Bugünlerde sabahakşam duyduğumuz sözcüklerden bir demetle başlayalım: resmi belgede sahtecilik, özel belgede sahtecilik, ihaleye fesat karıştırma, ticari sır niteliğindeki bilgi veya belgelerin açıklanması, banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması, rüşvet, zimmet, irtikap, denetim görevinin ihmali, görevi kötüye kullanma, göreve ilişkin sırrın açıklanması, kamu görevine ait araç ve gereçleri suçta kullanma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama…
Tümü “yolsuzluk” başlığı altına giren bu suç türleri, neredeyse “devlet” kadar eski. …(*)
Yolsuzlukta çalınıp çırpılanlar, kayırmalar, hep “devletin soyulması”, “Hazine’nin yağmalanması” olarak adlandırılır. Devletle başı hoş olmayanlar ise buna sadece omuz silkerler. ”Devletin malı deniz, yemeyen domuz” lafı, biraz da buradan türemiş olmalı. Oysa “devletten çalınan”, aslında Sümer, eski Mısır, Roma zamanında “köle emeğinden”; ortaçağın feodal devletinde “köylü serften”, Osmanlı’da “köylü emeği”nden çalınandır ve nihayet Türkiye kapitalizminde sayıları 16 milyonu aşan işçinin ürettiği “artı-değer”den, emekten çalınandır.
Yolsuzlukla çalınanın özü, karşılığı ödenmemiş emektir; yani ücretlilerin ürettiği değerden, “ücret”ten arta kalan; kar, rant, faiz olarak sermayedar ile paylaşılırken bir kısmı da “vergi” olarak sistemi işletmesi için devlete gider. Dolayısıyla “vergi”nin kaynağı da artık-değerdir. Bu verginin belli kısımları, yolsuzlukla belli sermayedarlar lehine kullanılır. Örneğin devlet için mal ve hizmet almada bir firmaya ayrıcalık tanınırken, firma lehine ortaya çıkan avantajın bir kısmı rüşvet olarak da bürokrata, siyasetçiye ödenir. Paylaşılan, vergi olarak Maliye’ye giden artık-değerdir.
Transfer…
Devletin, bir yatırımı bir firmayı kayırarak hem de rayiç bedelin üstünde ona yaptırması, yine kaynağı artık-değer olan verginin, o firmaya aktarılma biçimidir; alınan rüşvet de, yine artıktan bürokrata düşen parçadır. İmar yolsuzlukları sırasında paylaşılanlar, kayırılan firmaya sağlanan kazançlar ise, tüm yurttaşlara ait olan kent arsası rantının belli firmalara tahsisidir. İmara açılan kamu arsaları, tüm kentlileri ilgilendiren imar planları, tüm kentlilere ait kent rantlarının, onlardan çalınarak bu arsalar üzerine bina dikenlere aktarılmış parçasıdır aslında. Hele ki orman, mera, su havzalarını imara açma ve ondan belli firmaların yararlanmasını sağlama, yine toplumsal zenginliğin karşılıksız aktarılması, karşılığında da rüşvet adı altında ondan pay almaktır.
Özelleştirmeler, bir başka tür artık-değerin aktarılma biçimidir. Satılan kamu kuruluşları, kamu fabrikaları, santrallar, kamu binaları, kamu arsaları, son tahlilde öncelikle kaynağı artık-değer olan vergilerle inşa edildiler. Borçla inşa edildilerse, borcun faizi vergiden, dolayısıyla artık-değerden ödendi. Bunları özelleştirmek demek, kamuya ait artığın devrianlamına gelir. Hele ki düşük fiyatla, firma kayırarak aktarma, artığın bu kez öteki kapitalistleri de ekarte ederek belli bir kesime, yandaşa aktarılması anlamına gelir. Tüm topluma ait akarsular, dereler üstüne HES inşa izinleri, herkese ait yeraltı-yerüstü kaynaklarını, madenleri, taşocaklarını belli firmalara işletme hakkı verme, yine topluma ait zenginliklerin belli firmalara tahsisidir; zenginliğin transferidir ve alınan rüşvet, toplumsal zenginliğin tırtıklanmasıdır.
