Giddens’ın sosyal teorisinde kullandığı metaforlardan biri de zamandır. Ona göre yeryüzü saat 00.00’da oluşmuş ise yeryüzünde insanın görünmesi saat 11.00’e tekabül etmektedir. Daha da ilginci, ilk insandan günümüze gelindiğinde saat sadece 11.10 olmuştur. Dolayısıyla insanın mağaradan çıkması ile uzaya gitmesi arasında yeryüzünün tarihi bakımından, arada 10 dakikalık ‘kısacık’ bir süre geçmiştir.
İnsan, bu ‘kısacık’ süre içerisinde üç temel özelliği ile diğer canlıların üzerine çıkarak kendine ait bir sistem oluşturmuş ve hem doğa hem de beşer üzerinde egemenlik kurmayı başarmıştır. İnsanın merkezde olduğu sistem yaklaşımı, günümüzde çeşitli kesimler ve görüşler tarafından eleştirilse de, kapitalist ekonomik kuralların geçerli olduğu dünyada, sonuç itibariyle halen egemen yaklaşım olarak üstünlüğünü korumaktadır. Egemen olan insanın -ki burada bahsedilen insan tek bir insan değil kolektif bir insan grubu olan kolektif özne kastedilmektedir- doğaya ve diğer insanlar üzerinde hakimiyet kurarken sahip olduğu üç temel özellikten söz etmek mümkündür. Bu özelliklerin detayları başka tartışmaların konusu olsa da akıl, alet yapma becerisi ve iş birliği, insanı, doğa ve diğer insanlar karşısında mutlak bir ‘galibiyet’e taşır. Kolektif özne, bu yeteneklerini geliştirmesi ve birbirleriyle çaprazlaması noktasında iktidarını sürdürür ya da başka kolektif öznelerin bu becerileri daha etkin kullanmaya başlaması durumunda iktidarını kaybeder. Bu üç unsur sadece toplumun maddi unsurları üzerinde değil aynı zamanda maddi olmayan unsurları üzerinde de kullanılır.
Toplumun maddi olmayan unsurlarının temelinde davranış örüntüleri gelmektedir. Davranışın örüntülenmesi yani sistematik bir tekrara ulaşması kültüre uzanacak ve sonra da aynı davranışı yeniden ortaya çıkaracak bir döngünün başlangıç noktasıdır. Güvenlik ve hayatını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu kaynaklara ulaşma başta olmak üzere pek çok nedene bağlı olan ve çeşitlenen davranışlar, başarılı olurlarsa başka insanlar tarafından taklit edilerek örüntülenir. Sosyal bir varlık olmamızın doğal bir sonucu olarak her başarılı girişim/eylem taklit edilir ve bu taklit noktasında akıl, alet yapma ve işbirlikleri etkisiyle davranışı gerçekleştiren kişilerin sayısı artarken davranış ise aynı oranda kişiler arasında yaygınlaşır ve farklılaşır. Böylece artık herkesin kabul ettiği ancak icra noktasında farklılıkları olan bir davranış örüntüsünden söz etmek mümkündür. Bu davranış örüntüleri, sosyal aktarımlar yoluyla hem nesil içinde hem de nesiller arasında yayılma gösterir. Örüntüyü benimseyen insan sayısının çoğunluğuna bağlı olarak örüntülenen davranış, pratikteki değerini ve anlamını kaybederek yeni bir işleve/anlama dönüşür ve kurumsallaşma adı verilen bir gelişim süreci içine girer. Kurumsallaşmayla birlikte örüntü olgunlaştırılmış ve normlar aracılığıyla şekil edinmiştir. Ancak halen kültürel bir unsur haline gelmemiştir. Kurumsal olarak örgütlenen davranış örüntülerinin kültürün bir unsuru olması için o olguya ilişkin ortak sembollerin kullanılması, ortak anlamların yüklenmesi ve yine toplum tarafından ortak değerlerin o olguya atfedilmesi gerekmektedir.
