4tWyu

Oğuz Oyan – Anayasa Referandumu, Rejim Değişikliğinin Son iki Hamlesinin İlkidir

Tarihsel gelişme

Başkanlık sistemi, tıpkı parlamenter sistem gibi, bir ülkenin siyasi tarihindeki gelişmelerin ürünüdür. Bunun dışındaki zorlamalar, ya çalışması zor eklektik ve uyumsuz yapılara yol açar ve sürekli kriz üretir ya da totaliter bir rejimin üstyapısını hazırlar. Daha çok üçüncü dünya ülkelerinin otoriter yönetimlerine uygun düşen bu sonuncu durumdaki sistemlere, Tarık Zafer Tunaya’nın önerdiği gibi, “başkancı rejim” demek daha doğrudur. Türkiye’de referandum için önümüze sürülen sistem tam da bu yapıdadır.

Bu bir zorlamadır ve Türkiye’nin siyaset tarihinin gelişim çizgisine uygun değildir. Nedir bu çizgi? 1876’daki birinci meşrutiyetten itibaren, yani tam 140 yıldır, parlamenter yapının öne çıktığı bir siyasi gelişmedir. 1876’da kurulan parlamento gerçi uzun süreli olamamış ama 1909’dan sonra kalıcı olarak parlamenter sisteme geçilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi ve ardından gelen 1921 Anayasası, Meclis’in oynadığı rolü doruğa çıkarmıştır. Bu Meclis, sadece yasama yapmamış, aynı zamanda savaşı yönetmiştir. İcra Vekilleri Heyeti doğrudan doğruya Meclis’e bağımlı olarak görev yapmıştır.

İzleyen dönemlerde de bu yapı, gerek tek parti döneminde gerekse 1960’a kadarki çok partili yaşamda, esas olarak korunmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, en güçlü olduğu zamanlarda bile Başbakanın yetkilerini elinde toplamaya veya Başbakan ile Bakanlar Kurulunu etkisizleştirmeye girişmemiştir. Merkezi güç konumunda olan Meclis’i feshetme yetkisine de sahip olmamıştır.

Anayasaların yapıları açısından bakıldığında, 1921 Anayasası tam bir kuvvetler birliğidir ama kuvvetler bir kişide değil Meclis’in toplu sorumluluğu altında birleşmiştir. 1924 Anayasası’nın belirlediği güçlü yasama yani gene Meclis merkezli sistem, 1961 Anayasası ile yasama-yürütme-yargı arasında güçler ayrılığını içeren klasik parlamenter sisteme dönüşmüş; bu bakımdan, “egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılması” yaklaşımı benimsenmiş ve yargı bağımsızlığı güçlendirilmiş; ayrıca, yasamanın anayasal denetime tabi tutulması için bir Anayasa Mahkemesi de kurulmuştur. 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın demokratik yapısını gerileten bütün hükümlerine rağmen, esas olarak 1961’in getirdiği güçler ayrılığı yapısı içinde kalmıştır. Daha sonraki onyıllarda yapılan çok sayıda -ve çoğu olumlu yöndeki- değişikliklerle de 1961 Anayasası’na daha çok yaklaşılmıştır.

1961 Anayasası, 1950’lerin otoriter savrulmasından öğrenilen derslerle, çok partili bir rejimin daha dengeli ve daha fazla frene sahip şekilde yeniden kurgulanmasını öngörüyordu. Bu ihtiyaçların ortaya çıktığını, kendisi için geç ama 1950’ler için erken bir dönemde CHP farketmiş ve dile getirmişti. Henüz 1953’teki 10. Kurultay’ında, iki meclisli ve anayasa mahkemesine sahip bir sistemi, seçim güvenliği, yargıç bağımsızlığı, sendika ve meslek örgütü kurma, grev hakkı serbestliği gibi hedefleri Parti Programına almıştı. 1957’deki 13. Kurultayında yayımladığı Hürriyet Andı ile bunu teyit etmiş ve nihayet 1959’daki 14. Kurultayında “İlk Hedefler Beyannamesi” ile son şeklini vermişti. Otoriterliğin panzehiri olarak düşünülen bu düzeneklerin, Türkiye’nin kendi siyasi pratiğinden süzülerek 1961 Anayasası’nın demokratik yönelişinde belirleyici bir katkısının olduğuna kuşku yok. Daha sonra  bu ilerici Anayasa’da 12 Mart 1971 darbesi sonrasında, 15-16 Haziran 1970’deki büyük işçi direnişinin de etkisiyle, sermayenin talepleri doğrultusunda gerçekleştirilen emek karşıtı ve hak kısıtlayıcı değişiklikler kısmi bir geriye gidişti. Ama bununla yetinilmedi ve 1980 darbesi genel olarak temel hak ve özgürlükleri özel olarak emeğin haklarını daha da geriye götüren 1982 Anayasası’nı kabul ettirdi. Referandumda yüzde 91,4 kabul oyu alan bu Anayasa’ya, şimdilerin İslamcı iktidar elitlerinin ezici çoğunluğunun “evet” oyu vermiş olduğu kolayca tahmin edilebilir.

