Oğuz Oyan – AKP, MHP ve Sağ Örgütlenmelerle Demokrasi Mümkün mü?

oguz_oyanKapitalizm-Demokrasi özdeşliği kurulabilir mi?

Kapitalist sistem ile demokrasi ilişkileri inişli-çıkışlıyken, Türkiye gibi geç kapitalistleşen bir ülkede bu ilişki daha da sorunlu değil midir? Daha geniş kapsamlı olmakla birlikte asıl başlangıç sorusu budur ve ana başlıktaki soruya geçmeden önce kısaca yanıtlanmasına girişmek gerekir.

17.yüzyıldaki İngiliz Devrimi’nin, 18.yüzyıl sonlarından itibaren Amerikan bağımsızlığı ve Fransız Devrimi’nin açtıkları yollar, kapitalizm ile burjuva demokrasisinin birlikte var olabildiği yeni bir çağı da başlatmıştı. Ancak bu “birlikte var olma” durumu dalgalı bir seyir izleyecektir. Başlangıçta emeğin özgürleşmesini sınıfsal çıkarları açısından vazgeçilmez bulan ve insanların hukuk önünde eşitliği mücadelesini veren burjuvazi, emekçi kitlelerin hakları için örgütlenmesini kendi sermaye birikimi için tehdit olarak gördüğü andan itibaren biçimsel demokrasiyi sınırlandırıcı bir rolde olacaktır. Burjuvazinin ilerici kimliği gidecek, yerine baskıcı yüzü geçecektir. Gerektiğinde Bonapartizm (1852-70), faşizm, Nazizm gibi biçimsel burjuva demokrasisini rafa kaldıran baskı rejimlerine geçit verecektir. Bundan sonrasında demokrasinin ilerlemesi, emeğin mücadeleleri üzerinden kendine yol açacaktır.

İki savaş arasında küreselleşmenin kesintiye uğradığı, 1917 Devrimi’nin kapitalizmin yayılmasına set çektiği, 1929 ekonomik krizinin dünyayı sarstığı, hegemon gücün etkisinin silindiği “içe kapanma” döneminde bir yandan Avrupa’da sermayenin krizine bir çözüm olarak faşizmler ve savaşlar boy gösterirken, diğer yandan da hegemonik müdahalelerden kurtulmayı fırsata çevirebilen ülkelerde gecikmiş sanayi devrimi süreci başlatılabilecektir. Genç Türkiye Cumhuriyeti de 1923-1946 döneminde, aydınlanmacı bir tek parti yönetimi altında, feodal kalıntıları tasfiye ederek ilerlerken kapitalist modernleşmeye ve sanayi devrimine geçişi yaşayacaktır.

1945-1980 döneminin küreselleşme dalgasına kapitalist dünya yeni hegemon gücün patronajında girerken, Türkiye de bu döneme temsili demokrasiye ve liberal ekonomik politikalara geçişle intibak ettirilecektir. Dünyada bu dönemde refah toplumunun yükselişinin kökeninde, iç birikime ve gelir artışlarına dayalı bir kalkınma modelinin benimsenmesi ile sistemler arası büyüyen rekabetin etkisi olacak; Batı’da temsili demokrasilerin, emek örgütlenmesinin, sosyal demokrasinin ve sosyal devletlerin pekiştiği bir “altın dönem” yaşanacaktır. Merkez sağ ve sol partilerin biçimsel demokrasiyi sahiplenmedeki ortaklıkları çoğalacaktır.

1970’lerde bu birikim tarzının sınırlarına varılınca 1980 sonrasında neoliberal birikim modeli altında emeğin kazanımlarının geri alınması süreci, özelleştirmelerle ve sosyal devletin geriletilmesiyle başlatılacaktır. Sermaye hareketlerinin dünya çapında liberalizasyonu ve üretken sermayenin finansal alanlara kaçışıyla birlikte, burjuva demokrasilerinin sınıfsal niteliği daha fazla görünür olacaktır. Yeni birikim rejiminin dayatmalarına başlangıçta farklı açılardan bakan merkez sağ ve sol partiler, neoliberal ideolojinin tam hegemonyasını kurması sonucunda giderek neoliberal paradigmanın alternatifsizliği üzerinde birleşeceklerdir. Sistem karşıtı sosyalist ve komünist hareketlerin kitleselliği ise büyük yara alacaktır.

