Sineklerin Tanrısı’nda William Golding en primitif hali ile insanın doğasındaki kötülüğü sorgular. Bir uçak dolusu çocuk, ülkelerinde sürmekte olan ve gelecekte bir atom savaşına dönüşmesinden korkulan savaştan uzaklaştırılabilmek için güvenilir bir yere götürülürken içinde bulundukları uçak düşürülür. Issız adada hayatta kalmaya çalışan çocuklar, ilkel dürtülerin, korkunun, güç istencinin ve otoriteye boyun eğişin galebe çalmasıyla, zamanla orada bir cehennem yaratır. Bu alegorik hikayede, her şeyin çok daha insani olabilecekken vahşice olmasını dehşetle okuruz. Sinemaya da uyarlanan hikayenin bu kadar çarpıcı olmasında, cehennemi yaratanın saf ve temiz olarak görme eğiliminde olduğumuz çocuklar olmasıdır. Golding karanlık yanımıza ayna tutar ve “insan nedir; kötülük insanın gerçek tabiatı mıdır?” gibi felsefi sorularla bizi baş başa bırakır.
İnsanlaşma süreci
İnsanı, bir oluş süreci içince ele almak en doğrusu gibi görünüyor. Her şeyden önce insanı kültürel bağlamın dışında tanımlayamıyoruz. Kültürel bir bağlam içinde büyümeyince, insanın insana özgü birçok özelliğini kaybettiğini, hatta konuşmayı bile öğrenemediğini, tarihte «kurt çocuk” vakasından biliyoruz. Bir ananın kucağına doğduğumuz andan itibaren, göbeğimizde kesilen bağın yarasından içeri sızar ruh. Kesilen bağın yerine yeni bağlar kurarız; ötekini içimize alır, ona yaslanır, ona yansıtır, ondan geri alırız. Ötekinin içinden geçerek, ötekini içimizden geçirerek bir ben yaratırız. Zamanla kültürün ve dilin mekanına yerleşir, değişir, büyür, insan oluruz. Freud’a göre uygarlığı kuran şeyle insanı uygarlığın içine yani kültürel düzleme yerleştiren şey aynıdır. Her ikisi de iki temel yasa(k)la başlamıştır. Babayı öldürme ve ensest yasağı. Demek ki, gerek insanı gerekse toplumu kuran, insanın varoluşuna içkin olan şeydir yasa.
Toplumsal sözleşmenin bu ilk yasası toplumsal ahlak ve adaletin temellerini attığı gibi, insanın ahlak ve vicdan gelişiminin de ilk basamaklarını bu yasakların kabulü oluşturur. İnsan, topluluk halinde yaşayabilmek için bazı arzularından vazgeçtiği ölçüde medeniyete adım atmıştır. Ama bu, sadece ilk adımdır. İnsan olma serüveni uzun, meşakkatli bir yolculuktur. İnsanın benimsediği ahlaki kurallar, değerler, idealler ile dürtüler arasındaki mücadele hayat boyu sürer. Mücadelenin nasıl gerçekleştiği ise -yine psikodinamik kavramlarla konuşursak- ego’nun gelişmişliği ile ilgilidir. Yeterince gelişmiş, kuvvetli bir ego, toplumsal olanla dürtüler arasında iki tarafı da az çok tatmin eden bir uzlaşı yolu bulur. Demek ki, insan karanlık yönü, itkileri, dürtüleri ile mücadele ede ede, bu mücadele sürecinde düşe kalka, suçluluk ve utanç duygusunu taşıya taşıya “insan” olur. Adaletin ruhsal dünyadaki karşılığı olan vicdan da işte bu mücadelenin içinden gelişir.