Yukarıdaki özellikler ve anayasacılık tekniği anlamında bakıldığında, 1924 Anayasası ile 1961 Anayasası -ve onun yolunu izleyen 1982 Anayasası- arasında köklü bir ayırım vardır. Fransızların Cumhuriyetlerini numaralandırmalarına bakılarak, 1924 Anayasası’nın Birinci Cumhuriyeti, 1961 ve 1982 Anayasaları’nın ise birlikte İkinci Cumhuriyeti tarif ettiği öne sürülebilir. Bu bakımdan AKP’nin şimdi önerdiği “başkancı rejim” anayasası, eğer kabul edilirse, bir Üçüncü Cumhuriyet Anayasası olarak tarihe geçecektir.

Ancak olay salt bir anayasacılık tekniği olarak değil de Cumhuriyetin, kuruluş ilkelerinin içi tamamen boşaltılarak, otokratik bir İslamcı rejim doğrultusunda dönüştürülmesinin son iki hamlesinden biri olarak alınırsa, referandumdan evet çıkması halinde, 1924-2017 döneminin Birinci Cumhuriyet olarak anılması, 2017 sonrasının ise “İkinci Cumhuriyet” olarak tanımlanması siyasi tarih bakımından daha doğru olacaktır.

2- Karşı duruş, 1982 Anayasası’na değildir

1982 Anayasası’nı hedefe koyan İslamcı siyaset,  uzun süre liberalleri de bununla oyalamış ve onların desteğini kazanmıştı. Ama asıl kastının 1961 Anayasası olduğu, hatta gerçek muradının 1924 Anayasası dahil tüm Cumhuriyet anayasalarına ruhunu veren kurucu iradeyi rafa kaldıran yeni bir rejim inşası olduğu apaçıktı. Nitekim TBMM Başkanlığı’na 12.12.2016’de sunulan  anayasa teklifi, alışılmış bir değişiklik teklifinden ziyade bir yeni rejim kurma tasavvurunun ilk büyük hamlesidir. Bunu da, uyduruk olduğu kadar çok açık bir niyet beyanı olan “Genel Gerekçe”sinde bulabiliriz:

“Ülkemizde anayasalar, toplum ve temsilcileri tarafından değil vesayetçi zihniyete sahip elitler tarafından, devleti sınırlamak için değil, toplumu hizaya sokmak için hazırlanmış metinler olmuştur. 1961’de ve 1982’de askeri darbelerden sonra yapılan anayasalar bir toplum mühendisliği projesi anlayışıyla hazırlanmıştır.

Gerek 1961 gerekse 1982 anayasaları esasen, millete, milli iradeye ve seçimle oluşan iktidara güvensizlik üzerine bina edilmiştir. Anayasa, millet iradesi ile oluşan iktidara ortak kurumlar ve yöntemler geliştirmiştir. Adeta, seçimle oluşan iktidarın yanında seçime ihtiyacı olmayan bir iktidar alanı açılmıştır. Böylece milli iradeye ortak, milli iradeyi kontrol eden bir “vesayet” sistemi oluşturulmuştur.

Vesayet sistemi ile millet iradesine ve iktidara ortak olmak isteyen çevreler, seçimle oluşan iktidarı bölmek ve zayıflatmak düşüncesiyle hareket etmişlerdir. 1961 Anayasası döneminde yasama kuvveti zayıflatılmış, yürütme iktidarı çift başlılık ve az yetki ile çalışamaz hale getirilmiştir”.

