pandemic_promo-gettyimages-487955477

Nuriye Akev – Tarih ve Bilimin Işığında Salgınlar

Demokrasi -halk yönetimi- daima ilerleyen ve gelişen toplumlarda var olmuştur. Anadolu’muzun muhteşem coğrafyasında, yüzbin yıllar ötesinden bize bakan “buleterionlar” -meclis toplantı amfitiyatroları- görkemli tiyatrolar, gymnasiumlar, stadyumlar ancak demokrasiyle var olabilen sanat, spor, medeniyet ve bilimsel ilerleme göstergeleridir. Tabii burada hamamları ve şifahaneleri de göz ardı edemeyiz. İnsanlar ölümün varlığını ve ölüm karşısındaki çaresizliğini ilk hisseden yaratıklardır. Bu yüzden insanlık tarihi, büyücülerden koca karı ilaçlarına, tabiatta şifayı ve ölümsüzlüğü aramakla geçmiştir. Su kaynaklarının kısıtlı olduğu yerlerde yaşamın oluşmadığı ve yıkanmanın gerekliliği hayvanlar aleminde de var olan bir olgudur. Avcı-toplayıcıdan tarım toplumuna geçen insanlar ise, daima temiz suyu aramışlar ve şehirlerini su kıyılarında kurmuşlardır. Yazılı kayıtların olmadığı dönemlerde salgın hastalıklar olmuyor muydu? Şüphesiz oluyordu; ancak medeniyet yeşerdikçe, insanların birbirleriyle ve hayvanlarla yakınlığı artmaya başlamış ve bulaşma riski de o oranda artmıştır. İnsanlar medeniyetleri, şehirleri ve onları birbirine bağlayan yolları, araçları keşfettikçe; uzaklar yakınlaştıkça, salgın hastalıklar da görülmeye başlamıştır. İşte o zaman insanlar doğanın hakimi olmadıklarını anlamışlardır.

Dünyadaki büyük salgınlar

Yazılı tarihe geçen ilk salgın, Peloponez Savaşları sırasında (M.Ö. 430) Atina’da kaydedilmiştir. Kayıtlardaki belirtilerden bunun tifo olduğu tahmin edilmektedir. Roma’nın dünya hakimiyeti başladığında, yeni fethedilmiş olan Mısır’dan gemi ambarlarındaki farelerle gelen veba, Jüstinyen zamanında (541 yılı) 30-50 milyon kişiyi öldürerek aşağı yukarı dünya nüfusunun yarısını yok etti. 800 yıl sonra, 1347 yılında Avrupa’da başlayan ikinci büyük veba salgını, 4 yıl gibi kısa bir sürede 200 milyon hayata mal oldu. O zamanlarda ne mikrop, ne bulaşma, ne sterilizasyon kavramı olduğundan çaresizlik içinde çırpınan yetkililer, Venedik’e gelen gemileri 40 gün süreyle bekletmeye karar verdiler. İşte -Batı dillerindeki 40 anlamını çağrıştıran- karantina terimi, bu “kara ölüm” zamanından gelmektedir. 1348-1665 yılları arasında her 20 yılda bir tekrarlayan veba salgınları bilhassa Londra’da can almaya devam etti. İzolasyon o zamanlarda şehirde uygulandı. Evler işaretleniyor hatta hastalar vurularak öldürülüyordu. 17. yüzyılda tekrar eden pandemilerden sonra Tanrı’ya şükran için dikilen sütunlar Avrupa’nın birçok şehrinde görülebilir.

Sadece veba mı? Çiçek hastalığı, 1492’de Amerika’nın keşfinden sonra Amerika ve Meksika’ya Avrupa’dan ihraç edilmiş ve 1520’de Aztek topluluğunu adeta yok etmiştir. İneklerdeki hastalığın bir başka çeşidi olan bu virus ilk aşılanma kavramını da beraberinde getirmiştir. “Vaccine” -aşı- terimi de “vacca” –inek-’ten türetilmiştir. İngiliz Doktor Jenner, süt sağan kızlarda çiçek hastalığı görülmediğini gözlemlemiş ve inek memelerinde bulunan cerahatli döküntülerden oluşturduğu ilk aşılamayı 1796 yılında bahçıvanının oğlunda denemiştir. O zamanlarda etik kurallar ve yasalar pek dikkate alınmıyordu tabii! Tıp otoritelerinin önce karşı çıktıkları yöntem sonra tüm dünyada uygulanmış ve 1980 yılında Dünya Sağlık Örgütü çiçek hastalığının kökünün kazındığını duyurmuştur[1]. Hepimizin vücudunda var olan aşıya bağlı çiçek bozuğu izini bu yıldan sonra doğanlar artık taşımamaktadır. İçme sularından bulaşan kolera ise 19. yüzyılda ortalığı kırıp geçirmiştir. Hastalığın sulardan geçtiğini anlamak için bile detektif gibi iz sürülmek zorunda kalınmıştır[2].