Bizi kendi kötümüzden sakınmaya, ilkel yanlarımızı inceltmeye, yasayı kabul etmeye iten gücü bize ilk bakım veren ebeveynlerimizden devralırız. Bebeğin hayatta kalması, bağlandığı nesnenin şefkat ve merhametine bağlı olduğu kadar; çocuğun nesneden ayrı bir benlik ve kişilik haline gelmesi de, büyük ölçüde bu ilişkinin niteliğine bağlıdır. İlk bağlanma ne kadar güvenli, kapsayıcı, istikrarlı ise ayrışma da -dolayısıyla benlik oluşumu da- o kadar sağlıklı olacaktır. Vicdan her şeyden önce ayrışmayı başarmış, gerçek ve bütünleşmiş bir kendiliğin oluştuğu bir zihnin işlevidir. Ayrılma-bireyleşme ile toplumsallaşma elele giden bir süreçtir. Bu süreçteki olumsuzluklar, sağlıklı bütünleşmiş bir süper egonun türevi olan vicdan yerine, katı, cezalandırıcı, sadist bir süper ego oluşumuna neden olur. Her ne kadar ailenin çocuğa yaklaşımı, kuralları ve yasakları iletme biçimi önemli olsa da, aileyi kuşatan toplumsal normlar, kültür, ahlak yapısı ve kurumlar da bu süreçte rol oynar.
Türk Dil Kurumu vicdanı, kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel güç[1] olarak tanımlamıştır. Vicdan bir iç sestir; başkalarının olmadığı bir durumda da bizi iyi ve doğrudan yana olmaya iter. Dışsal bir otoriteye/efendiye boyun eğen, dışsal cezadan korkarak davranışlarını yönlendiren öznenin değil, iyi ve doğru hakkında kendi değerlerini oluşturmuş, hakikati arayan ve kendine sadık bireyin işlevidir.
“Adalet” kavramının oluşumu
Beğenmediği her şeyi yakıp yıkıp yok etmek isteği, vicdan ve merhamet eksikliği, sahtekarlık, başkalarının haklarına saygı göstermeme, kibir, bencillik gibi olumsuz pek çok duygulanım ve davranışın ego ve süper ego zayıflıkları ile bağı güçlüdür. O halde ahlaki olarak yargıladığımız pek çok davranışın arkasında çocukken maruz kalınan adaletsizlik yok mudur? Çocuğa, hakkı olan gerçek bakım verilmemiş; belki de toplumsal eşitsizliğin yarattığı koşullar nedeniyle çocuk bu bakımdan mahrum kalmıştır. Bu bizi “adalet”in en temel ihtiyaçlarımızdan biri olduğu düşüncesine götürür. Her haksızlığa uğradığımızda içimizde bizi derinden inciten bir şey belirir. İncinen doğrudan benliğimizdir. Çünkü en kaba tanımla adalet, insanların eşit şekilde değer görmesidir. Haksızlıkla karşılaştığımızda kendilik değerimiz saldırıya uğramaktadır. Yaşadığımız öfke, üzüntü gibi duygular bu yüzdendir. Hele de haksızlığa uğradığımızda hakkımızı arayacak donanımımız, gücümüz ya da hakkımızı iade edecek, zararı telafi edecek bir mekanizma yoksa, yaşayacağımız şey çaresizlikten intikam tutkusuna kadar çok daha güçlü duygular olacaktır.
Adalete olan inancımız zayıfladıkça hakkımızı aramaktan da sıklıkla vazgeçeriz. Bu, hem hakkımızı ararken zarara uğrayacağımız korkusu hem de çaresizlik duygularının bizi ittiği kurban rolüyle ilgilidir. Oysa insan kendi bireysel failliğinin sorumluluğunu almadan nasıl iyi bir yaşam kurabilir ki! Kişinin uğradığı haksızlığı hoş görme lüksü yoktur der Nietzsche. Çünkü hoş görme, suçlu olanın kendini düzeltme imkanını da kısıtlar. Burada hem bireyin kendine karşı sorumluluğu hem de topluma karşı sorumluluğu iç içe geçer.
