p1

Pınar UZUN – Yıkımı Derinleştiren Hata: Sandık Darbesi ve Ekonomik sonuçları

Not: Bu yazıyı kaleme aldığımda Ekrem İmamoğlu 3 ayda 2 kez İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmemiş, 4.698.782 oy alarak 806.767 farkla halkın teveccühünü yeniden kazanmamış, İstanbul’un 39 ilçesinin tamamında oyunu artırmamış ve özetle her şey henüz çok güzel olmamıştı.

Sadece son 10 yılda 11 seçim takvimine boğulduğumuz memleketimizde halka karşı sorumlu olma hissini tanıyan, özümseyen ve bu duyguyu yerleşik bir tavır haline getiren toplumcu siyaset arayışının 31 Mart yerel seçimlerinde sandık sonuçlarına yansımasına nasıl hep birlikte tanık olduysak; iktidarın, demokratik sorumluluk ve gerçekliklerden koşar adım uzaklaşarak Türkiye’nin demokrasi hafızasından silinmesi mümkün olmayan sandık darbesiyle seçmenin iradesine nasıl kastettiğine de birlikte şahit olduk.

Mahalli idarelerde yağma düzenine yüksek sesle dur diyen ve emek sınıfının alın terini yandaşların kasalarına aktaranlara geçit vermeyen İstanbul halkının tasarrufunun, makamlarını yine aynı halkın takdirine borçlu olan iktidar ve çevresi tarafından derdest edilmesinin vicdanlarda kabul görmediğini 23 Haziran’da taçlanacak olan toplumsal zaferimizle ispat etmeye gün sayıyoruz.

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinin 31 Mart 2019 yerel seçimleriyle aynı yasaya, aynı genelgeye, aynı metotlara dayalı gerçekleşmesi hakikatine rağmen; bir seçimi meşru diğerini ise gayrimeşru ilan edenlerin, 31 Mart ruhundan daha geniş bir toplumsal kucaklaşmanın karşısında yapayalnız kalacağı herkesin malumu. Açıkça biliyoruz ki, aklımıza gelebilecek bilumum hatayı 2002’den bu yana Türkiye genelinde ve 1994 yılından bu yana ise İstanbul’da hakim davranış biçimi haline getiren yozlaşmış idarecileri, aynı seçmenin ortak vicdanı reddetti.

Zira hem siyaset hem de ekonomi, bu çağın egemen otoriteleri tarafından çokça kirletildi. Bir yandan işsizliğin neden olduğu maddi ve manevi tahribat, milyonlarca işsiz vatandaşı içinden çıkılması güç bir çaresizliğe mahkum ederken; öte yandan dizayn ettikleri etik dışı kadrolaşmalarla, astronomik düzeyde haksız kazancı “birilerine” helal sayanların seçimden seçime oy kaygısıyla tükettikleri nefesin, samimiyetsiz hamasi söylemlerden ibaret olduğu da afişe olmuş durumda.

“Tek Servetim İşte Bu Alyanstır” Diyerek Yola Çıkanların Doymak Bilmeyen Nefsi

Bitmek bilmeyen siyasi şokların gerek öncesinde gerek sonrasında, saray cuntasının hızla yozlaşan rant düzeninde siyaset yoluyla elde ettikleri gösterişli yaşamlarına “tek servetim işte bu alyanstır” diyerek başlayanların doymak bilmeyen nefsi, toplum tarafından sineye çekilebilecek sınırı çoktan aştı. Bunun farkında olanlar, İstanbul’a ihanetin boyutunu her platformda anlatan Ekrem İmamoğlu’nun israf düzenine dair çarpıcı beyanlarını her fırsatta sansürlemeye kalktılar. Bu durumda bizler elbette, yazılı ve görsel tüm ifade alanlarında İstanbul’da gerçekleştirilen soygunun çarpıcı örneklerini tekrara kaçmak pahasına not düşeceğiz:

