Nuray Yılmaz – Ya Acı Çektiğini Kimse Bilmiyorsa!

Bir tarafta savaş mağduru olup, son derece zor koşullarda yaşama tutunmaya çalışan, daha iyi bir hayat için ölümü göze alarak güvenli ülkelere göç etmeye çalışan insanlar; diğer tarafta yaşamdan umudunu keserek ölüme kendi isteği ile giden insanlar! İnsanlar ikiye mi ayrılıyor? En zor koşullarda bile hayatta kalmaya çalışanlar ve zor koşullara adapte olamayıp ölüme gidenler… Elbette öyle değil, çünkü her şeyden önce ne biz sabit varlıklarız ne de hayatla kurduğumuz ilişki sabit ve durağan. Hepimiz zayıf ve güçlü olduğumuz zamanları deneyimleyen, mutlu ve mutsuz olduğumuz anları olan, direngen ve yenik hissettiğimiz durumlardan geçen, yani her an olmakta olanız. Temelde insan, diğer tüm canlılar gibi hayatta kalmak için mücadele eden, savaşan bir varlık. Peki insanlar neden kendi yaşamlarına son veriyorlar? Cevabı zor bir soru, belki hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz. Çünkü kendini öldüren birine “neden” sorusunu sorma şansımız yok. Peki psikoloji bilimi insanların neden kendini öldürdüğünü bize söyleyebilir mi?

Psikoloji, sosyoloji ve rakamlar   

Psikoloji insanı toplumdan ve biyolojik varlığından ayrı düşünmez. İnsanı biyo-psiko-sosyal bir varlık olarak kabul eder. Başlarken şunu belirtmek isterim; yazı boyunca ruhsal olandan her söz ettiğimizde aslında toplumsal olanı dışlamayan bir ruhsallıktan bahsediyoruz. Demek ki, intihar davranışını anlamaya çalışırken insanın her “oluşuna” ait nedenler ve nasıllar karşımıza dikilecektir. O halde kapsamlı bir anlama çabası insanın biyolojik, toplumsal ve psikolojik varoluşunu içine almak zorundadır. Ancak bu kısıtlı yazı, kapsamlı bir anlama çabasının ancak küçük bir yerine dokunabilecektir.

İntiharın tanımı ile başlayalım: Kişilerin bilinçli olarak kendilerini öldürme eylemine intihar diyoruz. Bu tanımdan yola çıkarak, kendini öldürmeye zorlanmış kişiler başta olmak üzere bilinçli bir kararı olmadan kendini öldüren kişilerin durumu bu yazının kapsamı dışında kalacaktır. Dünya sağlık örgütünün istatistiklerine göre her yıl yaklaşık 800.000 kişi intihar ederek ölmektedir. Bu sayının yaklaşık 20 katı insan da kendini öldürme girişiminde bulunmuştur.[1] Bu da, dünyada her yıl yaklaşık 20 milyon insanın kendini öldürmeye çalıştığını göstermektedir. Ülkemizde ise TÜİK verilerine göre 2018 yılında kendini öldüren kişi sayısı 3161’dir.[2] Rakamlar bazen çok fazla şey söyler, bazen de rakamlara indirgenmiş olan binlerce insanı sessizleştirir. Biz çok şey söyleyen tarafından bakmaya çalışalım. Yılda 20 milyon insanın kendini öldürmeye çalışması bize yaşadığımız dünya hakkında neler söyler?

Ben bu satırları yazarken yeni bir intihar haberi daha okuyoruz! “Bugün de Konya’da ekonomik krizle boğuştuğu öğrenilen iki çocuk babası kamyon şoförü … intihar etti”. Haberdeki “de” bağlacı son haftalarda sık sık intihar haberlerine uyandığımıza işaret ediyor. Her bir yaşam öyküsüne baktığımızda ekonomik krizin yaşam umudunu elinden almış insanlar görüyoruz. Kimisi “çocuğum aç” diyor dayanamıyor, kimisi arkasında intihar notu olarak borç listesi bırakıyor. “1 liram var, karnımı doyurabilir miyim” diyen Sibel aklıma düşüyor, gencecik. Bu bireysel öykülerden bile ekonomik adaletsizliğin insanları bunalıma, oradan da intihara sürüklediği gözlemlenebilmektedir.

Yine de bilimsel çalışmaların bu konuda ne söylediğine bakalım. Sosyoloji bilimine önemli katkıları olan Emile Durkheim’ın “İntihar” çalışması sanki bugün yaşadığımız gerçekliği tanımlamaktadır. Durkheim intiharı bir sosyal olgu olarak ele alan ilk kişidir ve 26.000 intihar vakasını inceleyerek bazı sosyolojik analizler yapmıştır. Durkheim’in düşüncesinde intihar, sosyal nedenler tarafından tetiklenen bir sosyal olgudur. Farklı intihar türlerini kategorize ettiği çalışmasında, intiharın birey ile toplum arasındaki ilişki bozukluğundan kaynaklandığını ifade etmiştir.  Özellikle ekonomik kriz, savaş sonrası gibi dönemlerde, toplumu bir arada tutan normların çözülmesinin, bireylerin davranışlarında ölçüt bulmasını güçleştirdiğini, bunun da intiharlar üzerinde etkili olduğunu söylemiştir. Nitekim kriz dönemlerinde intihar olaylarının arttığını saptamıştır.[3]