Sosyoloji literatüründe toplumsal yapıya ilişkin teoriler uzun bir dönem tartışılmıştır. Pek çok sosyolog, toplumsal yapının kurumlardan oluştuğu görüşündedir. Öte yandan 1960’lardan sonra yapısalcı teorilerin çözülmeye başlamasıyla birlikte bazı sosyologlar toplumsal yapının kurumlar tarafından değil de ilişkiler üzerinden organize edildiğini; ilişkiler üzerinden toplumun ‘yapıya’ kavuştuğu ileri sürülmüştür.
Toplumsal yapı ister kurumsal ister ilişkisel ya da karma tipte bir yaklaşımla incelensin, mutlaka bir egemenin (grubun)/yönetenin/rejinin istek, beklenti ve kontrolünde gerçekleşir. St. Simon, toplumsal gerçekliğin, tüm boyutları itibariyle birileri tarafından üretilmiş olduğunu söyler. Böylece asli olan da insanın işbirliği/işbölümü ve dolayısıyla bu işbirliğinde/iş bölümündeki konumudur. Bu konumu belirleyen yegane kriter ise emektir. Cemil Meriç hoca, bu nedenle St. Simon için “ilk sosyolog ve aynı zamanda ilk sosyalist” demektedir.
Pek çok teorik yaklaşım, toplumun değişmesine ilişkin farklı içerikler ileri sürmüş, çeşitli iddialar geliştirmiştir. Oldukça geniş olan bu çerçeve içerisinde yüzeysel olarak bir örnek verecek olursak Marksistler, toplumsal değişmenin çatışma yoluyla gerçekleşeceğini, çatışmanın önce üretim biçimini değiştireceğini; buna bağlı olarak altyapı ve üstyapı kurumlarının da değişeceğini ileri sürmüşlerdir. Başka bir ekol, toplumun değişmesinde eylem tiplerinin değişimini görürken, daha farklı bir ekol ise toplumsal kurumların işlevlerinin farklılaşmasının değişmeyi sağlayacağını ileri sürmüştür. Bu yaklaşımları yapısalcıların kısmi değişim teorilerinden feminist, evrimci görüşlere kadar çoğaltmak mümkündür.
Araştırmanın tanıtımı
Bizim merakımızı cezbeden konu bir doğal afet olarak korona virüs salgınının sosyal yapıyı oluşturan bazı kurumları nasıl etkilediğinin ortaya çıkartılması, en azından bu sürecin bir takım sosyal kurumlar üzerinde ne gibi etkilerinin olduğunun tartışılmasıdır.
Bu bağlamda 438 kişinin katıldığı bir anket hazırlanmış ve bu ankette sosyal kurumlardan bazıları olan aile, çalışma, siyaset ve boş zaman kurumlarına ilişkin görüşler toplanarak salgın öncesine göre ne gibi farklılıklar gözlemlendiği incelenmiştir. Anket, 28 Mart-28 Nisan arasında internet üzerinden yayımlanmış ve herhangi bir kota kısıtlamasıyla sınırlanmamıştır. Ancak derginin içeriğini yoğun bir akademik tartışmaya içkin bırakmamak için araştırma bulguları tablolar şeklinde verilmemiştir. Buna karşın çalışma hayatı, aile, siyaset, din ve boş zamanlar kurumlarına ilişkin olarak elde edilen sonuçlar üzerinden, çarpıcı noktaların okuyucuya sunulduğu daha genel bir tartışma sürdürülecektir. Bu çalışmanın, kanaat oluşturmaya yönelik bir sınırlılık içerisinde tasarlandığı unutulmamalıdır.
Araştırmaya katılanların %44,1’ini 21-30 yaşındaki ve %2,7’sini 61 yaşın üzerindeki kişiler oluştururken, toplam gözlem birimlerinin %55’i kadınlardır. Uğraş ve yapılan iş açısından bakıldığında araştırmaya katılanların %30,1’i öğrenciler iken, ikinci yüksek ağırlıklı küme %26,3 ile özel sektörde ücretli çalışanlardır. Gözlem birimlerinin %40’ı hanelerine giren gelir ile bazen geçinip bazen geçinemediklerini ifade etmişlerdir. Gelirlerinin tamamen yeterli olduğunu söyleyenlerin oranı %16,4; gelirlerinin tamamen yetersiz olduğunu söyleyenlerin oranı ise %11,9’dur.
