proxy.duckduckgo

Osman Ulagay – Şimdi Sol’un Zamanı

Küresel kapitalizmin çıkmaza sürüklendiği ve özellikle Batı dünyasında küreselleşmeye karşı yükselen tepkilerin demokrasiyi tehdit etmeye başladığı bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşme sürecini başlatan Batı ülkelerinde bir yandan sağdan gelen popülist ve milliyetçi dalganın yükseldiği, diğer yandan küreselleşmenin altın çağında etkisini kaybeden solun kendine yeni bir çıkış yolu aramaya başladığı görülüyor. “Türkiye kendini yenilerken ne yapmalı?” sorusuna cevap ararken, dünyadaki gelişmeleri yakından izlemenin ve dünyanın gündemiyle uyumlu hedefler belirlemenin özellikle sol açısından önemli olabileceğini düşünüyorum.

Çin Komünist Partisi’nin piyasa ekonomisiyle barışıp ekonomik kalkınmaya odaklanmasından 40 yıl, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından 30 yıl, mobil telefonun hayatımızı değiştirmeye başlamasından 20 yıl sonra, sürekli değişimin istikrarı yok ettiği bir ortamdayız. Herkesin gözü sürekli telefonunda, hemen her şey, her an değişime uğruyor, bazen farkına bile varmadan değişime katkıda bulunan insanlar bir yandan da bu hızlı değişime uyum sağlamakta zorluk çekiyor, savruluyor. Neyin gerçek, neyin yalan olduğu konusunda bile anlaşamıyoruz zaman zaman.

Batı çıkmazına çare arıyor

Bu süreçte değişim ve dönüşümü yönetebilenler ilerlemenin meyvelerini toplarken bu ilerlemeye ayak uyduramayanların çoğalması, değişime karşı tepkilerin yükselmesine, eski günlerin özlenmesine ve yeni arayışların gündeme gelmesine yol açıyor.  Batı, küreselleşmeyi tetikledi ama sürecin doğurduğu toplumsal tepkiyi yönetemiyor. Küreselleşmenin yükseliş sürecinde aktif bir rol oynayamayan sol için de, neoliberal küreselleşmenin çıkmaza girdiği noktada yeni bir fırsat doğmuş bulunuyor. Küresel kapitalizmin derin bir çıkmaza doğru sürüklendiği ve küreselleşmenin öngörülmeyen sonuçlarının özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde liberal demokrasiyi bile tehdit etmeye başladığı ortamda, ekonomideki çıkmazları aşmak ve demokrasiyi yaşatabilmek için soldan gelen çözüm önerilerinin daha fazla dikkat çekmeye başladığı görülüyor.                                              

ABD’de Elizabeth Warren, Bernie Sanders ve Alexandra Ocasio- Cortez gibi Demokrat Parti’ninbaşkan adaylarının,  Trump takımının “sosyalist bunlar” suçlamalarına karşın, kapsamlı reform önerileriyle gündem yarattığını görüyoruz. İngiltere’de İşçi Partisi’nin daha demokratik ve katılımcı bir ekonomi yönetimi oluşturmak için geliştirdiği öneriler dikkat çekiyor.

Bunların yanı sıra, kapitalizmin bugünkü işleyiş biçimiyle çıkmaza sürüklendiğini gören dünyanın önde gelen iş insanlarının, büyük şirketlerinin ve US Business Council gibi, ABD iş çevrelerinin etkili kuruluşlarının da sistemin bir çıkmaza doğru sürüklendiğini görerek yeni arayışlar içine girdiği görülüyor. Şirketlerin kendi karlarını ve hissedarlarının çıkarlarını düşünmenin ötesinde, toplumsal ve küresel sorunlara duyarlı, küresel büyümenin önünü açacak, gelir dağılımındaki aşırı bozulmayı durduracak adımlar atmasını isteyen iş insanları çoğalıyor, daha adil ve kapsayıcı bir kapitalizmin gereğine vurgu yapılıyor. İş dünyasının önde gelen organı Financial Times gazetesi şu anda dünyada geçerli olan sistemi “rantiye kapitalizmi” diye niteleyerek, kapitalist sistemin özüne dönerek kendini yenilemesi için bir kampanya başlattı geçenlerde.   