Gelir ve servet dağılımındaki süregiden bozulmaya çözüm üretemeyen, sistemi sermayenin ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yönetmekten başka seçenek sunamayan Batı’nın sosyal demokrat partileri de gitgide sınıfsal temsil kabiliyetlerinden kopacak ve kendi varlık nedenlerini tartışılır kılacaklardır. Böylece, geleneksel merkez sağ ve sol partilerin yerine geçmeye talip daha popülist siyasi hareketlerin filizlendiği yeni bir siyasi konjonktüre girilecek; 2008 krizi bu eğilimi daha da pekiştirecektir. Korumacı/içe kapanmacı politik söylemlerin ve ucuz sağ milliyetçiliklerin prim yaptığı, AB gibi ekonomik entegrasyonlara içten tepkilerin büyüdüğü, 2011 sonrasında mülteci krizinin tavan yapmasıyla birlikte yabancı düşmanlığının yeniden kışkırtıldığı, bunun da etkisini taşıyacak biçimde Brexit taraftarlarının kazandığı yeni konjonktürde, Batı’da yeni milliyetçi-sağ siyasetler yükselişe geçecektir. Hegemon gücün zayıfladığı ve biçimsel demokrasiyi benimsememiş yeni hegemon adaylarının peydahlandığı bu yeni konjonktürde, temsili demokrasi ile kapitalizmin birlikte var olma koşullarının yeniden aşındığı bir döneme girilecektir.

Türkiye’de demokrasiyi geliştirmek sağın önceliği oldu mu?

Türkiye’de sağın örgütlenmesi Cumhuriyetin tek parti döneminde tek parti bünyesi içinde başladığı için, sağ siyasi hareketlerin politika ufku bu dönemin eleştirisini pek aşamayacaktır. (Kemalist Devrim’in toptan düşmanı olan Osmanlıcı-hilafetçi dinci sağ ise, tek parti döneminde gömüldüğü sessizliği daha sonra DP saflarında örgütlenerek aşmaya çalışacaktır). Çok partili siyasi yaşamın, kapıların sola kapatılarak başlatılması ve seçimlerde nispi temsil yerine çoğunlukçu sistemin uygulanması gibi iki çok temel başlangıç hatası, bu sığlığın üzerine bir de büyük siyasi dengesizlikler ekleyecektir. Demokrat Parti, temsil ettiği oyun çok üzerinde parlamento temsiline ulaşınca adeta yoldan çıkacak, kendi yolunu da açan temsili demokrasinin gelişmesine katkıda bulunması gerekirken onu tahrip edici bir güce dönüşecektir. Laiklik ve hukuk devletini geri götürmedeki fütursuzluk, bugünkü dinci sağa kadar uzanan izler bırakacaktır.

1961 Anayasası, iktidarları yoldan çıkaran siyasi dengesizlikler sorununu, nispi temsil, çift meclis, güçlendirilmiş erkler ayrılığı (Anayasa Mahkemesi’nin de sisteme dahil edilmesi) ve sola açık bir siyasi yapılanma gibi demokratik düzeneklerle çözümlemeyi başarmış gözükse de, izleyen 20 yıl boyunca sağ partiler Anayasanın getirdiği demokratik kazanımları ve düzenekleri kötülemek ve tahrip etmek için ellerinden geleni yapacaklardır. 1971 askeri darbesini adeta davet edecek ve darbecilerin anayasaya ve özgürlüklere saldırısını sahipleneceklerdir. 1961 Anayasası’nın getirdiği demokratik siyasi yapının nihai olarak hakkından gelinmesi ise 1980 askeri darbesiyle olacaktır.

Türkiye sağının ayırdedici bir özelliği de emperyalizmin hegemon gücüyle irtibat halinde olmayı bir politika yapma biçimi olarak benimsemesi olacak; dış ve iç politikanın açık ve örtük birçok girişimi bu ilişki üzerinden geliştirilecektir. Bununla birlikte (veya bu nedenle), sağ iktidarların emperyalizmden görece bağımsız adımlar atmaya yöneldikleri veya emperyalizmin daha radikal taleplerini karşılamakta yetersiz görüldükleri her uğrakta, askeri darbelere maruz kalacak veya yeni işbirlikçi sağ yapılanmalarla ikame edileceklerdir.