Aile kurumuna bakış
“Zor zamanlarda” dayanışma ağlarının ya kısa süre içinde çökmesinin ya da dar grup dayanışmasının güçlenmesinin beklenebileceğini söylemek akıl dışı değildir. Tüm dünyada olduğu gibi korona salgını sürecinde Türkiye’de de sokağa çıkma yasakları uygulanmış, günümüzün en küçük üretim birimi olan aile belki de uzun süredir alışık olmadığı şekilde ve uzun sürelerde bir arada kalmıştır.
Araştırmanın bu bölümünde aileye ilişkin gözlem birimlerine yöneltilmiş ilk soru, konutun yeterliliğine ilişkindir. Bilindiği üzere, Çin’deki salgın sonrasında boşanma davalarının arttığı yönünde haberler tüm dünya medyasında yer almıştır. Ortak mekanı paylaşan insanların, uzun süre/ayrılmadan ve zorunlu olarak aynı mekanı paylaşması, mekanın özelliklerine bağlı olarak çeşitli avantajlar veya dezavantajlar getirmektedir. Salgının ilk günlerinde Türkiye medyası da çeşitli uzmanlara, “aynı evde yaşamak zorunda kalanların” birbirlerine nasıl davranmaları gerektiği yönünde bir takım yönlendirici, koruyucu ve önleyici tedbirlerin alınması amacıyla haberler yaptırmıştır. Araştırma kapsamında alınan yanıtlara göre; araştırmaya katılanların %71,5’i, oturdukları konutların tüm hanenin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde donatıldığını söylemiştir. Konutların yetersiz donanımda olduğunu söyleyenlerin oranı ise %6,8’dir. %21.7’si ise konutların kısmen yeterli kapasitede olduğunu belirtmiştir.
Katılımcılara aile içi iletişimin, dayanışmanın, beraber eğlenmenin nasıl değiştiği; bununla birlikte sahip olunan ailenin değerini anlaşılıp anlaşılmadığı ve yine sahip olunan ailede karantina günlerinin geçirilmesini nasıl değerlendirdikleri sorulmuştur. Tüm bu sorulara olumsuz yanıtlar veren bir başka ifade ile aile içi iletişimin salgın nedeniyle daha da bozulduğunu; dayanışmanın daha da kötü bir noktaya gittiğini; beraber eğlenemediklerini söyleyenlerin oranı tüm sorularda %6’yı geçmemektedir. Bu düşük oran karşısında, aile içi iletişimin daha iyi hale geldiğini söyleyenlerin oranı %60,5; dayanışmanın arttığını söyleyenlerin oranı %72,4’tür. %65,8’i beraber yapılan aktivitelerden zevk aldıklarını söylemiş; salgın sayesinde “ailemin değerini anladım” diyenlerin oranı %70,7 iken katılımcıların %79’u korona günlerindeki karantinayı aileleriyle geçirdikleri için mutlu olduklarını belirtmişlerdir.
Bu veriler incelendiğinde, korona virüs salgınında aileyi oluşturan üyeler arasındaki ilişkinin ve dayanışmanın güçlendiği görülmektedir. “Zor zamanlarda” küçük grupların dayanışma ilişkilerinin güçlenmesi yaklaşımını destekleyecek olan bu bulgular, aile kurumunun da güçlendiğine işaret etmektedir.
