Türkiye 2015 yılında iki genel seçim yaşadı. Birincisi, olması gerekendi; ikincisi, olmaması gerekendi; ama iktidar ve muhalefetin ortak çabalarıyla olduruldu. İlkinin kaybedeni olan iktidar partisi, ikincinin kazananı oldu.
7 Haziran Seçimi
7 Haziran seçimlerinde iktidar partisi 9 puana yakın geriletilmiş ve tek başına hükümet kuramaz konuma sokulmuştu. Bu, 13 yıllık yönetiminde kuvvetler birliğini büyük ölçüde elinde toplayan, ayrıca medyayı da kontrol eden totaliter bir iktidar türüne karşı önemli bir başarıydı.
Bu başarıda iki grup etken rol oynamıştı. Birincisi; bu başarı, Haziran 2013’teki kitle direnişi ile Aralık 2013’teki yolsuzlukların açığa çıkışının yarattığı iktidar yıpranmasının güçlü izlerini taşıyordu. Bu etkiler 2014 yerel seçimleri ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de görülmüştü. İktidar partisi, yerel seçimlerde 2011 başarısının gerisine düşmüş, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de beklediğinden daha azını almıştı. Eğer her iki seçimde de ana muhalefet doğru adaylarla seçimlere girebilse daha başarılı da olabilirdi.
7 Haziran seçim başarısını etkileyen ikinci grup etken, muhalefet partilerinin üçünün de seçim sürecinde Erdoğan’ın tek adam yönetimine ve buna bağlı yeni toplum –anayasa- projesine karşı güçlü mesajlar vermesiydi. CHP, yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı ekonomik önlemleri dışında kendi toplum projesini pek anlatmasa da, en azından iktidarın toplum projesinin bir bölümüne ve özellikle Erdoğan’ın tek adam rejimine ve nepotizmine (aile/yandaş kayırmacılığına) karşı olduğunu açıklıyordu. HDP-Demirtaş da “başkanlık karşıtlığı” ile bunu yapmıştı. Üstelik, %10 barajını geçmek konusunda kendi seçmen tabanını aşan bir seferberliği harekete geçirebilmiş ve HDP dışından da, -AKP’ye yönelmiş Kürt kökenli muhafazakar seçmen ile CHP seçmeninden- destek alabilmişti. Bunun arkasındaki temel güdülerden biri de, en azından önemli bir seçmen kümesi açısından, dört partinin barajı geçtiği bir tabloda AKP’nin Meclis’teki gücünün kırılabilmesiydi. Bu güdü, CHP seçmeninde oldukça yaygındı. MHP dahi, Erdoğan ve yolsuzluk karşıtlığıyla, iktidara milliyetçi yüklenmeleriyle oldukça iyi bir oy oranı elde edebilmişti.
Ancak seçimlerde sağlanan başarı, sonrasında sürdürülemedi. İktidarın siyasi aklı ve oyun kurma becerisi, muhalefetinkini yenmeyi başardı.
İki seçim arası/birinci aşama
Bu aşamada, muhalefet eline geçen altın değerindeki fırsatları harcarken, Erdoğan yönetimindeki iktidar kanadı ilk günden itibaren seçimlerin yenilenmesine odaklandı ve “üç alanda” kartları yeniden karmaya başladı. Bu “alanlardan birincisi”, 2002’den itibaren bütün seçimlere barış ortamında giren ve bunun olumlu siyasi meyvesini yiyen AKP için şimdi “kışkırtılan bir çatışma ortamına” ihtiyaç vardı. Seçmenlerin oy verme davranışını bu kadar kısa zamanda altüst etmenin en etkili yolu bulunmuştu. Bu stratejinin başarılı olması herhalde zor görülmüyordu; çünkü PKK’nın terörü tırmandırarak karşılık vereceği tahmin ediliyordu. Bu strateji çalıştı ve hatta kentlerde hendek kazma ve özerklik ilanı gibi akıl dışı taktiklerle iktidar kanadına, siyasi belirsizliğin karşılığının terör ve kaos olduğunu işleme fırsatı tanınmış oldu.
