Blair_Bush_Whitehouse_(2004-11-12)

Mustafa Sönmez – Küresel Kriz ve Sosyal Demokrasi

MUSTAFA SONMEZ ( EKONOMIST ) VEDAT ARIK 03.04.2007

2007-2008 küresel krizi bütün dünyayı “bu kriz o kriz mi?” dedirtecek kadar kasıp kavururken ülkelerin politik yapılarını da sarstı. Bununla kalmadı, küresel güçler dengesinde belli değişimlere yol açtı. Yeni güçler öne çıkarken, eskileri görece kayıplara uğradılar.

Krizin yönetimi başlı başına sorun oldu. 2007 öncesine kadar her türden –liberal, sosyal demokrat- yönetim için işler, neoliberal birikim süreci ekseninde iyi kötü gidiyordu. Ama kriz patlayınca, eski yönetim tarzları geçersizleşti. Faturayı birilerinin ödemesi gerekiyordu. Yükün paylaşımı aşamasında ortaya çıkan adaletsizliği sezenler kazan kaldırdılar. Özellikle AB’nin güneyinde İspanya, Portekiz, Yunanistan, İtalya krizi derinden yaşadılar. 1990’da duvar yıkıldıktan sonra kapağı AB’ye atarak “yırtma” derdindeki eski Balkan ülkeleri, Doğu Avrupa hatta Baltık ülkeleri önemli altüst oluşlar yaşadılar. Küreselleşmenin sonuçlarından çok, küresel kapitalizme yeterince eklemlenememiş olmanın sorunlarını yaşayan Arap ülkeleri ise, kendilerini bir başka kavganın içinde buldular.

Sosyal demokrasi adlı neoliberal oyuncu

Sosyal demokrasi, bir yönetim biçimi olarak daha çok 1945-1980 dönemine yani Keynesçi birikim rejimine denk düşüyordu. “Kapitalizmi yönetmek, ama emeğin çıkarlarını koruyarak, yönetmek…” Temel çizgi buydu. Son icraatçı olarak Mitterrand’dan söz edebiliriz. 1981’de Sosyalist ve Komünist Partiler’in ortak programıyla iktidara gelen Mitterrand -değişen iklime rağmen- bu çizgiyi ısrarla denedi, ama kısa sürede pes etti. Sonraki yıllarda Avrupa’daki sosyal demokrat/sosyalist partiler neoliberalizm gerçeği ile yaşamayı var olabilmenin kaçınılmaz koşulu gibi gördüler. Sonuçta sahneye, neoliberalizmi arada bir idare eden bir sosyal demokrasi çıktı. Ama artık bunlar; aslında adı sosyal demokrat, özü ise küresel sermayenin acımasız koşullarını icra eden merkez sağ bir partiden farksızdılar.

Neoliberal birikim yolculuğunun sorunsuz sürdüğü zamanlarda iktidara, yine oyunun kurallarına uygun oynamak üzere gelmiş -sol liberal demenin daha doğru olacağı- sosyal demokrasi için, bu dönemde sorun yoktu. Özellikle ABD ve kimi AB ülkelerinde yaşanan likidite bolluklarının ihsan ettiği büyüme yıllarında kimse “sosyal demokrasi”yi sorgulamayı da iş edinmiyordu.

Likidite bolluğunun getirdiği – ve acısı sonradan çıkacak olan- bir büyüme, onun ihsan ettiği istihdam, göreli yüksek ücret, sosyal devlet harcamaları, kitlelerin neoliberalizmle didişmeden yaşamasına, iktidarda kimin olduğunu pek sorgulamasına gerek bırakmıyordu bile; ta ki, kriz patlayıncaya kadar…

Kriz öncesi ve sonrası karşılaştırmaları

Çok eskiye değil, küresel kriz öncesi dönem ile kriz yıllarının göstergeleri üzerinden gidelim; 2002-2006 dönemi dünya hasıla artışı yıllık ortalama %4,3. Çin, Hindistan gibi yükselen ekonomilerde -hatta Türkiye’de- %8-10 dolayında. ABD’de %3’e , AB’de %2 ye yaklaşıyordu. Bütçe açıkları makuldü. Buna bağlı olarak kamunun borç yükü de tahammül edilmez boyutlarda değildi.