Dünyanın geleceğinde söz sahibi olmaya hazırlanan yeni kuşakların da küresel sorunlarla daha yakından ilgilendiği, insanlığın ve gezegenimizin ortak geleceği konusunda çok daha duyarlı oldukları görülüyor. Gençler, iklim değişikliğinin önemsenmesi, doğal çevrenin korunması, insanlar arasındaki ayrımcılığa son verilmesi ve eşitsizliklerle mücadele edilmesi konusunda kararlı görünüyor.

Batı’nın krizi, solun fırsatı

İletişimin sınır tanımadığı günümüzün dünyasında hızla değişen koşulların doğurduğu tepkilerin sınırları kısa sürede aşarak yeni akımlara, hatta rejim değişikliklerine yol açabildiğini görüyoruz. “Güçlü Tek Adam” rejimlerinin 2013’den sonra hızla çoğalması bunun somut bir örneği.  

Türkiye’deki sol düşüncenin ve siyasetin de soldaki yeni dalgadan esinlenerek kendi ülkesindeki yenilenmeye katkı yapabileceğini düşünüyorum. Türkiye’de sağ cephe 40 yıldan beri dünyanın gündemini ve gidişatını daha yakından izledi ve bunun meyvelerini topladı, 1980’den bu yana Türkiye’nin gündemini hep sağ belirledi.  ‘Güçlü Tek Adam’ rejimini benimseme ve konsolide etme konusunda öne çıkan ülkelerin başında Türkiye geldi. Önümüzdeki dönem bu kez solun dünyadaki gelişmeleri ve trendleri yakından izleyerek Türkiye’ye yeni ufuklar açma konusunda öncülüğü üstlenmesi için ciddi bir fırsat yaratabilir.   

Solun bunu yapabilmek için küresel kapitalizmi eleştirmekle kalmayıp sistemin neden çıkmaza sürüklendiğini analiz etmesi gerekiyor. Bu noktada ister istemez Karl Marx geliyor akla. Marx kapitalizmin tarihteki belirleyici rolünü ve küresel bir sisteme dönüşme eğilimini rolünü çok iyi kavramış olan büyük bir düşünürdü. Marx, 1848’de Engels ile birlikte yazdığı Komünist Manifesto’da, kapitalizmin küresel bir sisteme dönüşme eğilimini vurgularken, sanki küresel kapitalizmin bugün yaşamakta olduğu krizi anlatmaktadır:  

“Üretim araçlarını hızla geliştiren, ulaşım ve iletişimde muazzam atılımlar gerçekleştiren burjuvazi, en barbar ulusları bile uygarlığın içine çeker. Bütün ulusları, yok olma pahasına da olsa, kapitalist üretim tarzını benimsemeye ve burjuva olmaya zorlar. Kısacası burjuvazi kendi imajına göre bir dünya yaratır. Bu süreçte nüfus kentlere yığılır, üretim araçlarının mülkiyeti de az sayıda kişinin elinde toplanır.  Burjuva toplumu bir süre sonra, kendi yaratmış olduğu devasa üretim ve değişim olanaklarını kontrol edemeyen bir büyücüye benzemeye başlar. Tarihte ilk kez üretim(arz) fazlasından kaynaklanan krizler doğar.”  

Son 40 yılda yaşananlar 150 yıl önce yapılmış olan bu değerlendirmeyi doğruluyor. Kapitalizm son 40 yılda kendi imajına göre bir dünya yarattı gerçekten. Çin gibi sistem dışındaki dev ülkelerin de küresel kapitalizmin kapsam alanına girerek bir ekonomik mucizeyi gerçekleştirmesi, Batı’nın hesaba katmadığı sonuçlar da doğurarak özellikle Batı ülkelerinde çok boyutlu bir krize yol açtı.  Bugün dünya ekonomisinin daha hızlı büyümesini engelleyen en önemli nedenin talep yetersizliği olduğu da bir sır değil.