Yirminci yüzyıla gelince, 1980’lerde AIDS -Acute Immunodeficiency Syndrome- virüsü HIV -Human Immunodeficiency Virus- yepyeni bir virüs olarak maymunlardan insanlara hediye edilmiştir. Virüsün bulaşma yolları çok hızlı bir şekilde keşfedilmiş ve o yüzden tüm insanlığın bağışıklık sistemini yok etmesi önlenebilmiş olmakla birlikte, hala korkutuculuğuna sürmektedir.  2002 ve 2012’de ise Coronavirus ailesinin ilk fertleri, sırasıyla SARS -Severe Acute Respiaratory Syndrome- ve MERS -Middle-East Resiratory Syndrome- adlı, ciddi solunum hastalığına yol açan öldürücü salgınlar oluşturmuşlardır[3]. Bu salgınların, tüm dünyayı saran pandemiler oluşturmadan sönümlenmesinin yarattığı ve bilimin artık herhangi bir salgın karşısında çok daha donanımlı olduğu yolundaki böbürlenme, 2019’da ortaya çıkan COVID-19 salgını ile tuzla buz olmuştur.

Bilimin ışığında evrensel evrim ve canlılık

Günümüzde kabul edilen bilimsel açıklamalar ışığında, ilk hayatın milyarlarca yıl süren evrim sonucunda 3-3.5 milyar yıl önce cansız maddelerden meydana geldiği benimsenmektedir. Dünyadaki hayatın atası bakterilerdir. Bakteriler ilk canlılar olarak yaklaşık 1 milyar yıl yalnız yaşayıp evrimleştiler ve daha sonra başka canlı türlerinin çıkmasına katkıda bulundular. Diğer bir deyişle dünyamızın ilk sahipleri tek hücreli canlılardır[4],[5]. Canlıyı cansızdan ayıran nedir? Aynı moleküller, aynı atomlar nasıl oldu da birden canlandı? İşte bu soruya sadece insan beyni bir cevap aramaya başladı. Bugünkü insanın, daha bilimsel adıyla Homo sapiens’in 200.000 yıl önceden günümüze kadar sorduğu bu sorularla bilimin tarihsel serüveni başladı. Aristoteles’in ruhu bedenden, canlıyı cansızdan ayıran “vitalizm” felsefesi, 1828 yılında Wöhler’in (1800-1882) anorganik bir madde olan amonyum siyanattan yola çıkarak canlıda bulunan organik bir madde olan “üre”yi sentez etmesiyle tamamıyla yıkıldı. Eski çağlardaki bilimsel ve felsefi düşünceler, daha sonra orta çağın dini baskıları tarafından yönetilen ve Kilise kurumunun baskısı altında tartışmaya ve sorguya açık olamayan karanlık bir döneme girmiştir. Haçlı Seferleri, Hıristiyan alemini İslam uygarlığının bilim, felsefe ve matematikteki ilerlemeleri ile karşılaştırmıştır. Daha sonra Rönesans ve reform hareketleri, Kilise’nin siyasi ve entelektüel otoritesini sorgulanır hale getirmiştir. Matbaanın da bilgiyi herkese ulaştırmaya başlamasıyla, kitaplar sadece manastırların tekelinde olmaktan çıkmış; ilk üniversiteler kurulmuş; buradan modern bilim doğmuştur.