Rüşvet dönemi…
Rüşvet ve yolsuzluk, en çok da henüz burjuva demokrasisinin yeterince yerleşmediği, şeklen var olduğu ama esasta işlemediği kapitalizmlerde görülür. Türkiye de bu kategoridedir. Hele ki son 10 yılın Türkiyesi…Yasama, yürütme ve yargının AKP ve FG Cemaati elinde paylaşıldığı, muhalefetin işlevsiz kılındığı, emek sınıflarının örgütsüzleştirildiği ve baskıyla, tehditle sindirildiği son 10 yılın Türkiye’si, yolsuzluğun tavan yaptığı dönem olarak tarihe geçecektir. TBMM’ye denetim görevini yaptırmayan, Meclis adına denetim raporları hazırlayan Sayıştay’ı işletmeyen, üstüne bir de yargı kurumlarını sindirerek soruşturmalara engel olan AKP rejimi, yolsuzlukların ta devletin zirvesine uzandığı iddiasını güçlendirmiş bulunuyor.
Yolsuzluk, kişilerin cebi için olduğu kadar “kurumsal tasarruf” olarak da “merkezi” ya da “ademi merkezi” biçimde örgütlenmiş olabilir. Bu mekanizma, iktidar partisinin “paralel bütçesi, bir tür örtülü ödenek kaynağı” gibi çalışmaktadır. Giderek güçlenen bir iddia, Türkiye’de İran’a doğalgazın bedelinin altınla ödenmesi, imar-inşaat alanındaki yolsuzluklar, özelleştirmeler sırasındaki yolsuzluklar ve belli medya patronlarının verilen medya desteği karşılığı kollanması, belli özel hastanelerden sağlık hizmeti satın alınması, enerji lisanslarının belli firmalara dağıtılması sırasında sağlanan milyarlarca TL’lik rüşvetin bir havuzda toplandığı ve oradan Başbakan’ın bilgisi dahilinde harcandığı yolundadır. AKP’nin yerelde “ademi merkeziyetçi paralel bütçeleri”nin olduğu da iddialar arasındadır. Bütün bunların açıklığa kavuşması, yargının soruşturmaları bağımsızca yapmasından geçmektedir. Bunlar engellendikçe, iddiaların soru çengelleri hep akıllarda asılı kalacaktır.
Harcamalar…
Neoliberalizm devleti ne kadar küçültmek istese de sonuçta mal alan, hizmet alan, altyapı yatırımları için harcayan bir devlet hep oluyor. Bu harcamalar için vergi, yetmeyince özelleştirme, yetmeyince borçlanma yine oluyor. Özet olarak, devletin hatırı sayılır harcamaları ve ondan nasiplenmek için devlete mal ve hizmet satan, devlet yatırımlarını üstlenen şirketler hep oluyor, olacak. Burada mesele, devletin bu alımları yaparken, işleri yaptırırken, kamu kaynaklarını en etkili bir biçimde kullanması, kayırmacılık yapmaması, rüşvetçi siyasetçi ve bürokratlara fırsat yaratmaması…
Tarihte devlet var olduğundan bu yana kayırma, yolsuzluk sorunu da hep var olageldi. Bugün de var hem de ziyadesiyle var. Rüşvet ve kayırmacılık, devlet geleneği güçlü ama denetim, demokrasi geleneği zayıf Türkiye için de hep olageldi. Bugün Kamu İhale Kurumu diye denetçi bir mekanizma icat edilse bile, yine var. Onu çalımlayıp müthiş bir rüşvet havuzu kurduğu anlaşılan AKP rejimi ile haydi haydi var…
Bütün devleti küçültme iddialarına karşın devlet, Türkiye’de önemli bir harcayıcı. Harcamalara göre milli gelir verilerinin 2010-202 dönemini alalım. 2010’da 114 milyar TL olan harcamalar, -cari fiyatlarla- 2012’de 150 milyar TL’ye yaklaşıyor. Bu kaynağın %40’ı ile devlete mal ve hizmet alınıyor, %60’ı da yatırım harcaması görünüyor. Devlete satılan mal ve hizmet, yapılan işler, milli gelirin %10’unu geçiyor. Az-buz değil…
Kamu İhale Kurumu
Kamu harcamalarında kayırmacılık, savurganlık azalsın diye, 2001 krizi sırasında, Kemal Derviş-IMF program paketinden bir de “Kamu İhale Kurumu” çıktı. Kurum’un misyonu şöyle tarif edildi; “…kamu alımlarında saydamlık, rekabet ve eşit muamelenin sağlanması amacına yönelik esasları düzenleyen ve uygulamaları denetleyen bağımsız idari otoritedir. Kamu İhale Kurumu’nun vizyonu; kamu alımlarında açıklık, rekabet ve eşit muameleyi esas alan, yenilikçi ve sürekli gelişen bir anlayışla uluslararası düzeyde yetkin ve rehber bir düzenleyici ve denetleyici kurum olmaktır.” Pek ala, pek güzel…Ama AKP rejimi, 2003’te kurulan bu kurumu kısa sürede kendine benzetmeyi bildi. Palazlanıp yerini genişlettikçe, Kamu İhale Kurumu’nu işlevsizleştirmeye, alanını daraltmaya, ihaleye konu mal ve hizmet alımını ve yatırım kapsamını güdükleştirmeye başladı ve sonuçta bugün kamu harcamalarının %44’ü, ihalesiz yani bir anlamda keyfi, denetimsiz, pazarlıksız dolayısıyla da rüşvete, yolsuzluğa açık durumda yapılır.
