2019’a doğru sol ve sosyal demokrasi ne durumda? Sola düşen görev nedir? Türkiye’de nasıl bir strateji izlenmelidir? Derginin bu sayısı için benden istenen yazının çerçevesi bu sorularla çizilmişti. Bu yazının sınırlarını zorlamadan bazı saptamalarımı ve görüşlerimi sunmaya çalışacağım. Ama önce Avrupa ölçeğinde kısa bir değerlendirme yapalım.[1]
Avrupa’da sosyal demokrasi çökerken…
Batı Avrupa ülkelerinde son on yılın en göze batan gelişmesi geleneksel merkez-sol /sosyal demokrat partilerde bir çöküş yaşanıyor olmasıdır. Kuşkusuz ülkelere göre gerileme düzeyinde farklılıklar vardır, ama -Birleşik Krallık hariç tutulursa- hemen hepsinde merkez sol siyasetler hem oy kaybına hem de ülke siyasetinde ağırlık kaybına uğramaktadır. Fransa’da Sosyalist Parti hem cumhurbaşkanlığı hem de genel seçimlerde büyük çöküş yaşarken, Almanya’da SPD M. Schulz transferine rağmen tarihi bir yenilgi yaşamıştır. İspanya, İtalya ve Yunanistan sosyal demokrat partileri ve Tony Blair yönetimi altında İşçi Partisi de benzer bir süreçten geçmişlerdir.
Sosyal demokrasinin tarihsel olarak en güçlü olduğu coğrafyada böylesine bir ortak kaderi paylaşmasının arkasında, 1980 sonrasındaki neoliberal dönüşüme tam teslim olması ve Almanya-İngiltere-Fransa örneklerinde ayrıca emperyalizm adına küreselleşme sürecini yönetmeye talip olması yatmaktadır.
Aslında Avrupa’nın genelinde çözülme girdabına giren partiler arasında merkez sağ partiler de yer almakta, hepsi merkezde birleşen sağ ve sol partilerin artık toplumların taleplerine karşılık gelememeye başladıkları yeni bir süreç çalışmaktadır. Merkezde toplanmak, bu merkezin kalbinde olan sermayenin eteklerinde toplanmak anlamına da geldiğinden, buradan 40 yıllık neoliberal birikim tarzına güçlü bir seçenek üretilmesi de mümkün olamamaktadır. Kuşkusuz tanımı gereği siyasetini buradan kuran geleneksel sağ partilerden önce, ilk ve büyük darbeyi neoliberal birikim tarzına çözüm üretemeyen ve sermayenin gündemine angaje olan merkez sol partiler yemektedir. Düşünün, son seçimlerden sonra Almanya’da Merkel’in koalisyonuna katılmayı -koalisyonun küçük partisi olarak Merkel politikalarına destek vermenin aleyhine çalıştığını açıkça gördüğü için- kararlılıkla reddeder gözüken SPD, büyük sermayenin baskıları sonucu yeniden potaya girmeye -adeta kendi mezarını kazmaya- ikna edilebiliyor. Merkel ise, SPD’nin ve Yeşiller’in savunduğu nükleer programa son, çevrecilik, göçmen politikasında katılıktan uzak durmak, kadın ve LBGTI hakları savunuculuğu yapmak ve aynı cinsten evliliklere onay, vb. birçok konuyu kendi hanesine yazarak “soldan” siyasi rakiplerine adeta alan bırakmıyor. Alan bırakmıyor, çünkü “sol” adına kimlikçi ve “hümanist” politikalara sıkışan, farklı bir dış politikası dahi olamayan, sermayenin çıkarlarıyla çatışmayan, dolayısıyla emekçi sınıfların sözcülüğünü çoktan terkeden merkez sol siyasal formasyonların siyasal seçenek olma vasıflarını tamamen aşındırıyor.
İngiltere umut olabilir mi?