Bilim insanın gerçeği aramasından ve merakından doğmuştur. İnsan, öğrendikçe daha derine giderken öğrenmek için yeni araçlar kullanmaya başlamış ve teknolojiyi insanlığın hizmetine sunmuştur. Tabii bütün bunlar, doğanın hakimi olan bakterilerle birlikte yaşamasını gerektirmiştir. Evrim, insana korunması için mekanizmalar geliştirmesini sağlamış ve organizmamız, bir hücresel ve kimyasal orduyla bakteri ve virüslerin saldırılarına karşı koymaya çalışmıştır. Ancak onlar da yine evrim sayesinde şekil değiştirerek bu saldırılara karşı hayatta kalmaya çalışmışlardır. Aslında her canlının tek yaptığı şey, hayatta kalmak ve neslini sürdürmek için çoğalmaktır. Zaten canlıyı cansızdan ayıran da, bu çoğalma ve enerjiyi etrafından sağlayarak kullanma yeteneğidir.

Bilimsel çalışmalar, 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılda ivme kazanarak mikrobiyoloji, immünoloji,  evrimsel biyoloji ve biyokimyadaki muazzam buluşlar hastalıklarla savaş olanağı yaratmış; bu savaş, artık uluslararası bir “challenge” -meydan okuma- ve yeni ilaç moleküllerinin icadı da müthiş bir kazanç kapısı olmaya başlamıştır. Buna teknoloji de eklenerek, örneğin elektron mikroskoplarıyla artık moleküllerin bile görüntülenmesi sağlanmıştır. Salgınlardan bahsettiğimiz bu yazıda Fransız bilim adamı Louis Pasteur’ü  (1822-1895) anmadan ve ona bir teşekkür sunmadan geçemeyiz[6]. Kimyacı olan Pasteur’ün, şekerlerin kristal yapıları, fermantasyon, asepsi ve sterilizasyon üzerindeki buluşları, kimya ve ilaç sanayiinin gelişmesinde ve hastalıkların bulaşmasının önlenmesinde öncülük etmiştir. Mayalar ve mikropların gözle görülemeyen canlılar olduklarını insanlığa kabul ettirmek, tıp adamı olmadığı daima yüzüne vurulan -kuduz aşısını da bulan- Pasteur için oldukça güç olmuştur. “Gözlem alanlarında şans sadece hazırlıklı zihinlerden yanadır” deyişi bilimsel araştırmayı ve “merak”ın önemini çok güzel açıklar. Bu deyiş, mantarlar üzerinde çalışırken tesadüfen 1927 yılında bakterileri öldüren penisilini bulan Alexander Fleming (1881-1955) için söylenmiş gibidir. 

Mikroskobun ve biyokimyasal tekniklerin geliştirilmesi mantar ve mayaların, bakterilerin, virüslerin farklarını ortaya koymuştur. Virüslerin hücresel yapı göstermedikleri hatta kristal halde elde edilebildikleri gösterilince, canlı mı cansız mı oldukları tartışılmaya başlamıştır. Virüsler kalıtım moleküllerinden (RNA; DNA) yapıldıkları için kimyasal yapı gösteriyorlar ama sadece canlı bir hücreye girdikleri anda bölünüp çoğalmaya başlayarak “canlanıyorlar”.

Tabii ki dünyayı sarsan asıl buluş, 20. yüzyılda kalıtım molekülü DNA’nın çift sarmal yapısının aydınlatılması olmuştur. Bu onuru Watson ve hocası Crick paylaşmışlardır ve yıl 1953’tür. Kalıtımın moleküler temelinin anlaşılmasıyla “yaşamın moleküler mantığı” kavranmaya ve hücrenin içinde cereyan eden tüm olaylar hızla kimyasal düzeyde aydınlatılmaya başlamıştır. İnsan genomu projesi -HGP- 1990-2003 yılları arasında tamamlanmış ve genlerimizin haritası çıkarılmıştır. Şimdilerde Coronavirus için kullanılan “mutasyon” terimi hayatımıza aslında bu yıllardan beri girmiştir.

Doğuştan gelen veya kanser gibi hastalıklarda, taşıdığımız genlerin bazı kısımları bir hata sonucu değişikliğe uğramakta ve çok çeşitli hastalıklar oluşmaktadır. Ancak umutlanıldığı üzere bunların tamirinin, -doğru genin yerine konmasının- çocuk işi olmadığı kısa sürede anlaşılmıştır. Bilim işte budur; bazen çok hızlı ilerlerken bazen de bir yerde takılmaktadır. Tabii bu çok karmaşık mekanizmaları çözmek başka bir şey, onları taklit ederek ilaç ve tedavi oluşturmak ayrı bir şeydir. Aynı şeyi, tanıdık bir virüsün mutasyonuyla oluşan ve olağanüstü bir bulaşıcılık kazanan COVID-19 salgınında yaşıyoruz. Bilim bu kadar ilerlemişken hala dakikalar içinde neden aşı veya ilaç oluşturamıyoruz, neden sadece tüm yapabildiğimiz izolasyon ve el yıkamaktan ibaret? Bu sorular, bilime olan inancımızı sarsıyor.