  • Sayıştay denetiminde ortaya çıkan zarar 753 milyon lira.
  • İhtiyaç dışı araç masrafı 120 milyon lira.
  • Son bir yılda İBB tarafından belirlenen vakıflara (Okçuluk Vakfı, TÜGVA, TÜRGEV, Ensar Vakfı vb.) aktarılan paraların ve mülklerin toplam bedeli 308 milyon lira.
  • Son üç yılda İBB’nin internet sitesine harcanan para 80 milyon lira.
  • İBB’deki bir müdürlüğün uygulanmayan fikir projelerine son 6 yılda ödediği para 226 milyon lira.

Vatandaşın bir şekilde tasarruf edebilme ihtimalini dahi elinden alıp, alım gücünün gerilemesine önlem almayı düşünmemek ne yazık ki şahsi kasalarını İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere tüm yerel yönetimler yoluyla haksız kazançla dolduran AKP iktidarının sayısız suçlarından sadece biri. Dolayısıyla içinden geçtiğimiz bu süreçte de görüldüğü üzere toplum bu hakikati içselleştirmeye başladıktan sonra yapılabilecek tek bir şey kalıyor; sorumlular kendileriyle yüzleşmeli ve hesap vermeliler.

Başta, yoksullukla mücadele etme gayretinde yalnızlaştırılan milyonlar olmak üzere toplumun genelini sarsan kriz ortamında işsizlik sorununu bile gündemlerine almayan bu yönetim anlayışı üretileni adil paylaşmayarak, asırlık fabrikalarımızı satarak ve hatta en iyi ihtimalle yap-işlet-devret kolaycılığına sığınarak geri dönüşü olmayan yola seneler önce girdiler. Haliyle 10 aylık çevrimde 7 ekonomik paket açıklamaları da bir anlam ifade etmedi, yetmedi. Doğrultu tutarlılığından ısrarla uzaklaşma hali, kendi içinde tutarlı olmayan vaatlerle birleşince geleceğe dair güvenden bahsetmek de olanaksızlaştı.

Kaçınılmaz gerçek şu ki, ekonomik krizi iç ve dış siyasi krizle, siyasi krizi güvenlik ve terör kriziyle ve yarattıkları güvenlik anomalisini de yeniden ekonomik krizle unutturmaya kalktıkları 17 yıllık kaos karnesi, 23 Haziran’da takdir edilmeyecek.

Yozlaşmış Kadroların Dümenini Kırma Sorumluluğumuz İstanbul’dan Başlıyor: Önceliğimiz Ekonomik Şiddet

Ne yazık ki iktisadi, siyasi ve sosyal alanların hiçbirinde kadın ile erkeğin eşit olduğuna inanmayan çağdışı ideolojiden beslenenlerin, kamu kaynaklarını kullanarak haksız kazanç elde edenlerin, üretenlerin kutsal alın terini eş-dost ve yandaş kasalarına dolduranların, çocukların istismarına göz yumarken failleri koruyanların, düşünen her bireyin özgürlüğünü cezaevlerinde zapturapt altına alabileceğini zanneden faşizan anlayışın mağduru olmanın ne anlama geldiğini asla unutamayacağımız bir toplumsal hafıza yaratıldı.

Oysa gerek İstanbul’da gerek tüm Türkiye’de hemen her kesim, insanları siyasi görüşüne, inancına, etnik kökenine göre ayırmadan herkesi eşit derecede kucaklayan, toplumsal cinsiyet eşitliğine gerçekten inanan ve savunan, gençlerin ve kadınların eşit haklar mücadelesini özümseyen ve destekleyen yönetim anlayışına hasret. Evet, özellikle gençlerin ve kadınların yaşadıkları tüm sorunlara, maruz kaldıkları tüm dışlanmışlıklara karşı kararlı ve samimi bir yaklaşımın önceliği su götürmez bir gerçek.