Ama az ilerde, bununla çelişen biçimde, çift başlılık 1989 sonrasına atılmaktadır:

“Cumhurbaşkanının 1982 Anayasası’nda yetkilerinin çok önemli derecede arttırıldığı görülmektedir. (…) 1980’lerin sonunda bürokratik kökenli Cumhurbaşkanı yerine demokratik siyasetten gelen bir Cumhurbaşkanının seçilmesi, vesayetçi tasarımı bozmuştur”. (Kastedilenin Özal olduğu açıktır).

Bu gerekçeden 11 ay önce, 28 Ocak 2016 günü Ankara ATO Congresium’da AKP’ye yandaş derneklerin oluşturduğu “Türkiye Anayasa Platformu”nun düzenlediği toplantıda Erdoğan, “Bugüne kadar kurulan anayasaların hepsi ithaldir. Şimdi yerliye ve milliye dönüyoruz”. (…) “Mevcut anayasa yıllar içinde yapılan tüm tadilatlara rağmen hala 1960 ve 1980 darbelerinin ruhunu yaşatıyor, millete karşı güvensizliğin eseridir” diye konuşuyordu.

Şimdi bu basmakalıp, ama özünde kuvvetli bir rejim değişimi arzusunu yansıtan ifadeler üzerinde biraz duralım:

Bir kere, görünür iddialardan farklı olarak, AKP/Erdoğan ikilisinin 1982 Anayasası’ndan çok 1961 Anayasası’na karşı olduğu görülmektedir; ama bu dahi yeterli bir hedef değildir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet inşasının bir sonucu olan, izleyen siyasi/toplumsal dönüşümleri de yansıtan değişikliklere konu olan 1924 Anayası’nın bile “ithal” olarak nitelendirilmesini sadece temelsiz ve haddini aşan bir eleştiri olarak geçemeyiz;  bu, esasında, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine ve parantez olarak küçümsenen Cumhuriyet dönemine olan nefretin dışa vurumudur. Ama daha ötesi de vardır; 1876 sonrasının parlamenter sistem doğrultusundaki tüm anayasal kazanımlar hedeflenmektedir. Aslında siyasal İslamcılar daha geniş bir parantezi, Batılılaşma çabalarının simgesel miladı kabul edilen Tanzimat’tan itibaren de açmaktadırlar. Ancak iki devleti kapsayan 180 yıllık bir “parantez” olamayacağı gibi, ne 1923, ne 1876 ne de 1839 öncesinde bugünkü geri İslamcı siyaset anlayışının içine sığabileceği bir tarihsel ortam yoktur ve oluşturulamaz.

İkincisi, AKP’nin çok aşındırdığı “vesayet” sözcüğünün bu gerekçede de gelişigüzel kullanılan bir suçlama kavramı olmaya devam ettirildiği, buna bir de toplum mühendisliği suçlamasının eklendiği görülmektedir. 15 yıldır hızlandırılmış bir İslamizasyon (yani toplum mühendisliği) projesi uygulayan, bir sonraki hedefine anayasayı da bu yönde değiştirmeyi koymuş bulunan bir İslamcı hareketin pervasızlığının sınır tanımayacağını anlaşılmaktadır.

Üçüncüsü, “Adeta, seçimle oluşan iktidarın yanında seçime ihtiyacı olmayan bir iktidar alanı açılmıştır” denilirken, AKP iktidarında “yetkili organ” niteliği dahi taşımayan FETO’cu kadrolaşmaların, FETO’cu yargılamaların nasıl bir paralel devlete dönüştürüldüğüne dair anayasa dışına çıkışlar dolaylı olarak itiraf edilmektedir.

Dördüncüsü, AKP’nin yeni anayasa teklifinde yürütmenin temel taşları olacak olan Cumhurbaşkanı Yardımcıları ile Bakanların, esas itibariyle seçimle gelmeyenlerden atanacakları perdelenmektedir. Tam da gerekçenin saptamasını kullanırsak, “seçime ihtiyacı olmayanlara bir iktidar alanı açılmakta”, bunlar Meclis’e karşı sorumlu tutulmamakta, Meclis denetiminden de fiilen kurtulmakta, özetle asıl seçimle gelenlerin marjinalleştirileceği bir yapı oluşturulmaktadır.