1980’lerde dinci sağın önünün açılmasıyla 1990’larda aşırı sağın (dinci ve milliyetçi sağın) yükseliş döneminin ilk evresi yaşanacaktır. Merkez sağ ve soldaki partilerin iç çekişmelere boğulması, 1990’larda ülke yönetme becerilerinin sorgulanır duruma gelmesi, ülkeyi 2000/2001 krizine sürüklemedeki sorumlulukları gibi nedenlerle 2002 seçimleri dinci-liberal bir söylemle emperyalizmin ve kitlelerin güvenini kazanan AKP’yi gitmemek üzere iktidara taşıyacaktır.

AKP’nin 14 yıllık hükümranlığının genel bilançosu, sadece demokrasi açısından değil Cumhuriyetin laik-hukuk devleti tasavvurunun hepten çöküşü bakımından da, emperyalizme bağımlılığın yeni bir platoya sıçraması bakımından da kara bir tablo oluşturmuştur.

AKP siyaseti, kendinden önceki sağ partilerin mirasına sahip çıkmak isterken -Demirel’i yanına çekemediğinden- özellikle Menderes-Özal geleneğinin devamı olmaya vurgu yapmıştır. Burada bazı devamlılık izleri gerçekten vardır, ama çok temel bir farklılıkla: AKP, Cumhuriyetin reddiyesi üzerine kuruludur ve asıl takipçisi olduğu akım Kurtuluş Savaşı’ndan itibaren muhalif cephede saf tutmuş olan gericiliktir. Cumhuriyeti oluşturan ilkelerin reddi demek yeni bir cumhuriyet tarihi yazımı ve yeni bir rejim inşasının tasavvuru demektir.

Bununla birlikte AKP’nin teokratik esaslı bir rejim peşinde olduğu gerçeğine ya inanılmak istenmemiş ya da süreç içinde yumuşayacağı, dönüşeceği umulmuştur. AKP siyaseti ise bu niyetini hiç gizlememiş ama uygulamaya adım adım sokmuş, takiyeleri hiç eksik etmemiş, bazı uygulamaları çeşitli ittifakları tüketme sonrasına bırakmıştır. Her şeye rağmen cumhuriyetçi-laik temelli azımsanmayacak bir halk kitlesine sahip olan Türkiye’de, yeni bir rejim inşasının sadece sandık zaferleriyle başarılamayacağı, bu yolun ancak otokratik bir yönetim tarzıyla açılabileceği açıktır. Bunun kişiye endeksli bir başkanlık rejimine dönüşmesi belki aynı ölçüde zorunlu olmayabilirdi ama gerek rejim kurucu figür rolündeki RTE’nin vazgeçilmez önemi, gerekse kendisi için ilave koruyucu kalkanlara ihtiyaç duyması nedeniyle bu yola da girilmiş ve şimdiden fiili bir “reis” yaratılmıştır.

AKP siyaseti, Cumhuriyeti aşındırmanın ve din temelli yeni bir rejim inşasının bağımsız bir yargı ve görece bağımsız bir silahlı kuvvetlerle başarılamayacağının farkında olduğundan, kurumları ele geçirmeye öncelik vermiş ve bunun için özellikle Fethullahçı yapılanmayı kullanmıştır. Bugün söylenenlere kapılmamak gerekir; Fethullah örgütlenmesi olmadan AKP’nin 2007-2013 dönemindeki büyük tasfiye/yıkım ve yeniden inşa programını başarması imkansızdı. Fethullah örgütlenmesi kendi rolünün farkındaydı, bu nedenle daha fazlasına -hatta iktidarın tamamına- talip oldu ve nihayet silahlı kalkışmayla hızlandırılmış bir son yaşadı.

İşte 15 Temmuz bu nedenle “Allahın bir lütfu” idi: Eski ortağın artık can sıkıcı beraberliğinden köklü bir biçimde kurtulmak, onunla birlikte diğer muhalif unsurların bir bölümünü temizlemek, darbe girişiminin mağduru ve “gazi” kahramanı rolüyle tek adamlığını ilan edebilmek, Kabataş yalanıyla başaramadığı kışkırtmayı yapıp “tekbirci” kitleleri sokağa dökerek ilk kez faşizmin halk tabanını oluşturmak, siyasi ve toplumsal baskıyla muhalefeti sindirerek “milli mutabakata” zorlamak… Daha ne olsun?