İntihar nedenleri

Günümüzde yapılan pek çok çalışma da ekonomik kriz ile intihar arasındaki ilişkiyi desteklemektedir. Örneğin Yunanistan’da küresel ekonomik kriz sonrası intihar oranları %30,47 artış göstermiştir.[4] Avrupa’da intihar girişiminde bulunan kişilerin yarıdan fazlasının düşük sosyoekonomik grup içinde olduğu ifade edilmektedir.[5] Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre intiharların %75’i düşük ve orta gelirli ülkelerde meydana gelmektedir. 2016’da Türkiye’de yapılan bir araştırma, işsizliğin intihara neden olduğunu ortaya koymakla birlikte, intiharın da işsizliğe neden olduğunu bulmuştur.[6] İlginç olan bu ikinci nedenselliği, yazarlar ticari başarısızlık yüzünden intihar eden iş sahibi kişilerin işyerlerinin kapanması ile birçok kişinin işsiz kaldığı şeklinde yorumlamıştır. Bu sonuçların da vurguladığı, ekonomik kriz dönemlerinde işsizliğin arttığı ve bu dönemlerde intiharların da arttığı yönündedir. Kriz, adı üstünde, alt-üst oluşa işaret eder. Kriz dönemleri, insanları mevcut baş etme yöntemlerinin yetmediği yeni bir durumla karşı karşıya bırakır. Adapte olmak veya üstesinden gelmek zaman ve büyük bir toplumsal/kurumsal destek ister. Ancak işini kaybetmiş insanlar bir yandan yeni yaşam koşulları ile mücadele ederken bir yandan da toplumdan giderek izole olmaya başlamaktadır. Çünkü toplumsal yaşama maddi koşulları nedeniyle katılmak güçleşmiştir. Yani olası sosyal desteklerini de kaybettikleri bir duruma maruz kalırlar. Öte yandan işsizlik ya da düşük sosyoekonomik statü insanların ruh sağlığı hizmetlerinden faydalanmasında da önemli bir engeldir. Özellikle psikiyatrik/psikolojik tedavilere erişim toplumun geneline yaygınlaştırılamamıştır. Toplumun yoksul kesimleri ruh sağlıkları bozulduğunda tedaviden de mahrum kalarak intihara sürüklenebilmektedir.

İntihar olgularının arka planında görülmesi gereken diğer bir olgu şiddettir. Tıpkı ekonomik adaletsizlik gibi, şiddet ve baskı ortamı da bireylerin ruh sağlığında önemli stresör etkisi gösteren ve baş edilmesi bireysel olarak güç bir toplumsal sorundur. Şiddet -eğer doğrudan öldürmemişse- kişinin yaşam gücünü gün be gün elinden alan, ciddi travma yaratan bir olgudur. Savaş, göç, ayrımcılık, ataerki, yoksulluk, eşitsizlik… şiddet üreten mekanizmalar olarak, içinde yaşadığımız toplumun güvenliğini sürekli tehdit etmektedir. Şiddet ve baskı altındaki bireyler ya şiddet sarmalında yerini alarak onu yeniden üretir ya da altında ezilerek yüklendikleri öfke ve çaresizliği kendilerine yöneltirler.

Yaşadığımız dünya hepimiz için eşit derecede güvenli bir yer değil. İntihar olgularına bakıldığında kadınların çok daha fazla girişimde bulunduğu görülüyor. Sadece cinsiyetimizin farklılığı bile erkek ve kadın olarak ayrı dünyalarda yaşamamıza neden oluyor. Özellikle genç kadın intiharlarının arkasındaki nedenler arasında baskı ve şiddet birinci sırada gelmektedir. Aile içi şiddet diyerek aile içindeki şiddetin arkasındaki erkeği gizlemeyeceğim. Ataerkinin güçlü olduğu, kadınların baskı altında olduğu toplumlarda kadınlar çaresizliğin dilini, intihara teşebbüs ederek çözmeye çalışıyor. Bu intihar girişimlerinin birçoğu aslında yardım çığlığı değil midir?