Kartların yeniden karıldığı “ikinci alan”, “milliyetçilik kartının” MHP’nin elinden alınmasıydı. İktidar olmanın verdiği güç ve olanaklarla, bu arada TSK ile amaç birliğinin tekrar pekiştirilmesinin itkisiyle, sınır ötesi operasyonlar da devreye sokularak PKK’ya beklenenden ciddi darbeler vurulmaya başlandı. Bu yolla hem MHP tabanı hem de HDP’ye kaptırılan bölgedeki eski AKP seçmeni etkilenebildi. Çatışmasızlık ortamında PKK bölgede alan hakimiyetini ele geçirmiş görünüyordu ama bunun zayıf halkası, kitlelerin artık çatışma ortamına geri dönüşe olumsuz tepki vermesiydi. Üstelik, bölgede her zaman güce ve iktidara biat eden önemli bir kesim vardı ve TSK’nın son operasyonlarının iktidar gücünü elinde tutandan yana yeni bir siyasi konumlanışı tahrik etmesi kaçınılmazdı.
Kartların yeniden karıldığı “üçüncü alan”, kitlelere “koalisyonun çözüm olamayacağının” gösterilmesiydi. Bu konuda muhalefet ve özellikle MHP iktidardan daha gayretli çıktı. Aslında muhalefetin eline iki fırsat geçmişti.
Bunun birincisi, AKP’siz bir hükümet kurmanın mümkün olduğunun gösterilmesiydi. Ancak bu olasılık, tüm seçenekler medya beyanları üzerinden harcanarak doğmadan tüketildi. Adeta AKP’siz bir koalisyon kurulamayacağı daha ilk haftadan ilan edilmişti. Bunun başrolünde MHP vardı ama CHP de süreci daha iyi yönetilebilirdi. Örneğin MHP liderine başbakanlık önerisinin medya aracılığıyla iletilmesi büyük hataydı; ayrıca CHP, AKP ile oyalama görüşmelerine teslim olmayarak hükümet kurma sırasının kendisine geçmesini kendi eliyle heba etmeyebilirdi.
İkincisi, hükümet kurmadan da Meclis çoğunluğu üzerinden yapılabilecek işler vardı. 7 Haziran’da muhalefet partileri tek parti hükümeti karşısında 13 yıldır ilk kez yasama çoğunluğunu ele geçirmişlerdi. Meclis başkanlığı kritik pozisyondu ve eğer kazanılabilseydi -ki herşeye rağmen mümkündü- meclis komisyonları kurulabilecek ve yasama organı çalıştırılabilecekti. Böylece yasa teklifleri üzerinden birçok adım atılabilirdi: Seçim barajından iç güvenlik yasasına, emeklilere ikramiyeden asgari ücrete ve çiftçiye vergisiz mazota kadar. Bunlar girişim düzeyinde kalsaydı bile, seçimlerin yenilenmesi ihtimali halinde büyük bir avantaj sağlardı. Ama muhalefet fırsatı kullanamayınca, azınlık olmasına rağmen AKP Meclis başkanlığını alabildi ve sonrasında da Meclis’i kapatabildi. Siyasi parti gibi davranma becerisini gösteremeyenler, “parti” gibi davranma stratejilerine sahip olan, üstelik iktidarını yitirmemek için her türlü “etik dışı” düzeneği, bu arada terörü de bir siyaset aracı olarak kullanabilen AKP tarafından kolayca altedildi.
Bundan sonrasında, hükümet kurma görevini alan AKP’nin “niçin koalisyon kurulamaz” senaryosunda ana muhalefet partisini figüran olarak kullandığı döneme girildi. İktidarın “seçimlerin tekrarlanması” görüşünün gerekçelerini üretmek ve anayasal süreleri aşabilmek için sergilediği bu oyalama taktikleri sonuçta “ya tek başına AKP ya da çözümsüzlük” mesajlarını daha güçlü verebilmek adına uygulanıyordu. Böylece, bu “boşa kürek görüşmeler” zemini, “hayırcı Bahçeli” ve “terörle bulaşık HDP” algıları üzerinden de kuvvetlendirilerek, “koalisyon niçin çözüm olamaz” vurgusu kitlelerin kafasına çakıldı. İlk aşama AKP açısından başarıyla tamamlandı.