Dini tutumlardaki değişim ve çalışma hayatı
Araştırma kapsamında katılımcılara, sosyal kurumlardan biri olan din kurumun örüntüsel davranış değişikliklerine ilişkin de sorular yöneltilmiştir. Buna göre, salgın süreciyle birlikte gözlem birimlerinin %30,3’ü ezan, dua, sala vb. dini okumaları duyduğunda öncekine göre daha çok duygulandığını belirtmiştir. Katılımcıların %36,3’ü salgınla birlikte TV ve radyo gibi kanallarda dini içerikli programları daha çok takip eder olduklarını söylemiştir. Katılımcıların %35,8’i bu dönemde yaratıcıyı daha çok yanlarında hissettiklerini, %37,4’ü ise Allah’ın bu dönemde kendilerine yardım ettiğini düşündüklerini belirtmiştir. Bugünlerde dini inancın daha da gerekli olduğunu düşünenlerin oranı %23,4; duaların kabul olacağına inananların oranı %33; dini vecibelerini daha çok yerine getirmeye başlayanların oranı %22,1; çevresindeki insanların dini vecibelerini yerine getirmeleri için onları ikaz etmeye başlayanların oranı ise %15,8 olarak bulunmuştur.
1980 sonrasında, dünyanın küçük bir köy olarak reorganizasyonunun gerçekleştirilmesi projesi kapsamında çalışma yaşantısının önceki dönemdeki kalıplarının kırılması için bir takım düzenlemeler kısmi oranda başarılı olsa da, bu uygulamaların en başında gelen unsurlardan esnek ve evden çalışma şeklinin tam olarak çalışma hayatının içerisine işlemesi çok da mümkün olmamıştır. En genel anlamda korona salgını, evden çalışma ilkesinin çalışma hayatının en önemli düzenlemelerinden biri olarak gerçekleştirilmesine fırsat sağlamıştır. Korona, tüm dünyada daha önce sigortacılık, editörlük, bilgisayar hizmetleri vb. iş kollarının yanında pek çok hizmetin de yine evden ve özellikle de bilgisayar altyapısı kullanılarak tedarik edilmesini mümkün hale getirmiştir.
Öte yandan korona salgını, dünya genelinde, çok sayıda şirketin iflas etmesine ve insanların işsiz kalmasına neden olmuştur. Bizim yaptığımız araştırmaya göre, gözlem birimlerimizin %15,1’inin virüs salgını nedeniyle işlerini kaybetmiş durumda olup yine araştırmaya katılanların %59,1’i çevresinde virüs salgını nedeniyle ücretsiz izne ayrılan ya da gönüllü olarak işinden ayrılan insanlar olduğunu belirtmektedir.
Çalışan nüfus açısından, iş yerlerinde salgına karşı alınan tedbirler incelendiğinde hijyen tedbirlerinin tam olarak alındığı iş yeri sayısının %19,4 olduğu; salgına karşı herhangi bir tedbir almayan iş yerlerinin oranının da %1,8 olduğu görünmektedir. Salgına karşı işyerlerinde dezenfektan bulunduran işletmelerin oranının %24,7, düzenli ateş ölçümü yapılan işletmelerin oranının %12,8, maske/eldiven/siperlik vb. sarf malzemelerinin işyeri tarafından sağlandığı işletmelerin oranının %18,3 olduğu görülmektedir.
Araştırma sonuçlarına göre işletmelerin %50’si uzaktan çalışmaya personellerini yönlendirmişken araştırmaya katılanların %60,1’i salgından sonra uzaktan çalışmanın artacağını düşünmekte olup ayrıca gözlem birimlerinin %41,6’sı işyerlerinde nöbetleşe çalışma sisteminin hayata geçirildiğini ifade etmiştir. %8,4’ü ise çalışma şekline yönelik herhangi bir düzenleme getirmemiştir. Ayrıca işletmelerin %13’ünde işletmedeki hijyen tedbirlerinden sorumlu en az bir kişinin belirlendiği bilgisi edinilmiştir.
