve davranışlar, eşitsizliklerin sürdürülmesi ve egemen kimliklerin imtiyazlarını sürdürmesi için gerekli olan kimlik politikalarının bir parçasıdır. Bu nedenle, göçmenler ucuz ve güvencesiz koşullar altında istihdam edilirken aynı zamanda onlardan nefret etmek bir ekonomi-politik taktik olarak sürdürülebilmektedir.
Göçebe proletaryanın, kendini egemen kimlik içerisinde tanımlayan işçi sınıfı ile ilişkisi de bu çelişkili sürecin içerisinde şekillenmektedir. Gittikçe güvencesizleşen, ücretleri düşen, işsizlikle karşı karşıya kalan geniş kalabalıklar göçmenleri yaşadıkları sorunların kaynağı olarak görmekte, kendilerini egemen kimliğe bağlayan başlıca unsur olan ideolojik-politik kimliklenmelerini göçmen karşıtlığı ile yeniden düzenlemekte ve yetki sahiplerini, meslek olarak siyasetle uğraşanları kendi retoriklerini benimsemeye çağırmaktadır. Batı’da medeni -ya da kamu düzeni, sosyal devlet, hukuk, temel haklara sahip olanlar- ile barbar dünyalar arasında kurulan sosyopolitik ve kültüralist ayrım, Türkiye ve benzeri ülkelerde -örneğin Arap olmak gibi- etnik ve kültürel habituslar, alışkanlıklar, değerler arasında; daha küçük ölçekte, ancak benzer biçimde kurulmaktadır.
Neopatrimonyal şefkat
Suriye iç savaşı başladığında Türkiye’deki hükümetin kendini iç savaşın taraflarından biri haline dönüştürmesinin bedellerinden biri, milyonlarca mültecinin Türkiye’ye yerleşmesi oldu. Bu sürecin başlangıcından gelişimine kadar uygulanan politikalar, yerli nüfus için olduğu kadar mülteciler için de gündelik yaşamı zorlaştırmaktan başka bir sonuç üretmedi. Devletin kendini şefkatli bir kucak olarak resmetmek istediği ve açık kapı politikasıyla elde etmeyi amaçladığı faydaların hiçbiri gerçekleşmedi; üstelik mültecilerle ilgili sorumluluğun önemli bir kısmı yerli nüfusun üstüne yüklendi. Kanımca, Türkiye toplumu bu ağır sorumluluğu önemli ölçüde başarıyla sürdürdü.
Hamasi fütuhat retoriklerinin muhayyilesine kapılanlar kadar medeni olmanın gereği olarak mültecilere destek olmaya çalışan sıradan kişilerin enerjisinin bir süre sonra azaldığı; “yakında gidecekler” yönündeki propagandaların bir süre sonra inandırıcılığını kaybettiği; ekonomik ve siyasal sorunların kaynağı olarak mültecilerin işaret edilmesi ve Türkiye toplumunun siyasal ethosunu belirleyen devletçilik ve milliyetçilik ideolojisinin ırkçılık ve ayrımcılık ile kolaylıkla kesişmesi sonucunda bu sorumluluk bir tür yük olarak algılanmaya başladı.