Bütün bu zemin kayıplarında anlamlı bir aykırılığın, İngiltere’den Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nden (İP) geldiğini görüyoruz. Corbyn’in, İP’nin geleneksel sol temalarına dönüş yaparak Parti’nin oylarını ciddi bir biçimde arttırabilmesi ve iktidar seçeneği olabilecek bir konuma yükseltmesi, merkez soldaki sağa kaymanın seçenek olamayacağını göstermesi bakımından iyi bir ders oluşturmaktadır denilebilir. Corbyn’in önce kendi partisi içindeki karşıt cepheyi yenmek zorunda kaldığı, bunu da ancak Parti’nin geniş üye tabanı sayesinde başarabildiğini kaydetmek gerekir. Corbyn’in 2017 seçimlerindeki programının sadece bazı öğelerine bakmak bile Türkiye açısından bazı sonuçlar çıkarmaya yardımcı olabilir:
-“Kemer sıkma politikalarını sonlandırmak ve kamu hizmetlerine büyük yatırımlar yapmak;
-Demiryolları, posta, su ve elektrik sektörlerinde kamulaştırmalar yapmak;
-2020’ye dek asgari ücreti saatte 10 sterline çıkarmak;
-Kurumlar vergisini 2021’e kadar %26’ya çıkarmak;
-Yıllık 80 bin sterlin – yani 425 bin TL- üzerinde gelire sahip olanlara yönelik vergileri artırmak;
-Sağlıkta bugüne kadarki özelleştirmeleri geri çevirmek…”.
Kendi partisinde tam hakimiyeti kuramamış olan Corbyn’in İP’si henüz iktidar olabilmiş de değildir. AB dışında kalan, ABD ile yakınlaşma süreçlerine biraz eli mahkum gibi görünen bir Birleşik Kralllık’ta -ki ayrılıkçı akımlarla da boğuşan bir BK’ta-, üstelik Kıta Avrupası’nda benzer içerikli programlara sahip merkez sol iktidarlar da oluşmadan, ne kadar akıntıya karşı tek başına yüzebileceği de büyük belirsizlikler taşır. Bütün bunlara rağmen, İngiliz hakim sınıflarına belirli ölçülerde meydan okuyan bir programı savunarak iktidar seçeneği olabilmesinden alınacak önemli dersler vardır. Bu dersleri alması gerekenlerin başında da, Türkiye gibi bir çevre ekonomisinde güçlü bir bağımsızlıkçı ve emek yanlısı programa sahip olamayan Cumhuriyetin tarihi partisi CHP bulunmaktadır.
Türkiye: Halkın talepleri ile geleneksel siyasetin çözümleri uyuşmuyor
Türkiye 1950 sonrasında esas olarak sağ sermaye partileri tarafından yönetildi. 1970’lerde CHP liderliğindeki koalisyon iktidarları sermayenin programından bazı sapmalar gösterdiği için sermayenin hışmına uğramıştı. Muhtemelen 24 Ocak ve 12 Eylül 1980 dayatmalarının ekonomi ve siyaset üzerindeki etkilerini de üzerinde taşıdığı için olsa gerek, hem 1991-95 DYP-SHP koalisyonu (Şubat 1995-Mart 1996’te SHP yerine CHP geçecek), hem de 1999-2002 DSP-MHP-ANAP koalisyonu, merkez sol hareketin sermaye programına uyumunun tam olarak sağlandığı iktidar deneyimleri oldu. SHP, iktidara hazırlanırken 1988-89’da parti dışı uzmanları da katarak hazırladığı ve mevcut uygulamalara radikal bir alternatif olabilecek “Antienflasyonist Bir İstikrar Programı”nı uygulama fırsatını bulamadı. Gene de SHP’li uzmanların çabasıyla DYP-SHP’nin ilk koalisyon protokolüne kamu-özel dengesini koruyacak ve özelleştirmeleri sınırlayacak bir şekilde bu program kısmen yansıtılabildi; ama bu ekonomik program hemen akabinde yazılan Hükümet programında DYP’nin etkisiyle aşındırıldı. Ardından önce Ekonomi Bakanı Çiller’in neoliberal programı (UDİDEM) kabullenildi, 1993 sonrasında da Çiller’in başbakanlığında sürdürülen koalisyonun daha liberal/özelleştirmeci bir hükümet programını benimsemesine sessiz kalındı; nihayet emek ve köylü karşıtı 5 Nisan 1994 Kararları ile uygulamaya sokulan IMF programına destek vermesi SHP’nin ömrünü tüketen gelişmelerin sonuncusu oldu. Bu dönemde özelleştirmeler, ANAP dönemine göre hız kazandı.