Dünya Ekonomisine İlişkin Temel Göstergeler
  2002-2006 % 2007-2013(*)
Dünya GSYH Artışı

4,3

3,3

Gelişmiş Ekonomiler

2,5

0,9

Avro Bölgesi

1,8

0,2

ABD

2,7

1

Yükselen ve Gelişmekte Olan Ekonomiler

6,9

6

Çin

10,6

9,8

Hindistan

7,5

7,1

Brezilya

3,3

3,6

Rusya

6,7

3,1

ASEAN-51

5,6

5,2

Genel Yönetim Bütçe Dengesi/GSYH

Gelişmiş Ekonomiler

-2,9

-5,5

Yükselen ve Gelişmekte Olan Ekonomiler

-1,1

-1,4

Genel Yönetim Brüt Borç Stoku/GSYH

Gelişmiş Ekonomiler

76,7

96

Yükselen ve Gelişmekte Olan Ekonomiler

43,3

35,2

Dünya İşsizlik Oranı

6,1

5,9

Gelişmiş Ekonomiler

6,4

7,4

Avro Bölgesi

8,7

10,5

Kaynak:IMF, Eurostat veri tabanları,2013 tahmin

Krizin öncesine ve sonrasına baktığınızda, gelişmiş ülkelerde sosyal demokrat partilerin finans kapitalle uyumlarını, hatta krizi üreten koşullardaki veballerini hatırlayacağız. İngiltere, krizin ana tetikleyicisi olan finansal balonlaşmayı Avrupa’ya taşırken iktidarda İşçi Partisi ve lideri Tony Blair vardı. İtalya’da Demokrat Parti, neoliberalizme savrulmada ve sonradan içine düşeceği Avro Bölgesi batağının oluşmasında ağır sorumluluk aldı. Birkaç örnek daha verilebilir.

Gelelim “kriz patladıktan sonra” sosyal demokrat iktidar icraatlarına. Ama önce “bilanço”… Krize giriş yılı olan 2007’den toparlanma çabalarının olduğu 2013 dönemine kadar, dünya hasılasının 1 puan gerilediğini görüyoruz. Asıl gerileme “merkez” ülkelerde elbette. Kriz öncesinde %2,5 büyüme, kriz sonrası %1’in altına düştü. ABD, %1’de tutabildi büyümesini. Avro bölgesinde durum daha kötüydü; %0,2 ye kadar geriledi büyüme. “Yükselen ya da çevre” ülkeler ise 1 puan gerileme ile idare ettiler kriz dönemini ve %6’da kaldılar.

“Merkez” ülkelerinde, ABD ve AB’de, hükümetlerin müdahaleleri daha kötü daralma ve çöküşleri önleyen faktör oldu. Para ve maliye politikaları, banka kurtarmaları, vergisel kolaylıklar vb…bütçeye yansıdı. Bütçe açıkları kriz döneminde hızla arttı. Bütçe açığı kriz öncesinde milli gelirin %3’ünün altında olan merkez ülkelerde açık katlanıp %6’ya yaklaştı. Buna bağlı olarak da, kamunun borç yükü hızla arttı ve kriz öncesi milli gelirin ortalama %75’i  iken kriz yıllarında %100’üne yaklaştı.

Acı faturanın sosyal demokrasiye maliyeti

Sosyal demokratlar, kriz öncesinde bazı ülkelerde yönetimdeydiler ve “dolce vita” zamanında durumu idare ediyorlardı. Krize, sosyal demokrat hükümetlerle yakalanan ülkelerde sosyal demokratlar felaketi ya da enkazı önlerinde buldular ve politik bir özgünlük göstermeden Avrupa Merkez Bankası ile IMF’den ne reçete geliyorsa, onu uygulamak durumunda kaldılar. Bu, kuşkusuz ki, krize merkez sağ iktidarda yakalanan ülkeler için de geçerliydi. Yani sosyal demokratı olsun merkez sağı olsun,  neoliberalizm krizinin yıkıcılığını en azda tutmak için hangi kamu müdahalesi gerekiyorsa aynı standart reçeteyi uyguladılar ve krizin yükünü adil dağıtma konusunda çok da farklı tutumlar söz konusu olamadı. Yük, ağırlıklı olarak halk sınıflarına bindirildi.