Batı’nın büyük rüyası      

Solun küresel sisteme müdahale ederek daha adil ve sürdürülebilir bir dünyanın oluşumuna katkıda bulunabilmek için kapitalist sistemin çıkmazlarını yakından incelemesi ve bugünlere nasıl gelindiğini iyi anlaması gerekiyor.                                      

Siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” (The End of History) başlıklı makalesi, yaşadığı ABD’de yayınlanan The National Interest dergisinin Yaz 1989 sayısında yayınlandı. Kısa süre sonra, 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı ve Fukuyama’nın makalesi bir anda popüler oldu. Fukuyama, Soğuk Savaş’tan galip çıkan Batı’nın kendi ekonomik ve siyasi sistemini bütün dünyaya kabul ettireceğini belirtiyor ve bu bağlamda tarihin sona ereceğini ileri sürüyordu. O günlerde Batı dünyasında genel kabul gören bu görüşe göre kapitalizmin ve liberal demokrasinin kesin zaferi dünyaya yeni ufuklar açacaktı. Savaş çağı bitiyor ve piyasa ekonomisiyle hızlı kalkınma çağı başlıyordu.

Kapitalizmin küreselleşmesi Soğuk Savaş sonrasında büyük bir hız ve yaygınlık kazandı ve dijital devrimin de katkısıyla dünyayı dönüştürdü. Sol düşünceyi ve sol siyaseti temsil eden akımların ise bu dönüşümü kavrama ve yönlendirmede pasif kaldığı görüldü. Bu büyük dönüşüme zafer sarhoşluğu içindeki neoliberal anlayış damga vururken geleneksel solun bir kesimi ilkesel olarak bu sürece karşı bir tavır aldı. Küreselleşmenin hız kazandığı dönemde İngiltere’de ve ABD’de iktidara gelen İşçi Partisi(Tony Blair) ve Demokrat Parti(Bill Clinton) hükümetleri ise bu yaşananları kapitalizmin ve liberal demokrasinin kesin zaferi olarak algılayan anlayışa teslim oldu. Almanya ve bazı diğer Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat partiler de yaşanan sürece uyum sağladı ve kendi damgasını vuramadı. 

Solun etkili olamadığı ortamda meydan, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kapitalizmin rakipsiz kaldığına ve dünyaya yön vereceğine inananlara kaldı. Kapitalizmin dönüştürücü mikrobunun aşılandığı Çin ve Hindistan gibi ülkeler ise çarpıcı bir ekonomik dönüşümü gerçekleştirerek dünya ekonomisinin yapısını değiştirdi, küresel ekonomide 2008’e kadar süren bir altın çağ yaşandı. Dijital devrimin bu süreci desteklemesi de bu büyük dönüşüme katkıda bulundu. Dünya ekonomisinin büyüme hızı %5’in üzerine çıkarken kapitalizmin özünde eşitsizlik temeline dayanan bir sistem olduğu ve kapitalizmin başını alıp gittiği parlak dönemlerin hep büyük toplumsal ve siyasal çalkantılarla, hatta savaşlarla son bulduğu unutuldu.

Rüyayı bitiren kriz

İlk belirtileri 2007’de görülen küresel finansal kriz bu rüyayı bir kâbusla sona erdirdi. Dünya finans sistemiyle içli dışlı olmayan Çin ve diğer YP ülkeleri krizi daha az hasarla atlattı ama dünya finans sistemine hükmeden Batı ülkelerinde, özellikle Avrupa’da krizin etkisi ağır oldu. Avrupa ülkelerinin çoğunda ekonomik büyüme, kriz öncesindeki düzeylere çıkamadı. ABD ekonomisi ise özellikle dijital ekonominin hızlı yükselişi sayesinde daha çabuk büyümeye geçebildi ama gelir eşsizliğinin hızla tırmanması toplumun geniş kesiminin büyümeden pay almasını sınırladı. Şimdi, ekonomik ve siyasi güç dengelerinin büyük ölçüde değiştiği ve dijital devrimin hayatın her alanını etkilediği bir dünyada yaşarken, büyük bir ilerleme kaydetmiş olmanın rahatlığı değil, değişimin hızıyla ve sonuçlarıyla baş edememenin rahatsızlığı görülüyor Batı dünyasında.   