DSP’nin katıldığı koalisyon deneyimleri 1997’de başladı, 1999’da Ecevit’in başbakanlığında sürdürüldü. Ekonomik koşullar zorlamadığı halde IMF ile 9 Aralık 1999’da imzalanan stand-by anlaşmasıyla kapsamlı bir emek ve tarım aleyhtarı istikrar ve yapısal dönüşüm programının kapısı açıldı. Bu programın 2001 Şubatında çöküşü, programa daha fazla biat edilmesiyle sonuçlandı; DB başkan yardımcısı TC Başbakan Yardımcılığına getirildi; aynı süreçte DB’na da bir niyet mektubu verilerek yapısal dönüşüm programı teyit edildi. Türkiye 24 Ocak Programı’ndan daha kapsamlı bir yapısal dönüşümü Ecevit iktidarı altında başlatırken, merkez solun bu kanadı da uluslararası sistem tarafından teslim alınmış oldu. Koalisyonun içten çökertilmesi sonrasında siyaset alanı bu defa altın tepsi içinde siyasal İslamcı hareket olarak iktidara hazırlanan partiye teslim edildi.
Siyasal İslamcı hareket merkez sağın tam tasfiyesini 2002 sonrasındaki seçimlerde sürdürdü ve seçmen kitlesinin yarısına hitap eden bir ağırlık kazandı. Sağın bloklaşması, merkez solun iktidar seçeneklerini -yerel yönetimler dışında- tamamen tüketti. 16. yılına giren AKP iktidarı altında CHP’de temsil edilen “merkez sol” hareket, her iki genel başkanın döneminde de merkeze doğru yönelişini sürdürerek sağa kaydı. Sermaye çevreleriyle ters düşmemek ve neoliberal programla uyumlu görüntü vermek üzerine inşa edilen CHP siyaseti, AKP’ye giden seçmene de hitap etmek adına, laiklik ilkesini de aşındıran sağa açılım hamlelerini özellikle 2010 sonrasında pekiştirdi. Bu, ekonomik liberalizm yanına -her zaman çok açıkça dillendirme cesareti bulunamasa da- siyasi liberalizmi de eklemek anlamına gelmekteydi. Milletvekili, PM üyesi, belediye başkanı, il başkanı tercihlerine de belirli ölçülerde yansıdı.
Bugünkü siyasi tablo bu bakımlardan ilginç boşluklar içermekte, toplumsal talepler siyasi karşılıklarını bulamamaktadır. Siyasetin en temel dengesizliği olarak, büyük bir yoksulluklar denizi ortasında küçük bir varsıllar ve yağmacılar adası hüküm sürmektedir. Gelir ve servet dağılımı eşitsizlikleri AKP döneminde durmaksızın büyümekte; kentsel alanlar, topluma ait ortak kamusal mülkiyetler yağmalanmakta, bütün bunlar dinci siyasetin ve iktidar medyasının göz boyamalarıyla görünmez kılınmaktadır. Buna rağmen, iktidar partisinin kitlelere verebileceği bu dünyaya ilişkin umutlar ve hayaller tükenmiş durumdadır. Bu nedenle içerde daha fazla kutuplaştırma, daha fazla düşmanlaştırma, daha fazla hukuksuzluk ve zorbalık, dışarda da daha fazla milliyetçi hamasetler ve dış politika fiyaskolarını telafiye dönük askeri operasyonlar peşine düşmektedir.
İktidar partisinin maddi toplumsal taleplere maddi karşılıklar sunamadığı, yağmacı sistemin zekatına dönüşen sosyal yardım tortularının yoksullaşmaya, işsizliğe çare olamadığı, sömürü ilişkilerini giderek daha görünür kılan iş cinayetlerinin çığ gibi büyüdüğü, açlıktan/işsizlikten bunalan örgütsüz kitlelerin intihara, kendini yakmaya, kendi bedenine zarar vermeye dönük eylemlerinin çoğaldığı bir ortamda geniş kitlelerin gerçek anlamda sözcülüğünü üstlenebilecek bir muhalefet partisi için aslında nesnel olarak bulunmaz siyaset seçenekleri oluşmuş demektir. Peki ama öznel durum da böyle midir?