Yoksulluğuna dahi fatura kestikleri yoksulun halini miting meydanlarında oy kaygısıyla dillerine pelesenk eden, 17 yıldır devleti ve 25 yıldır İstanbul’u yöneten sorumluların “Herkes iş bulacak diye bir şey var mı?” söylemi, topluma bakabilecekleri en üst perdeden bakıyor olmalarının hem itirafı hem de ispatıdır ve malumun ilamı tam olarak bu ifadede saklıdır.

Peki neye ihtiyacımız var? Adalet mülkün temelidir şiarına rağmen hakimlerin ve savcıların önemli bir kesiminin mühim kararların eşiğinde “Erdoğan ne düşünür” kaygısıyla mahkeme yönettiği; emeklinin geçim derdinin, işsizin derin çıkmazının hiçe sayıldığı ülkemizde bir avuç insana iltimas kazanının çalıştığı; damatların bakan olduğu ve inzivaya çekilmesi gereken politikacıların bankaların yönetim kurullarına yerleştirildiği bir Türkiye’de şanslı (!) doğmayan herkesin önce inatla, sonra umutla tanışmaya ihtiyacı var.

Çünkü bizlerin, ülkemizin kuruluş ve kurtuluş kazanımlarına ve tüm ilerici değerlerine savaş açan yozlaşmış kadroların emellerine engel olmak gibi bir sorumluluğumuz var. Türkiye’nin bugününü ve yarınını çağdaş, eşit ve demokratik değerleri ilke edinmiş gençlerle ve kadınlarla sarsılmaz temellerde yükseltmek gibi bir idealimiz var.

Küçülen Ekonomi, Artan İşsizlik, Yükselen Enflasyon, Üretemeyen Türkiye

Bu yıkımı derinleştiren başlıca faktör, üretim ve bölüşüm kavramlarını toplumsal olmaktan çıkaran yönetim anlayışının yol açtığı kriz ortamına, 6 Mayıs tarihli YSK kararıyla gerçekleşen sandık darbesinin ekonomik sonuçlarının eklenmesi oldu.

Şiddet alanını İstanbul’la sınırlı kabul edemeyeceğimiz Yüksek Seçim Kurulu’nun hukuksuz kararıyla sadece demokrasi tarihimizi değil, 82 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının zorlaşan ekonomisini, artan hak ihlalleriyle birlikte eşanlı olarak ve doğrudan hedef alan sandık darbesinin sonuçlarını önemsemeyen ve görmezden gelen siyasi sorumsuzluğa rağmen;

  • Piyasa değeri eriyen, 206 milyar TL değer kaybına uğrayan yerli şirketlerin çırpınışını,
  • Yinelenen kur atışının ve borsa değer kaybının halka geri dönüşünün fiyatlarda meydana gelen artış ve işsizlik olduğu ağır buhranı,
  • Asgari ücrete tabi tüm çalışanların döviz cinsinden $37’lık gelir kaybının günlük yaşamı dahi giderek güçleştiren izlerini,
  • Dış borçta meydana gelen 272 milyar TL düzeyindeki artışın, kişi başı 3 bin 342 TL borç yükü olarak yansımasını iliklerimize kadar hissettiğimiz gerçeği, hiçbir politikacının hamaset edebiyatıyla örtbas edilemiyor.

Bugüne dek ekonomik krizin tüm dışsallığının, enflasyon oranlarında meydana gelen her artışın, yinelenen her darboğazın faturasını vatandaşa kesen sermaye yanlısı uygulamalara şiddetle karşı çıkan milyonlar olarak, saray cuntasının şahsına münhasır cüretini bu defa bambaşka bir ayıpla taçlandırdıklarına da yine birlikte şahit olduk. Artık yalnızca ekonomik krizin değil, kaybettikleri seçimlerin de faturasını halka ve gelecek nesillere kesebilecek kadar vurdumduymaz olduklarını saklamaktan yoksun durumdalar.