İhale yasasının istisna maddesi AKP rejiminde 31 kez değiştirildi. Kanunun 2. maddesi olan kapsamda değişiklik ise daha önemli. Yasanın ilk halinde kapsama dahil olan enerji, su, ulaştırma ve telekomünikasyon KİT’leri, sonraki değişikliklerle kapsam dışı bırakıldı. Böylece DSİ’nin, Karayolları’nın, Devlet Demiryolları’nın, elektrik üretim ve dağıtım KİT’lerinin bütün yapım ve satınalma işleri kapsam dışına çıkarıldı. Sonuçta, bugün kamu harcamalarının %44’ünün KİK kapsamının dışına çıkarıldığı anlaşılıyor. 2010’da kamu harcaması 114 milyar TL, ama KİK kapsamı 64 milyar TL’nin de altında. Böylece 50 milyar TL’lik harcama KİK dışı.
Geliyoruz 2012’ye; kamu harcaması 150 milyar TL, ama KİK’in erişebildiği 84 milyar TL. Dolayısıyla harcamaların %43’ünde KİK’in esamesi bile okunmuyor. Sadece bu 3 yılda 170 milyar TL’lik kamu harcamasının ihale sisteminin dışında kaldığını, yani %44’lük harcamanın denetim, açıklık ve rekabetin dışına taşındığını görüyoruz. Kurum, kapsam daraltma ve işlevsizleştirmelerle bugün daha çok mağdurların şikayetlerini inceleyen bir organ halinde.
Peki denetimsiz harcama oranının büyümesi kimin işine geliyor? Tabii ki açıklıkla, rekabetle, denetimle başı hoş olmayan, bunu rüşvet ve yolsuzluk için bir fırsat gören iktidardaki siyasetçi ve bürokratların, bu işten nasiplenen yandaş sermayedarların işine…Bu KİK dışı harcamalara adam gibi bir denetim gelse, şaibeliler adil yargının önüne çıkarılabilse, kim bilir neler görürüz, neler…
Çalıp çırpmayı önlemenin, hiç olmadı azaltmanın yolu, KİK gibi kurumları daha işlevsel ama kendisi de denetime açık kurumlar haline getirmek; Sayıştay’ın işlevini yerine getirmesini sağlamak; Meclis’in, denetim işlevini yerine getirmesini sağlamak; bağımsız yargıyı yeniden tesis etmek. Kamu meslek kuruluşlarını, sendikaları, kamu harcamalarını denetleme konusunda söz ve karar sahibi yapmak da, en az bunlar kadar önemli.
Kısacası çözüm, yine dönüp dolaşıp demokratikleşmeye dayanıyor.
(*) Rüşvetin tarihi ve mevzuatı ile ilgili olarak, Bülent Tarhan,”Yolsuzlukla Mücadele:Kanunlar,Yönetmelikler…”, TEPAV Yayını , kaynağa bakılabilir.
*Mustafa Sönmez,
Ekonomist,
mustafasnmz@hotmail.com