Mültecilere yönelik algının dönüşümünü sadece ırkçılık ya da Arap/yabancı düşmanlığı gibi tepkilere indirgemek gerçekçi olmaz. Türkiye’deki siyasal alanın gittikçe daralması ve AKP hükümetlerinin neopatrimonyal otoriter bir rejim örmeye çalışması, mültecilerle ilgili konuları siyasal alanda taraf olmanın bir parçasına dönüştürdü. Böylece mültecilere yönelik ayrımcı, dışlayıcı, ırkçı tutum ve davranışlar, aynı zamanda siyasal tarafgirliğin de bir göstereni haline geldi. AKP hükümetlerinin kendi seçmenleri dışındaki seçmenlere ve siyasal yapılara yönelik olarak sürdürdüğü sistematik ideolojik ve politik manipülasyonların ve atakların neden olduğu yarı buhran hali, toplumun farklı kesimlerinin kendilerini korumak için geliştirdikleri ideolojik ve politik zeminlerle birlikte göçmen karşıtlığı biçiminde yeniden düzenlendi. Böylece ulus kimliğinin yeniden restore edildiği ve bu kimlik etrafında örgütlenen yeni politik retoriklerin geliştiği bir süreç gelişti. Bu süreç, Türkiye’deki siyasal ve ekonomik buhranın giderek derinleşmesiyle birlikte uzun süre milliyetçi, muhafazakar, İslamcı çizgide yer alan seçmenlerin de sosyopolitik tercihlerini etkiledi. AKP’ye verilen desteğin bir parçasına dönüşen göçmenleri kucaklama ve benimseme tutumu, giderek göçmen karşıtlığına dönüştü.
2019 yılındaki yerel seçimlere giderken iktidar blokunda mültecilere yönelik dile getirilmeye başlayan “canımızı sıkarlarsa geri göndeririz” retoriği -parti ayrımı fark etmeksizin- seçmenlerin mültecilere dönük olumsuz tutumunun bir sonucuydu. Devletin mültecilere yönelik şefkat gösterisi kısa süre sonra valilikler eliyle sokaklarda mülteci avına dönüşecek, geri gönderme merkezlerinde zorla imzalatıldığı iddia edilen gönüllü geri gönderme belgeleri medyada haber konusu olacaktı.
Gidecekler mi?
Sosyal gerçeklikler siyasal retorikler ve temennilerle bükülüp yönlendirilemez. Hiçbir sosyal olgu kendi dinamiklerinden sökülüp yeniden düzenlenemez. Devlet eliyle ve cebir kullanarak sosyal gerçekliği değiştirmeye yönelik girişimlerin kalıcı bir sonuç üretmeyeceğini anlamak için Türkiye’nin siyasal tarihine kısaca göz atmak yeterlidir. Türkiye’deki mülteciler de bu çerçevede değerlendirilebilir.
Türkiye’deki mülteciler, geldikleri ülkelere dönmeyecekler; kendilerine “geri dönecek misiniz” diye sorulduğunda “evet, döneceğiz” deseler de dönmeyecekler. Onları hala savaştan kaçan kişiler olarak değerlendirmek, muhataplarımızın insan olduğu gerçeğini göz ardı etmektir. Burada yaşayan, sosyalleşen, çalışan, evlenen, cenazesini buraya gömen, ev arayan, otobüs bekleyen gerçek kişilerden söz ettiğimizi unutmamak gerekir. Birbirimiz kandırmayalım, kimsenin bir yere gideceği yok.
Bu gerçeği dikkate almayan bütün siyasal arayışlar orta ve uzun vadede geçersizleşecek, harcanan emek ve verilen uğraşlar heba olacaktır. Günümüzün acil sorunu mültecilerin statüsünü tanımak, onların yaşam koşullarını iyileştirmek, uluslararası haklarını geliştirmek ve içinde yaşadıkları toplumun haysiyetli üyeleri olmaları için gereken sosyal politikaları hayata geçirmektir. Türkiye’deki siyasal gelişmeler dikkate alındığında bu düzenlemeleri ciddiyetle uygulayacak bir siyasal pratikten söz etmek çok zor. Ancak bu durum, bu ülkede yaşayan -ve vatandaş olsun olmasın- herkes için eşitlik, özgürlük, adalet, haysiyet ve refah talep etme ve bunun için mücadele etme zorunluluğunu ortadan kaldırmaz.
*Polat S. ALPMAN
Doç. Dr., Sosyoloji
polatalpman@gmail.com
[1] Nail, T. (2018) “The Nomadic Proletariat: An Interview with Alain Badiou”, Philosophy Today, Vol. 62/4, p. 1207-1211.