Yalnızca İstanbul’da değil, ülke genelinde toplumsal üretimin ve toplumsal bölüşümün kanunlar aracılığıyla sağlanmasından mutlak anlamda sapılarak, siyasi iktidarın keyfi uygulamalarıyla gerçekleşmeye başladığı henüz ilk çevrimde bizler kanunların fonksiyonsuz hale getirilmesinden endişe ederken, korkularımızın yersiz olmadığını özellikle iktisadi zeminde ortaya çıkan bu gibi pek çok şok unsuruyla deneyimledik.

Haliyle bu saatten sonra Cumhuriyet tarihinin en yüksek borç seviyesine sebep olanların imalat sanayiini desteklemesini beklemeyeceğiz. Sermayedarların borç faizini silip çiftçinin mahsulünü yok sayanların, tarımsal üretime ve tarımsal yatırıma öncelik vermesini ummaktansa çoktan vazgeçtik. İstanbul’un kaynaklarını birtakım derneklere ve vakıflara aktaranların, kaynaklarımızı ileri teknolojili katma değeri yüksek alanlarda değerlendirmesini hayal etmeyi ise aklımızdan geçirmeyeceğiz.

Merkez Bankası politikalarına dahi siyasi müdahalelerde bulunanların, Türkiye ekonomisini rayından çıkarana dek aldıkları her kararla sistematik olarak infial atmosferini amaçladıklarını düşünmek artık  maalesef zor değil.

Peki Türkiye’nin refahını sağlamak yolunda biz ne yapmalıyız? Aklın egemenliği doğrultusunda çok yakın gelecekte el birliği ile uygulamaya geçirmemiz gereken bir nevi acil eylem planının kilometre taşlarını ortaya koymalıyız. Özetle;

  • Dış kaynaklara bağımlı iktisadi metabolizmanın tümden değiştirilmesinin öncelikli önemini kavrayarak; yapay büyüme stratejisinden, çarpık toplumsal bölüşüm koşullarından uzaklaşmak ve birikim mekanizmalarının tıkanmasına sebep olan tüm etmenleri ortadan kaldırmak.
  • Toplumsal eşitsizliği körükleyen mevcut yönetim anlayışının başta demokrasi olmak üzere deforme ettiği tüm değerleri gerçek kimliğine kavuşturacak politikaları geciktirmeden eyleme geçirmek.
  • Gelir dağılımı arasındaki uçurumu üreten sınıf ve çalışan kesim lehine törpülemek suretiyle, finans kesiminin mutlak hakimiyetini azaltmak. Üst sınıf bir çıkar kitlesinin bulunduğunu gösteren, eşitsizliği büyüten alışkanlıkları ortadan kaldırmak.
  • Sivil toplumun siyasette belirleyici konuma erişmesinin ve siyasete aidiyetin vatandaşlık üzerinden belirlenmesinin zeminini hazırlamak.
  • Özelleştirme uygulamalarının kötü niyete açık, korumasız yönünü düzenlemek, denetlenebilirliğini sağlamak yoluyla özelleştirme uygulamalarının çıkar aracı haline gelmesinin önüne geçmek.

Tüm bu koşulların tesis edilebildiği, eşitsizliğin ortadan kaldırıldığı, vatandaşlık bilincinin güçlendirildiği, devlette menfaatin ve iltimasın yok edildiği, toplumsal bölüşümün adil olduğu bir Türkiye’de artık hiçbir politikacının vatandaşı hedef alarak “doyurduk ama oy vermiyorlar” deme cüretini asla gösteremeyeceğini hep birlikte inşa edeceğiz.

Her şeyin çok güzel olacağı takvime az bir zaman kala;

“Yolumuz uzun,

  Heyecanımız yüksek,

  Gençliğimiz var!”

*Pınar UZUN
CHP PM Üyesi
chp.pinaruzun@gmail.com