Dünyayı saran salgın ve bilimin sınavı

İnsanoğlu kendi bilgi düzeyini aşan olayları açıklamak için daima üstün bir yaratık aramıştır. Üstün kuvvete daima adaklar adanmış, kan akıtılmış ve merhamet dilenmiştir. İtaat ve tevekkül emreden üstün kuvvete rağmen, bazı insanlar “niye” diye sormaya devam etmiştir. İnsanlık, bu sayede, hücrenin içindeki trafikten galaksiler ve gezegenlerin arası trafiğe kadar evreni keşfetmeye devam etmektedir.

Yalnız insanın evrimi dünyadaki doğa felaketini de başlatan en önemli unsur olmuştur. Tabii ki tüm evrendeki gezegenler gibi dünya da bir gün yok olacaktır. Ama insanın bu yok oluşu hızlandırmış bulunduğu artık hepimiz için malumdur. İnsan ilk olarak işe, düşmanını görebilmek için ormanları yakmakla başlamıştır[7]. Sonra medeniyet, şehirler, gemiler, uçaklar, nükleer santraller, savaşlar, bizleri “konfor” denen yapay hayata alıştırdıkça evrimsel süreçte milyarlarca yıl içinde yavaş yavaş şekillenmiş olan tabiat, şaşırmaya başlamış ve uyum sağlamak için, mutasyon dediğimiz genetik değişimleri hızlandırmıştır. Globalleşme, endüstri, ve aşırı şehirleşme yerel tarımı yok etmiş; “gelişmiş” addedilen ülkeleri adeta yapay bir hayatın içine sokmuştur. Vahşi hayat yok edilerek hayvanların habitatları insanlara yaklaşmış ve hayvanlardaki bazı mikroplar insana bulaşır hale gelmiştir.

Şimdi tabiat bize “dur” demiştir. Bu arada tedaviler bulunacak, hayat ona tutunabilenlerle devam edecektir. Dünyanın aynı dünya olup olmayacağına, geçmişe bakarak karar verilebilir. Yukarıda anlatılan felaketlerden sonra dünya yine aynı vahşi para ve güç hırsıyla dolu insanlarla dönmeye devam etmemiş midir? Yine iyilik ve kötülük, fakirlik ve peşinden koşulan zenginlik, yine fanatizm, yine haksızlık, yine zulüm, olmamış mıdır? Keşke gelir paylaşımının adil olduğu, sağlık ve eğitimin sosyalleştiği, bilime ayrılan bütçenin Diyanet’e ayrılan bütçeden fazla olduğu, yerel tarımın ve hayvancılığın teşvik edileceği bir dünyanın kurulabilmesi bir ütopyadan ibaret olmasaydı.


[1]https://en.wikipedia.org/wiki/Edward_Jenner (Erişim: 26.04.202)

[2]https://www.history.com/topics/middle-ages/pandemics-timeline (Erişim: 24.04.2020)

[3] Ahamed S, Samad MD. Information mining for COVID-19 research from a large volume of scientific literature, Computer Science Biology, ArXiv 2020. www.semanticscholar.org

[4] Nelson DL, Cox MM, Lehninger Priciples of Biochemistry, 4. Baskı, W.H. Freeman and Company, New York (USA), 2005.

[5] Tekşen F, Tıbbi Biyoloji ve Genetik Ders Kitabı. Ankara Üniversitesi Sağlık Eğitim Fakültesi Yayınları No.4, 2. Baskı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 2006.

[6]https://fr.wikipedia.org/wiki/Louis_Pasteur (Erişim: 25.04.2020)

[7] Harari Y.N Hayvanlardan Tanrılara Sapiens İnsan Türünün Kısa bir Tarihi 2012, Kolektif Kitap Bilim ve Tasarım Ltd. Şti., İstanbul 2015.

*Nuriye AKEV
Biyokimya, Prof. Dr.,
nakev@istanbul.edu.tr