Krizin sonuçları da, uygulanan reçete de acıydı. Krizin patladığı mali sektörde işinden olanlara kısa sürede reel sektör işsizleri eklendi. Batık bankaların, diğerlerini aşağı çekmemesi için devletleştirmelere varan radikalliği de içerecek ölçülerde kamu müdahalesine gidildi. Bunun sonucunda bütçe açıkları büyüdü. Yeniden borçlanmaya çıkan kamu, eskisinden daha yüksek faizlerle ancak borçlanabildi ve artan borçları çevirebilmek için bütçenin sosyal harcamalarına, memur maaşlarına, kamu istihdamına, sağlık, eğitim gibi kamu harcamalarına tırpan sallandı. Bunları merkez sağ da merkez sol ya da sosyal demokrat hükümetler de yapmaktan geri durmadı. Politik sonuç ikisi için de aynıydı. İlk seçimde değiştirildiler…

Kriz sonrasında İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın sosyalist partileri, krizin yarattığı tahribatın faturasını halka yıkan programlardan kaçınamadılar. Bu partiler -doğal olarak- emek sınıfının ortak lanetine maruz kaldılar.

Tahayyül gücü gerek

Avrupa sosyal demokrasisi, küresel krize hakim paradigmanın dışında ne bir teşhis ne de tedavi önerebildi. Avrupa Merkez Bankası ve IMF’den aldıkları reçete şu oldu: “Avro alanının sorunlu ülkeleri bütçe açıklarını daraltan, kamu borç stokunu azaltan uygulamaları devam ettirdikten sonra yeniden büyüme rayına oturtacaklardır ekonomilerini…” Gösterilen yol bu olunca, hiçbir zaman IMF ile AMB (Avrupa Merkez Bankası) didişmemiş olup farklı bir paradigma tahayyülü olmayan “sol iktidar”lar, dönüp dolaşıp aynı programların icraatçısı olmak zorunda kaldılar. Bu kemer sıkma politikalarını uygularken, faturayı toplumsal sınıflar arasında “gücüne göre” dağıtma becerisini gösteren henüz pek çıkmadı. Fransa’da son dönemde denenenler bile çok başarılı oldu sayılmaz.  Kriz yanardağının yeniden hareketlenmesi karşısında önerebildikleri; ancak finans kesimini terbiye edici, denetleyici “yeni Keynesçi” mekanizmalar. Krizin finanstaki birkaç zıpırın şımarıklığından kaynaklandığına inanmak işlerine geliyor; yapısal, sınıfsal analizlere yatkın değiller.

Küresel kriz gibi esaslı bir dönemeçten sosyal demokrasinin esaslı bir dönüşüm geçirdiğini ve bunu üreterek , yaratarak yapabildiğini henüz göremedik. Gerçi büyük kriz sonrası yeni toplumsal iklim değişiminin sosyal demokrasiye bir alan bırakıp bırakmadığı bile üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir soru. İklim, ya liberalizm ya sosyalizm şeklindeki iki şıkkın yanında üçüncü bir şıkka şans tanıyor mu, tartışmak gerekir.

Avrupa sosyal demokrasisi için söylediklerimiz Türkiye’de CHP için de geçerlidir. CHP, 10 yıldır tutucu-neoliberal AKP rejiminin toplumsal projesinin karşısına, cari açığını daraltarak; tarımını, sanayiini, hizmet kesimini  üretken kılarak; istihdam yaratarak büyümenin modelini çıkamadı. Böyle kendi içinde tutarlı bir modeli toplumun önüne koyamadı. Sürdürülebilir bir büyüme, adil bölüşüm, özgürleşme, demokratikleşme, farklı kültür ve kimliklerle barış içinde bir arada yaşama konularında doyurucu, tutarlı, uyumlu bir program geliştirememiş olmanın sancı ve sıkıntılarını aşabilmiş bir CHP henüz yok.

Zaman AKP rejiminin aleyhine akıp gidiyor ve mevcut rejim ülkeyi artık yönetebilmekten aciz. Ne ki CHP, AKP ile yönetilmek istemeyenlerin alternatifi olabilmeyi şimdilik başarabilmiş değil. Verili paradigmanın içinde kalma, CHP’nin de Batı sosyal demokrasisi gibi en önemli açmazlarından biri. Bu paradigmanın dışında yeniyi yaratmak, önce var olandan çıkmaya niyet etmeyi gerektiriyor. CHP’de de henüz bu yok.

*Mustafa Sönmez, Yurt Gazetesi Yazarı,
mustafasnmz@hotmail.com