İntihar olgularında önemli risk faktörlerinden diğeri de ruhsal bir hastalığa sahip olmaktır. Ölümle sonuçlanan ruhsal hastalık fikrini kabul etmek kolay değil; ama maalesef ölümcül olabiliyor. Depresyon, ölümle sonuçlanan ruhsal hastalıkların başında geliyor. Ölüm nedeni de elbette intihar. Depresyon, günlük hayatta kişinin, kendini mutsuz, moralsiz, kederli hissetmesinden öte; durumuyla ilgili ümitsizlik, çaresizlik ve karamsarlık içinde olması; kendisini değersiz ve yetersiz algılaması; yaşama dair ilgi ve isteğin kaybı ile karakterize, bilişsel, duygusal ve davranışsal olarak pek çok yansıması olan bir hastalıktır. Depresyonda intihar oranlarına baktığımızda %15 gibi bir girişim oranı karşımıza çıkmaktadır ki, bu da depresyon tedavisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.[7]Aslında günümüzde antidepresanların kullanımındaki yaygınlığa bakmak bile, depresyonun bir halk sağlığı sorunu haline geldiğini göstermektedir. Ama asıl soru şu ki, depresyon bu kadar yaygın bir çağ hastalığı iken, onu bireysel yaşamlarla açıklamak ya da anlamak mümkün müdür? Örneğin kanser vakaları belirli bir bölgede çok fazla artmışsa oradaki çevresel koşullara bakmak mı yoksa sadece insanın davranışlarına bakmak mı bizi doğruya daha fazla yaklaştırır? Görünen o ki, dünya giderek insanı insanca kucaklamaktan uzaklaşıyor. Erdoğan Özmen’in ifadesi ile depresyon günümüz kapitalizminin en temel semptomudur.[8] Durmadan yeni krizler, yeni yoksullar üreten sistem, kustuğunu, dışarı fırlattığını onarmak bir yana, ortaya çıkan çaresizliği bireyin başarısızlığına yükler. Dahası; birey de bu ideolojiye çoktan teslim olmuştur. Yine Özmen’in ifadesi ile “Öldürücü olabilen, intiharları tetikleyen şey biraz da budur. Kahredici yoksulluk ve çaresizliğimiz için sadece kendimizi suçlu ve sorumlu ilan etmenin koşullarının çoktan orada, hazır halde olmasıdır. Var olan yapılar, sömürü ilişkileri ve çarkları, yoksulluğun ve eşitsizliğin yapısal nedenleri mesele edilmek şöyle dursun, bahse konu bile yapılmaz artık… Bunu onun yerine bizler gönüllü olarak yapıyoruzdur çünkü. Her düşme ve tökezlemeyi, başarısızlığı ve yapamamayı kendi geniş acziyet yelpazemize eklemeye dünden hazır ve razı olarak.”[9]

Tüm bu intiharlar münferit olgular değildir. İntihar haberlerinin arkasından açıklama yapan muktedirler, intihar eden bireylerin ruhsal olarak hastalanmış olmalarının arkasına sığınarak sorumluluklarını örtbas etmemelidir. Hastalık kategorileri, onları tedavi eden uzmanlar arasında dil birliği sağlamak içindir; toplumsal yaraların maliyetini bireye mal etmek için bir araç değil. Hallac-ı Mansur’un çok sevdiğim bir sözü geliyor aklıma: “Cehennem acı çektiğiniz yer değil, acı çektiğinizi kimsenin bilmediği yerdir” der. Giderek insan insana ilişkilerin imkansızlaştığı ve her şeyi nesneleştiren bu çağda, çaresizce ötekine muhtaç insanın yalnızlığı bu dünyayı evimiz olmaktan çıkaran, belki de cehennem haline getiren şeydir. Eğer depresyon bu sistemin en önemli semptomu ise, temel panzehiri de insanca ilişkiler ve dayanışma olmalıdır.

*Nuray YILMAZ
Klinik Psikolog
nuraytanyilmaz@hotmail.com


[1]https://www.who.int/health-topics/suicide#tab=tab_1; erişim tarihi 29.02.2020

[2]http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1060; erişi tarihi 29.02.2020

[3] Durkheim, Emile; 1992, İntihar, çev. Özer Ozankaya, Ankara: İmge Yayınları

[4]Antonakakis N, Fiscal Austerity, “Unemployment and Suicide Rates in Greece”, Munich Personal RePEc Archive, 2013, Erişim http://mpra.ub.uni- muenchen.de/45198/ 25.02.2020

[5] Harmancı, Pınar; “Dünya’daki ve Türkiye’deki İntihar Vakalarının Sosyodemografik Özellikler Açısından İncelenmesi”,  https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/88833, erişim tarihi 20.02.2020

[6] Tunalı, Halil; Özkaya, Seren; “Türkiye’de İşsizlik-İntihar İlişkisinin Analizi”, Kırklareli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2016, C. 5, S. 2, ss., 56 – 70

[7]http://www.psikiyatri.org.tr/halka-yonelik/23/depresyon, erişim tarihi 26.02.2020

[8] Özmen, Erdoğan; “Depresyon ve Melakoli (5): Depresyon ve Kapitalizm”,https://www.birikimdergisi.com/haftalik/9949/depresyon-ve-melankoli-v-depresyon-ve-kapitalizm#.XlzCtS3BLq0 erişim tarihi; 20.02.2020

[9] Özmen, Erdoğan; “Depresyon ve Melakoli (5): Depresyon ve Kapitalizm”,https://www.birikimdergisi.com/haftalik/9949/depresyon-ve-melankoli-v-depresyon-ve-kapitalizm#.XlzCtS3BLq0 erişim tarihi; 20.02.2020