Öncelikli mesele, bugünkü sermaye iktidarının meşruiyetinin sorgulanmasıdır. TÜSİAD çevrelerinin tek adam rejiminden rahatsızlıkları -kendilerine dönük kaygıları- yanıltmamalıdır. Bu çevrelerin tek derdi, artık uluslararası sistemin de arzuladığı gibi, Erdoğan’sız bir AKP rejiminden başkası değildir. Solun derdi bu olamaz, hedefini böylesine kısır bir sermaye programıyla örtüştüremez. Sol, doğrudan doğruya iktidarın sınıfsal kimliğini hedef almak durumundadır. Esasen, din istismarını en pervasız şekillerde sürdüren bugünkü iktidarın en zayıf noktası da bu açık sermayeci kimliğidir. Sermaye sınıfları adına yönettiği iktidarını kendi parazit/yağmacı sermaye sınıfını da oluşturarak tahkim ediş biçimine, bizzat tepe siyasetçilerinin de kamu kaynakları üzerinden palazlanarak -adeta Rus oligarklarının peydahlanma hızıyla- milyarderler sınıfına katıldığına bakıldığında, iktidarı paylaşan siyaset erbabının sermayenin temsilcisi olmaktan doğrudan sermayedar olmaya doğru evrildiğini saptayabiliriz.
Dönüşüm önerisi
Gerçekleştirilmesi önerilen dönüşüm merkez sol açısından kolay değildir. Önerilen, 1991’den itibaren içine girilmiş bulunan sistemle-uyumlu yolun terkedilmesi ve neoliberal sisteme alternatif oluşturabilecek radikal bir emek yanlısı programın benimsenmesidir. Bu, halkçılık ve kamuculuk ilkelerinin yeniden tanımlanarak ete kemiğe büründürülmesidir. Bu programın diğer ayağı ise, Cumhuriyetin kurucu partisinin yeniden kuruluş değerlerine sahip çıkması, cumhuriyetçi, laik ve bağımsızlıkçı kimliğini pekiştirmesidir.
Ancak böylelikle dinci siyasete kaptırılan emekçi kitlelerin ilgisini çekebilecek bir alternatif siyasi kutup oluşturulabilir. Bunun CHP açısından “devrimci” sayılabilecek bir dönüşüm olacağına kuşku yoktur. Peki böyle bir dönüşüm mevcut kadrolarla götürülebilir mi? İki nedenle götürülemez.
Birincisi, bu kadrolar kendi iç dönüşümlerini yapabilseler dahi -ki, bu çok zordur- eski ağızlarda yeni sözler inandırıcı olmayacaktır. Tıpkı, “ortanın solu” kavramını siyaset ortamına süren İ.İnönü’nün 1965 ve 1969 seçimlerinde oy kaybına uğraması, buna karşılık aynı kavramın Ecevit’in ağzında -kuşkusuz 1971 askeri cuntasına karşı duruşunun ve partinin eski nesline karşı zafer kazanmasının da etkisiyle- 1973 seçim başarısını getirmesi gibi. Dolayısıyla partinin lider ve yönetici kadrosunun değişmesi şarttır.
İkincisi, CHP yönetici-milletvekili profilinin ciddi bir dönüşüm geçirmesi gerekecektir. Bugünkü yapıda hakim olan küçük burjuva -serbest meslek sahipliği, küçük iş adamlığı- ve burjuva -müteahhit ağırlıklı işadamlığı- nitelikli sınıf profilinin, ücretli kesimlerin bütün katmanlarını içeren emekçi kesimler ile küçük köylülükten ciddi bir takviye alması gerekecektir. CHP, eli nasırlı kent ve kır emekçilerini vitrinine taşımadan, emek yanlısı bir dönüşüm geçirdiği konusunda ikna edici olamayacaktır. Geniş ücretli ve küçük üretici kitlelerin kendileriyle özdeşlik kuracakları yeni figürlere ihtiyaç olacaktır.
2019 öncesinde böyle bir dönüşüm olasılığı bizce zayıf göründüğünden, buradaki önerimizin ancak üçlü seçimler sonrasında tartışılabilecek duruma gelebileceğini düşünmekteyiz. Daha kısa vadeli seçim stratejilerini burada dile getirmenin ise şimdilik pratik bir faydasının görülebileceği kanısında olamıyoruz.[2]
[1] Dünya ölçeğinde bir değerlendirme için, K. Boratav’ın 12 Ocak 2018’de Sol Haber Portalı’nda yayınlanan “Dünya Solu, Dünya Sağı” yazısı geniş bir görüş açısı sunmaktadır.
[2] Bu konuya bir ölçüde değinen yakın tarihli şu iki yazımıza göndermekle yetiniyoruz: “Yetmezlikler”, 26.12.2017, Sol Haber Portalı ve “Yeni Yılın Şafağında”, Sol Haber Portalı, 2 Ocak 2018.
*Oğuz OYAN
Türk Sosyal Bilimler Derneği Başkanı, Prof. Dr.
Emekli Milletvekili
oguzoyan@gmail.com