Sonuç: CHP dinci ve milliyetçi sağ ile demokrasi mutabakatı kurabilir mi?

Şimdiye kadar çizilen çerçeve Türkiye’de dinci ve milliyetçi sağ ile bir demokrasi mutabakatı kurulamayacağını göstermektedir. Bunun AKP’de vücut bulan dinci parti için özellikle geçerli olduğunu belki eklemek gerekebilir. Çünkü milliyetçilik üzerinden siyaset yapan MHP’nin zaten AKP’ye cepheden muhalefet edebilecek durumda olmadığı, AKP karşıtı bir koalisyon içinde yer almaktan bile -baraj altı kalma korkusuyla- dehşetli ürktüğü şimdiye kadarki siyasi pratikle kanıtlanmıştır. AKP hükümetinin ülke içi ve dışında sıcak savaş yürüttüğü bir dönemde MHP’nin AKP karşıtı politika yapma alanı fevkalade daralmış ve CHP ile dayanışması tamamen ihtimal dışı kalmıştır. Burada asıl sorun CHP’nin bu milli mutabakat işinde hala ne aradığıdır.

CHP, önceki ve şimdiki genel başkanının yönetiminde AKP’yi sıradan bir rejim partisi olarak görme veya o çizgide tutulabileceğini varsayma eğilimi içinde olmuştur. Önceki genel başkanın “taç başı akıllandırır” beklentisi içinde olduğunu biliyoruz. 15 Temmuz sonrasında bile, dışta zayıflayan AKP’nin iç ittifaklara şiddetle ihtiyacı olduğu ve bunun demokrasi dışına çıkışlarını frenleyeceği fantezisinin egemen olduğu anlaşılmaktadır. Yenikapı mitingine katılımın hem bunun etkisi hem de AKP yönetiminin ve kitlesinin hışmının CHP üzerine çekilmesinden duyulan kaygıyla açıklanması mümkündür. Bu pasif ve ürkek muhalefet anlayışı, siyaset alanını boşaltmaya götürecek denli sorunludur ve sonuçları CHP ve ülke açısından dramatik olabilir.

AKP’nin, Bonapatizmi aratmayan tarzda KHK’larla devleti yeniden yapılandırmaya girişmesi, Meclis’te uzlaşmayla geri çektiklerini KHK’larla getirecek denli muhalefeti ve demokratik uzlaşmayı umursamaması, anayasanın birçok hükmünü fiilen ilga etmesi, bir liberal hukuk devletinin sınırlarını zorlayacak kayyum icraatlarına girişmesi, yolsuzlukların hesabını veremezken kamu denetimini daha da sınırlaması gibi Türkiye’de burjuva demokrasisinin biçimsel normlarının dahi iflas ettiğini gösteren uygulamaları, bir devrin bittiğinin işaretleridir. Bu anlayışın sahipleriyle nasıl bir ortak demokrasi anlayışı içinde buluşulabilir? “AKP ile anayasa yapılmaz” noktasından üstelik OHAL koşullarında AKP ile anayasa yapımına girişilebilir?

AKP çürümüşlüğü temsil ederken, Cumhuriyetin kurucu partisinin tek çıkış yolu bu çürümenin hesabını soracak bir meydan okumaya başvurması olurdu. 15 Temmuz’un asli siyasi sorumlusu olarak AKP iktidarını gösterirdi. Türkiye’de artık ayda yüzlerce ölüme neden olan çift yönlü tedhiş olaylarının hesabını sorar, olaylar arasındaki illiyet bağlarını halkın bilincine taşımak için elinden geleni yapardı. TSK’nın, gene cihatçı bir örgüt olan ÖSO’ya Suriye operasyonunda refakat etmesi gibi utanç verici bir durumu eleştirmekten uzak durmazdı. ABD emperyalizminin talepleri doğrultusunda Suriye’de rejim yıkıcılığına girişen ve bunun bütün sorunlarını sınırlarına ve ülke içine taşıyan AKP’nin Suriye’ye “girmekte geç bile kaldığını” değil, bu batağa daha fazla saplanmamasının savunucusu olurdu.

*Oğuz OYAN
24. Dönem İzmir Milletvekili
oyan@tbmm.gov.tr 

Bir cevap yazın