Beşincisi, “çift başlılık” meselesini AKP çevreleri ve Erdoğan ucuz bir siyasi argüman olarak dillerinden düşürmüyorlar; ama kesinlikle doğrusunu söyle(ye)miyorlar. Oysa, mutlakiyetçi rejimlerin meşruti monarşilere dönüşmesine eşlik eden siyasi süreç, kralın/sultanın yetkilerinin azaltılarak yürütmeye devredilmesi olmuştur. “Çift başlılık” denilen şey, bu toplumsal/siyasi evrimin tarihi bir kalıntısıdır. Batı’da da böyledir. Ama ABD gibi Ortaçağ geçmişi olmayan yeni ülkelerde doğrudan başkanlık sistemine geçilmesi, kendi oluşum koşullarının sonucudur. Kuşkusuz Türkiye’de kurucu Cumhurbaşkanı ve ardılı 1950’lere kadar yürütme erkinin daha güçlü siyasi simalarını oluşturmuşlardır; ama Meclis’in sistem içindeki başat rolünü aşındırmaya yeltenmemişlerdir.

Sonuç olarak, “çift başlılık” denilen şey, nominal bir cumhurbaşkanı ile güçlü bir başbakan arasında sorun yaratacak bir durum değildir. Sorun, yarı-başkanlık sistemlerinde (Fransa’da kısmen) vardır. Türkiye’de ise, 2014’te Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına kadar böyle bir sorun yoktur. Sorunu yaratan, anayasa dışı fiili bir yarı-başkanlık yönetimi oluşturan Erdoğan’ın kasıtlı çabalarıdır. Sorunu yaratıp sonra buna uygun anayasa oluşturmaya giden -tam da bu nedenle AKP’ye destek verdiğini iddia eden yedek güç Bahçeli’den ve- Erdoğan’dan başkası değildir.

Dolayısıyla, yapılmak istenen, sıradan bir anayasa değişikliği değildir. Erdoğan’a ısmarlama elbise gibi dikilmiş yeni bir başkancı rejim inşa edilmektedir. Değişiklik değil, yeni bir anayasa yapılmaktadır. Ancak bu yeni rejime artık bir anayasal hukuk rejimi diyebilme olanağı da kalmamaktadır.

3- Sonuç: Yeni rejim için yeni bir hamle daha gerekir

Önerilen “Başkancı Rejim” niçin bir anayasal hukuk düzenini tanımlayamaz sorusunun yanıtı, bir anayasanın olmazsa olmazı olan güçler ayrılığının varlığı ya da yokluğunda aranmalıdır. Erdoğan Anayasası’nda yargı ve yasama kurumları, artık yeni rejimin duvarına asılmış “demokrasi süsleri” olarak görev yapacaklardır. Böyle bir vitrinin varlığı, güçler ayrılığının varlığı için yeterli koşulları oluşturamaz.

Erdoğan Anayasası, eğer kabul edilirse, Cumhuriyet kurumlarının, egemenliğin kullanımında “yetkili organlar” olma niteliğini yok edecektir. Cumhurbaşkanı veya planlanan en az 12 yıllık süre itibariyle Recep Tayyip Erdoğan, yürütmenin bütün kademelerinin yetkilerini şahsında topladığı gibi, yasama üyelerinin çoğunluğunu ve yüksek yargı üyelerinin çoğunluğunu tek başına belirleyecektir. Üstelik bir demokrasinin olmazsa olmaz ayağı olan “siyasetçinin denetlenebilmesi ve yargılanabilmesi” de uygulanamaz duruma getirilmektedir. Devlet gücünü şahsında yoğunlaştıran aşırı kaslı Cumhurbaşkanının denetlenebilmesinin önü sadece hukuken değil fiilen de kesilmektedir: Gensorunun kalkması, Meclis’in sorularına muhatap olunmaması; Yüce Divan yolunun imkansızlık mertebesindeki yüksek yeter sayılarla, Cumhurbaşkanınca belirlenen Meclis üye çoğunluğunun siyasal niteliğiyle ve Cumhurbaşkanını Yüce Divan’a göndererek düşürmenin Meclis’in de feshine götürmesiyle pratikte kesilmesi… Buna yakın bir koruma duvarının Cumhurbaşkanı Yardımcıları ve Bakanlar için de öngörülmesi, demokratik bir yapıdan çok monarşik bir rejimi çağrıştırmaktadır.