Peki kullanıldığının farkında olmadığı söylenemeyecek olan CHP bundan ne kazanmayı umuyordu? Tekrarlanma ihtimali yükselen seçimlerde “biz koalisyon görüşmelerinden kaçmadık” ve gelecekteki seçim sonuçları da koalisyonu işaret ederse “biz ülkeyi hükümetsiz bırakmayacağımızı kanıtladık” diyebilme, yani kendini ortalama seçmenin eleştirilerinden sakınabilme rahatlığı… Yani sorumlu, olgun, sorun çıkarmayan bir sistem partisi gibi davranma potansiyelini göstererek merkezdeki seçmeni ürkütmemek kaygısı. Doğrusu, altıoku arasında “devrimcilik” ilkesi ve geleneği bulunan bir parti açısından, risk almaktan kaçınan ve sadece mevcut oyunu korumaya dönük reflekslerin egemen olması üzüntü vericiydi.
İki seçim arası; ikinci aşama
İkinci aşama, “seçimlerin yenilenmesinin kesinleşmesi sonrasıydı”. Bu aşamaya, “terörün kitlelere bölge dışında da korku salmasını” sağlayacak ve muhalefetin seçim çalışmalarını sekteye uğratacak gelişmeler damgasını vurdu. Seçimlere üç hafta kala gerçekleştirilen Ankara katliamı, gözü korkutulan seçmenin iktidar partisine yönelmesini sağlayacak ölçüde etkili oldu. Suruç’ta olduğu gibi Ankara katliamında da iktidarın IŞİD katillerini engellemek için elinden geleni yapmamış olduğu görüntüsü (Başbakanın olay sonrası açıklamaları bunu kuvvetlendirmişti), seçim sürecinin hangi baskılar altında gerçekleştiğinin yeni bir kanıtı gibiydi. Olay sonrasında muhalefetin miting alanlarını boşaltması da iktidarın kampanyasını daha görünür kılmaya yaradı.
Her durumda, seçmeni ürküten “terör geri geldi” algısı 7 Haziran sonrası hem PKK hem de IŞİD üzerinden yaratıldı, ama hepsi HDP üzerine bulaştırıldı. Hatta, Ankara’daki saldırıların en büyük mağduru olan HDP, milletin kafasını karıştırmak maksatlı “PKK-IŞİD-DHKP-C kokteyl örgütü” uydurmalarıyla adeta bombalamanın dolaylı sorumlusu olarak gösterilmek istendi.
Aynı süreçte merkez medyaya saldırılar fiziki boyutlara (Hürriyet Gazetesi’nin taşlanması ve A. Hakan’ın dövülmesi) taşındı. Saldırganların AKP’li kimliği özellikle açığa vuruldu. Böylece AKP, “meydan okuyucu ve baş kaldıranları sindirici” bir siyasi güç olarak temayüz ederek, kitlelere “ya bendensin ya da karşımdasın ve sonuçlarına katlanırsın” mesajını vermeye başladı. Bu kaygı ve korku ortamında, seçime birkaç gün kala eski ortak Cemaatçi medyanın baskınla ele geçirilmesi de bunlara eklendi. Toplumun korkutulup gelecek endişeleri içine daha fazla sokulmasına yol açan bu son hamleler, muhalefeti kendisi için en olumsuz koşullarda seçimlere gitmek zorunda bıraktı. Birçok partiyi baraj altında bırakan 2002 seçimlerinin koşulları kısmen yeniden yaratılmıştı sanki.
İktidar bu faşist baskılama yöntemlerini kullanırken muhalefet düşük siyasi profil kullanmaya özen gösteriyor, gerilimi arttırmayan cici siyasi partiler görüntüsü vermeye çalışıyordu. Muhalefetin 7 Haziran seçimlerine giderken harekete geçirdiği heyecan dalgası 1 Kasım öncesinde ortada yoktu. Çünkü 7 Haziran öncesindeki tezlerini bizzat kendileri aşındırmıştı. AKP’den ve yolsuzluklardan hesap sorma çizgisinden, “AKP ile koalisyon yapılabilir” çizgisine CHP ve HDP artık çok yakındı. HDP, “seni başkan yaptırmayacağız” güçlü vurgusundan “tek adam yönetimine hayır” yumuşamasına gerilemişti.
CHP’nin ekonomik-sosyal vaatleri daha da genişletilmiş olmasına rağmen bu defa bunların bir bölümü iktidar partisi tarafından da benimsendiği ve üstelik tüm medya olanakları iktidara çalıştığı için, CHP’nin bu konulardaki öncülüğü kolayca sıradanlaştırılmıştı. Kaldı ki, dinci bir otoriter rejim inşası peşindeki bir partinin sadece ekonomik vaatlerle geriletilmesinin mümkün olamayacağı açıktı.