Şimdi gelinen noktada dünya ekonomisi tatminkâr bir büyümeyi sağlayamazken birçok ülkede sağ popülizmin yükselmesi ve liberal demokrasiyi tehdit etmeye başlaması, birçok kimsenin kafasında çözümün solda olabileceği fikrinin yeşermesine yol açtı. Bir yandan küresel ekonomiye daha kapsayıcı ve istikrarlı büyümeyi sağlayacak bir yapı kazandırmak, diğer yandan gelir eşitsizliğini tırmandıran düzeni değiştirerek tekelleşmeyi sınırlandırmak ve yeni teknolojileri geniş kesimin refahını artıracak şekilde seferber etmek için sol kesimden gelen önerilerin giderek daha fazla ilgi çektiği görülüyor.

Gözler şimdi solda

Küreselleşme süreci ve teknolojik devrim bir yandan yoksulluk içinde yaşayan milyarlarca insanın yaşam koşullarını kökten değiştirdi, iki milyar dolayında insan küresel işgücüne katıldı, yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların sayısı çarpıcı biçimde azaldı. Kapitalizmin küreselleşmesi sayesinde sağlanan bu gelişmeyi görmezden gelemeyiz. Ancak aynı süreçte gelir düzeyi yüksek olan Batı ülkelerinde yaşam koşullarının bozulduğunu, insanların iş güvencelerinin kalmadığını, devletin sağlık ve eğitim gibi temel hizmetleri sağlamakta yetersiz kaldığını gören ve kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş durumuna düştüğünü hisseden insanların sayısının arttığı da bir gerçek.   

Şimdi neoliberal politikaların anavatanı olan ABD ve İngiltere’de, bu politikaların uygulanması sırasında pasif konumda kalan sol, bu politikaların çıkmaza sürüklendiği ve demokrasinin tehdit edildiği noktada yeni arayışlara girdi. Bu arayışlarda, devletin ve kapitalist sistemin daha demokratik, daha adil ve daha verimli çalışmasını sağlayacak açılımların öne çıktığını görüyoruz.

ABD’de özellikle Demokrat Parti’nin başkan adayları tarafından gündeme getirilen politikalar arasında, varlıklı kesime uygulanacak yeni vergilerle finanse edilecek bir modern refah devleti kurulması projesi öne çıkıyor. Bu bağlamda herkesin yararlanabileceği bir ulusal sağlık sisteminin kurulması, herkese devlet okullarında eğitim sağlanması ve çocuk bakımının devletçe sağlanması öneriliyor. Önemli bir diğer öneri ise refah devleti projesini gündemden çıkarmak isteyen büyük sermaye ile siyaset ve devlet kurumları arasındaki yakın ilişkiyi kıracak, lobilerin etkisini azaltacak yasal düzenlemelerin yapılması. Ayrıca yenilenebilir enerjiye geçişi destekleyen ve gerekli altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesini amaçlayan “Green New Deal” projesi de solun önerileri arasında.  

İngiltere İşçi Partisi de son genel kongresinde “Green New Deal” projesini benimsediğini açıkladı. İngiltere İşçi Partisi’nin gündeminde öne çıkan hedef ise “ekonominin demokratikleşmesi”. Devletin ekonomideki belirleyici rolünün yeniden tanımlanması, vergilemede etkinliğin sağlanması, devletin inovasyon yapan firmalara destek vermesi öngörülüyor ama asıl önemli hedefin ekonominin demokratikleşmesi olduğu vurgulanıyor. Bu çerçevede özellikle etik kriterlere uygun yatırım yapan yerel firmaların desteklenmesi, çalışanların firmalarda hisse sahibi yapılması, yönetime katılması ve kardan pay alması,  kooperatiflerin desteklenmesi ve yerel yönetimlerin ekonomideki dönüşümü desteklemesi öngörülüyor. İngiltere İşçi Partisi herkese vatandaşlık geliri sağlanmasını öngören uygulamaya da sıcak bakıyor.

Küresel kapitalizmin çıkmaza sürüklendiği ve liberal demokrasinin doğduğu ülkelerde bile sınandığı noktada solun, daha adil ve sürdürülebilir bir dünyanın kurulmasına ve demokrasinin yaşatılmasına katkı yapma şansı artmış görünüyor.  Bu küçümsenecek bir misyon değil. Bu gelişmelerin kendisine yeni bir yol çizme ihtiyacını yoğun biçimde hisseden Türkiye’deki sol için de esin kaynağı olabileceğini düşünebiliriz.    

*Osman ULAGAY
Gazeteci-Yazar, Ekonomist
ulagayosman@gmail.com