Bunun gösterdiği şey, iktidar mahfillerinin çok derin bir yargılanma korkusu içinde olmalarıdır. Acele etmelerinin ve hiçbir açık kapı bırakmadan kendilerini koruma altına almak istemelerinin nedeni budur. İktidar  o kadar demokrasi dışıdır ve sıkışmıştır ki, yeni bir rejim inşası gibi radikal bir dönüşümü, göstermelik bir mutabakat arayışına bile başvurmayışı bir yana, olağan hukuk koşullarında dahi götürememekte ve OHAL’e muhtaç olmaktadır. Bu nedenle gerçeklerin farklı gösterilmesine, tersten algı yaratılmasına her zamankinden daha çok ihtiyaç duymaktadır. Ancak bunlardan en önemlisi olan “hayırcıların terörist örgütlerle yanyana duruşu iddiası” demokratik tercih sistemini o kadar zorlamıştır ki, elinde patlamış ve sürdürülemez olmuştur.

Özetle, 17-25 Aralık’ın, 2013 ve 2015 Haziranlarının ve 15 Temmuz 2016’nın kabusu, buna karşılık gitgide biriken yolsuzluk, keyfi yönetim ve anayasa suçlarının doğurduğu güvensizlik, siyasal İslamcı yönetimin iktidara gitmemek üzere yapışmayı ve bunu daha otoriter bir tarzda sürdürmeyi adeta bir varlık nedeni olarak benimsemesine yol açmıştır.

Bugünkü aşamada yapılmak istenen, melez-demokrasiden otokrasiye geçiştir. Yeni rejim inşasının hukuki ve siyasi zeminini oluşturma çabaları sürerken bugünkü öncelik, mevcut Cumhurbaşkanının hem kendisini hem yönettiği hareketin toplam iktidar kullanımını güvenceye almaktır. Erklerin tek bir kişide toplamanın ise, izleyecek daha kapsamlı anayasa hamlesini kolaylaştırması amaçlanmaktadır.

İzleyecek hamle, eğer bu teklif geçer ve güçler dengesinin iktidar lehine daha fazla döndüğü hissedilirse, anayasanın değiştirilemez ilk üç maddesi de dahil olmak üzere laiklik, temel haklar, din ve vicdan özgürlüğü ve kamu yönetiminin yeniden yapılanması gibi alanların yeniden düzenlenmesi olabilecektir. Siyasal İslamcı hareket, eğer muktedir olabilirse, 2023’te 1923’ün bütün izlerinin silinmesini programına koymuş bulunmaktadır.

Dolayısıyla, iktidarın son iki hamlesinden birincisi yani otokratik başkancı yapı, 16 Nisan’da başarılı olursa, ikincisi yani İslamcı bir rejim kurulması önündeki son anayasal engellerin ayıklanması için güç kazanmış olacaktır. Kuşkusuz, ikinci hamlesine kadar  geçecek zaman zarfında bugüne kadar yürüttüğü İslamizasyon projesini de sürdürmeye ve hatta hızlandırmaya devam edecektir.

Sonsöz

Erdoğan diktası ve İslamcı rejim, 94 yıllık Cumhuriyet deneyiminin ardından tutmayacak bir aşıdır; toplum buna razı olmayacaktır.

Bu projeye karşı duran toplum kesimlerinin, egemen iktidar gücüne meydanın boş olmadığını hatırlatmaları bugünün öncelikli görevidir. İslamcı iktidarın toplumdan talep ettiği dikta yetkilerinin reddedilmesi, iktidar bloğunun dağıtılmasının başlangıcını oluşturacaktır. Her durumda, sonuç ne olursa olsun, faşizme direnenlerde umutsuzluklara değil, yeni mücadele ve örgütlenme dinamiklerine kapı açılmalıdır.

*Prof. Dr. Oğuz OYAN
Türk Sosyal Bilimler Derneği Başkanı
Emekli öğretim üyesi ve milletvekili
oguzoyan@gmail.com