Çalışma hayatına evden çalışanlar açısından bakıldığında, evden çalışmanın başlamasıyla birlikte mesai süresinin arttığını söyleyenlerin oranı %10,7’dir. Ayrıca evden çalışmayla birlikte ücretin/maaşın azaldığını ifade edenlerin oranı %6,4’tür. Bununla birlikte %7,3’lük bir kesim yemek ve yol ücretlerinin evden çalışmayla birlikte ödenmediğini belirtmiştir. Prim/ek ders vb. başlıklar altında ücretlerinde düşüş olduğunu belirten evden çalışanların oranı %6,4’tür. Evden çalışan kişilerin sadece %8’inin telefon ve internet ücretleri şirketleri tarafından ödenmektedir. Öte yandan sadece %10’luk bir kesim, iş için kullandığı ofis ekipman ve malzemelerin işyeri tarafından tedarik edildiğini belirtmektedir.
Evden çalışmayla birlikte fazla mesai ücreti almaya başlayanların oranı %16,7 olarak tespit edilmiştir. Bununla birlikte evden çalışma ile birlikte personelin %9,1’inin üzerine yeni sorumluluk ve görevler yüklendiği; %10,3’ünün uzaktan çalışmayla ilgili olarak çalıştıkları kurumlar tarafından eğitime tabi tutulduğu bilgisi edinilmiştir.
Siyaset-ekonomi ve sağlık
Hiç kuşkusuz korona salgını dünya çapında ekonomik bir krizi tetiklemiştir. Ekonomik determinizmin mutlak ve tek belirleyiciliğinde olmasa bile yönetici seçkinlerin ekonomi alanında aldıkları tedbirler, tüm toplumsal yapıyı etkileyecektir. Bu bağlamda araştırmaya katılanların %78,9’u tüm dünyada ekonomik ve siyasal sistemlerin değişikliğe uğrayacağını öngörmektedir. Buna bağlı olarak liberalizmin güçleneceğini düşünenlerin oranı %28; sosyal devlet uygulamalarının güçleneceğini düşünenlerin oranı %41,7; sosyalist eğilimlerin güçleneceğini ifade edenlerin oranı ise %30,1’dir. Salgın sonrasında uluslararası toplumun daha da önem kazanacağını düşünenlerin oranı %47,5 iken ulus devlet yapısının güçleneceğini düşünenlerin oranı %43’tür.
Araştırmaya katılanların %87,7’si, salgının ortaya çıkarttığı ekonomik krizi sonlandırmak için siyasiler tarafından halkın omuzlarına yeni maddi yükler bindirileceğini ifade etmiştir. Bununla birlikte katılımcıların %52,5’i Türkiye’nin içine gireceği ekonomik sıkıntıyı kısa zamanda atlatamayacağı görüşündedir.
Araştırma kapsamında, çeşitli siyasal ve yönetsel kuruluşların salgına dair aldıkları kararlara veya gerçekleştirdikleri faaliyetlere ilişkin görüşlere yönelik sorular yöneltilmiştir. Bu bağlamda Cumhurbaşkanlığı tarafından alınan salgınla ilgili tedbirlerin yeterli olduğunu düşünenlerin oranı %20,6’dır. Tedbirlerin yetersiz olduğunu düşünenlerin oranı ise 45,9’dur. Valilikler ve valiliklere bağlı kurulların (pandemi kurulu vs.) aldıkları tedbirleri yeterli görenlerin oranı %21’dir. Bu organların tedbir kararlarını yeterli görmeyenlerin oranı ise %43,8’dir. Sağlık Bakanlığı ve özelde Sağlık Bakanı, korona kapsamında en çok adından söz ettiren kurumdur. Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan açıklamalara, katılımcıların %23,7’i güvendiklerini belirtmiştir. %73,3’lük bir kesim ise Sağlık Bakanlığına güvenip güvenmeme noktasında kararsızdır. Bilim Kurulu’na ise, %96,6’lık bir kesim güvendiğini belirtmiştir. Sağlık personeline duyulan güven ise %88,3’tür.