Robert C. Solomon tam da adaleti bu kişisel düzlemde yeniden düşünmemizi önerir. Ona göre adalet yalnızca soyut bir ideal, neredeyse tanrısal bir kavram ya da mükemmel bir toplum için ütopik bir plan değildir. Yalnızca rasyonel akılla, kurumlarla sağlanabilecek bir hedef de değildir. Varoluşumuza içkin merhamet, şefkat, öfke, intikam gibi duygulardan doğar. Bireye ait kişisel ve kolektif bir duygu, paylaşım ve sorumluluk hissidir. Adaleti kendi sorumluluğumuz olarak görmediğimiz sürece adaletin tümden yitirileceğinden söz eder Solomon.[2]
“Adaleti şöyle düşünmemek gerekir. Dünyanın nasıl olması gerektiğine ilişkin bir formül ya da ideal olarak, yönetimler veya Tanrı tarafından “yukarıdan” dayatılacak büyük bir tasavvur olarak düşünülmemeli adalet. Adaleti sadece politik yönüyle ele almak, sadece bu bakımdan incelemek bir yanılsamaya düşüldüğünü gösterir; işler yoluna girerse hiçbir adaletsizlik olmayacağının ve dahası, artık adaletle ilgili hiçbir endişe kalmayacağının sanıldığını gösterir. Böyle bir durumda, adalet gerçekten de bizim elimizde olmayacak, bizim sorumluluğumuz olmaktan çıkacaktır. Benim buradaki tezim, her şeyi yoluna koyacak büyük ve tutarlı bir tasavvurun, bir politika ya da politikalar dizisinin, yani sorumluluklarımızın mucizevi biçimde ortadan kalkacağı mükemmel bir dünyanın olanaksızlığıdır. Dünyanın mükemmel olmaması, adaletsizliklerin yaşanması kaçınılmazdır. Bu da demektir ki, soyut bir adalet beklentisi -herkesi tatmin edecek ayrıntılı bir tasavvur arayışı- yersizdir; oysa gerçek bir adalet beklentisi, belli haksızlıkları, belki binlercesini ve hatta milyonlarcasını ortadan kaldırmak yönünde olmalıdır. Bu, adaletin her birimizin elinde olduğu ve öyle olacağı anlamına gelir. Bundan kaçısı yoktur, başvurulacak bir üst mahkeme bulunmamaktadır.“ (Adalet Tutkusu, s. 35)
Günlük hayatta deneyimlenmediği sürece adalet hakkında konuşup durmanın, yazıp çizmenin anlamı nedir ki? Solomon’a katılmamak elde değil. Adaleti bir kurtuluş vaadi, bir dua, bir ütopya, en iyi ihtimalle azizlere ve kahramanlara ait bir erdem değil de, en sıradan insanın erdemi, insani bir şekilde yaşamanın yolu ve sorumluluğu olarak düşünürsek, onu ötekinin işi olarak görmek yerine kendi insani oluşumuzun bir gereği olarak sahiplenirsek bugünkünden daha iyi bir dünya kurabiliriz.
Giderek vicdanın sesinin duyulmaz olduğu toplumda her türlü kötülüğü psikoloji/psikiyatriye havale etmek, sorunu en iyi ihtimalle eksik kavramak olur. Psikoterapi bireysel düzlemde bir özgürlük imkanı sunar elbette. Ama kadın cinayetlerinin, haksızlık ve hukuksuzluğun, yalanın, sahtekarlığın, güç ve iktidar uğruna her yolun mübahlaşmasının yaygınlığı hakkında daha geniş bir perspektife ihtiyacımız var. Sapkın bireysel varoluşlar ile kurumlar, adalet sistemi, toplumsal normlar, din, ideoloji ve hakim ahlak anlayışı arasındaki bağı düşünmeli, konuşmalı, tartışmalı, daha bütünlüklü bir dönüşüm için elimizi taşın altına koymalıyız. Rekabet, performans, kişisel gelişim, görünür olma, başarılı olma gibi değerlerin diğer her şeyin üstünde tutulduğu, bireyin ancak performansı kadar değer gördüğü; bir yandan birey ilahlaştırılırken ironik biçimde bireyin bu ideolojik kuşatma altında ruhuna kadar sömürüldüğü, ezildiği günümüz dünyasında adalete sahip çıkmak, insan haysiyetine sahip çıkmakla eşdeğerdir.
[1]https://sozluk.gov.tr, 18.01.2022
[2] Robert C. Solomon, Adalet Tutkusu: Toplum Sözleşmesinin Kökenleri ve Temelindeki Duygular, çev: Ertuğ Altınay, Ayrıntı yay., 2004