Cumhuriyet’in kurucu partisinin ancak laik-cumhuriyetçi mevzilere ödünsüz sahip çıkarak böyle bir karşı-devrim projesinin karşısına çıkabileceği, emek yanlısı bir programın (önerilen parçalı vaatleri aşan bir alternatif ekonomik program bütünlüğünün) ancak bu duruşla birlikte, onun üzerine konularak anlam kazanabileceği, ne yazık ki partide tartışma konusu bile yapılamamıştı.
1 Kasım sonrası CHP’nin yeniden yapılanma zorunluluğu
1 Kasım 2015 seçimleri, teokratik-otokratik bir rejim inşasında önemli mesafeler katetmiş bulunan Erdoğan ve partisine dört yıllık bir süre daha iktidar olanağını vermiştir. Bu, sadece CHP açısından değil, laik-cumhuriyetçi-sol kesimlerin tümü açısından çok ciddi bir tehdit ve yeni bir meydan okumadır. Bu meydan okumayla başedilmesi, edilgen ve uzlaşmacı tavırlarla değil, tam cepheden sol-cumhuriyetçi bir meydan okumayla olabilir.
Bugün AKP’nin toplumun önüne kurduğu yeni tuzak, oluşturduğu İslamcı otoriter rejimin anayasasını onaylatmaktır. Bu konuda HDP kendi tek gündemini tekrar masaya getirmek uğruna “başkanlığa hayır” rezervlerini geri çekebileceğini şimdiden belli etmiştir. Başkanlık gündemli olsun olmasın CHP’nin AKP anayasasına kararlı bir HAYIR çizgisinde durması gerekir. Ancak ilk günden bu kararlılığın gösterilemeyeceği münferit demeçlerden anlaşılmıştır. Kaldı ki, 24. yasama döneminde AKP ile anayasa görüşmelerine fazlasıyla bulaşan ve AKP ile koalisyona çok heveskar olduğunu belli eden CHP yönetimi açısından kararlı duruş olasılığı zayıflamıştır. Bugünkü CHP yönetiminin anayasa görüşmelerinden kaçınabilme gerekçelerini (başkanlık başlığı dışında) tüketmiş olması, CHP’de bir yönetim değişikliğini gerektirebilecek ilave bir sebep olarak ortaya çıkmaktadır.
1 Kasım seçimleri, “CHP’de yönetimin yeniden yapılanmasının aciliyetini” nihai olarak gözler önüne sermiştir. Bunun önünün açılması şarttır. Burada birinci derecede siyasi sorumluluk üstlenmesi gerekenler, partinin Genel Başkanı ile Merkez Yönetim Kurulu’dur. Her iki organın da seçim sonuçları açıklandığında “gereğini yaparak” partinin önünü açması en doğru davranış biçimi olurdu. Ancak vakit geçmiş değildir. Bugün CHP Genel Başkanı’nın kurultayda yeniden aday olmayacağını açıklaması da benzer sonuçları doğurur.
Böyle bir tutumun üç önemli sonucu olur. Birincisi; bu jest, Genel Başkan’a büyük bir prestij kazandırır ve CHP tarihine olduğu kadar Türkiye siyasi tarihine de anlamlı bir örnek oluşturur. İkincisi; partinin genel başkanlık yarışı çok daha fazla seçenekli bir ortamda gerçekleşebilir. Bugün ortaya çıkmayan veya çıkamayan adaylar da yarışa girebilir. Bu, daha demokratik seçim düzeneklerinin işlemesine ve böylece belki de daha iyi bir devam senaryosunun oluşmasına yol açar. Nihayet üçüncüsü; kurultayın, sadece son iki seçimin değil önümüzdeki dönemin de geniş bir değerlendirmesini yapmasını, bu arada PM’nin MYK’yı belirlemesini engelleyen anti-demokratik tüzük hükümlerinin değiştirilmesini gündemine alarak daha serbest bir tartışma-karar platformuna dönüşmesi sağlanabilir.
*Oğuz Oyan,
CHP Eski Milletvekili,
oguzoyan@gmail.com