Değerlendirme
Toplumsal yapının değişmesi için gerekli olan içsel ve dışsal faktörlerin uzun süreliliği ve güçleri, değişme süresini farklılaştırmaktadır. Öte yandan, başta aydınlar başta olmak üzere, pek çok kişi korona salgını sonrasında toplumsal yapıda değişikliklerin olacağına dair tahminler yapmaktadır. Hiç kuşkusuz ki, gündelik yaşamlarımıza dair önemli bir takım düzenlemelerin yapılması gerekmektedir, yapılacaktır da… Ancak kurumsal yapılar yönünden korona sonrasına bakılacak olursa bu salgın, aile dayanışma ve ilişkilerinin güncellenmesi yönünden yeni bir dinamik sağlamıştır. Buna göre, önümüzdeki süreçte muhafazakar söylemin önemli retoriklerinden biri olan aile söyleminin daha da önemli hale geleceğini ve muhafazakarların aile temasını daha fazla kullanabilecekleri bir siyasal alanın açılacağını söylemek mümkündür. Benzer bir çerçevede, korona salgını döneminde dini ritüel ve inanç yönelimlerinin de arttığı görülmektedir. Bu yüksek hassasiyet düzeyi de, korona sonrası kurgulanacak retoriğe eklenecek ve muhafazakar siyaset bu duyarlılıktan yararlanacaktır.
Çalışma hayatındaki değişim, neoliberal politikaların istediği ve uzun zamandır arzuladığı türdendir. Bu süreçte pek çok işletmenin, kendini mümkün olduğu kadar uzaktan ve esnek çalışma sistemine entegre etmesi sebebiyle, aradığı fırsatı yakalayan neoliberal çalışma prensiplerinin daha da güçleneceği söylenebilir. Bu çalışma ilişkilerinin getirdiği örgütsüzlük, ücret pazarlığındaki dezavantaj ve daha ucuz işgücü gibi pek çok faktörün yaygın etkilere ulaşması da öngörülebilir.
Araştırma kapsamında ortaya çıkan ve sistem değişikliği olarak da kabul edilebilecek sosyalist ve sosyal devlet yaklaşımlarının güçleneceğine dair yanıtların yüksek oranı, geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca kapitalizmin krizlerle güçlendiği gerçeği ile çelişmektedir. Dolayısıyla katılımcı görüşlerinin aksine, koronanın, kapitalizmin örgütlenmesinde bir fırsat noktası olacağı düşünülmelidir.
Yaşanan ekonomik kriz, uzun yıllardır dünya genelinde globalleşme adı altında sürdürülen, “tüm dünyada tek bir ekonomik ve tek bir siyasal sistem” yaratma mücadelesini tamamlanması noktasında hız kanacaktır. Sorunun küresel olduğu hiçbir durumda çözümün yerel olması mümkün değildir. Buna göre, veriler arasında çıkan yoğun değişim/dönüşüm beklentisi, kapitalist örgütlenmenin “sıfır direniş” tutumunda mümkün olabilecektir. Bir metafor olarak, dakikada 200 dolar kazanan sermaye ile gün boyu çalışıp 2 dolar kazanamayan kişilerin birbiriyle verecekleri mücadelede, salgın sonrası ekonomi-politik yapının 2 dolar kazanamayan lehine değişmesini beklemenin temenniden öte bir anlamı olamayacaktır.
Özellikle toplumcu yapılanmadaki devlet modellerinin korona salgınındaki görece başarısı karşısında kapitalist örgütlenme, kendi örgütlenmesini bu sistemlerin yerine geçirmek ve yaymak için daha da yoğun bir dönüşümü dayatacaktır. Araştırma bulgularında görüldüğü üzere, toplumsal kurumlara duyulan güvene karşı siyaset kurumunun aktörlerine ilişkin güvensizlik, siyaset kurumunun aktörleri tarafından -güvensizliği tersine döndürmek uğruna- daha totaliter eğilimlerin hayata geçirilmesine ve bunun da global bir çerçevede gerçekleştirilmesine zemin hazırlayabilecektir.
Kuşkusuz ki tüm bu karamsar tablonun ne kadar kararabileceği, karşı kolektif öznelerin tarihsel rollerini ne kadar yerine getirip getiremedikleriyle bağlantılı olacaktır.
*Mustafa KOÇANCI
Sosyoloji, Doç. Dr.,
mkocanci@gmail.com