CET_2718

Müslim Sarı – Ekonomide Kriz ve Yeni Ufuklar

2 Ekim ayının sonlarından itibaren döviz kurlarında bir hareketlenme gözlenmeye başlayınca Türkiye ekonomisinde kriz kaygısı yükselmeye başladı. Aslında bu kaygı hiç de haksız sayılmazdı. Çünkü toplumun kriz algısı hep döviz kurundaki ve faiz oranlarındaki hızlı yükselme ya da borsadaki büyük değer kayıpları ile belirginleşiyordu. Zaten geçmişte yaşanan krizlerde de hep böyle olmamış mıydı?

 Gerçekten bir krizin içinde miyiz?

Eğer bir krizin içindeysek, o krizin neresindeyiz? Krizde değilsek krize mi gidiyoruz? Bir kriz hali varsa bunun nedenleri ne? Kriz daha ne kadar derinleşecek? Türkiye ekonomisini ve toplumunu yakın ve orta gelecekte nasıl bir ekonomik tablo bekliyor? Şimdi dilerseniz çok fazla rakama boğmadan ve teknik dilden mümkün olduğunca sıyrılarak bu sorulara tutarlı ve anlamlı yanıtlar aramaya çalışalım.

Bir krizde miyiz sorusunun yanıtı her şeyden önce krizden ne anladığımızla ilgidir. Ekonominin durumuna ilişkin bakış açımızı dolar, borsa ve faiz gibi unsurlardaki değişiklikler üzerinden geliştirirsek konuyu sadece finansal bir krizle sınırlandırmış oluruz. O zaman bir krizde olup olmadığımız sorunusun yanıtı çok açıktır; Bu değişkenlerdeki hızlı değişimlere bakarak kendimizce yanıtlar verebiliriz. Ancak, daha derin ve daha reel bir ekonomik analize girersek, konu biraz daha çetrefilleşir. Bu değerlendirmede başka bazı değişkenlere bakmak ve onlar üzerinden bazı analizler yapmak zorunlu hale gelir.

Bir ekonomideki en önemli göstergelerden biri üretilen gelirdir. Ekonominin performansı ne kadar gelir ürettiği ile yani ne kadar refah dağıttığı ile ölçülür. Cumhuriyet kurulduğundan beri Türkiye ekonomisi yıllık ortalama %5 civarında büyümüştür. Bu, tarihsel ortalamadır. Bu büyüme oranı, genç nüfusa sahip ve potansiyeli olan bir ülke için orta seviyede performans anlamına gelir. Çünkü bunun altındaki oran işsizliği arttırır. Başka bir deyişle, mevcut işsizlere ek olarak her yıl ortalama yarım milyon civarında gencin iş talep ettiği Türkiye gibi bir ülkede işsizliği sabit tutmak için bile en az %5 büyümek gereklidir. Türkiye ekonomisinin son üç yıldaki büyüme ortalaması %3 civarındadır. Bunun sonucu olarak da, işsizlik çift haneli rakamlara tırmanmıştır. Muhtemelen resmi işsizlik oranı, bu yılın sonunda, %11’in üzerinde olacaktır.

Özetle, ekonominin gerçek performansı üzerinden bir değerlendirme yaptığımızda, “Türkiye ekonomisi krizdedir” diyebiliriz, hem de son üç yıldır… Üstelik şimdi bu reel krize bir finansal krizin eşlik etmesi de kuvvetle muhtemeldir.

Finansal kriz

Türkiye ekonomisi, yapısal olarak cari işlemeler açığı veren ve bu açığı da borç yaratıcı kalemlerle finanse eden bir ülkedir. Örneğin, 2016 yılında 35 milyar dolar cari işlemler açığı vereceğiz. Önümüzdeki sene de bu açık bu rakımın altına düşmeyecek. Peki cari işlemler açığı vermenin sakıncası nedir ki? Neden bundan korkarız?

Cari açık en nihayetinde döviz açığı demektir. Ülkenizin merkez bankası döviz basamayacağına göre, her yıl verdiğiniz açık kadar dövizi bir yerden bulmanız gerekir. Eğer ülkenize gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımı yoksa, bu parayı ya portföy yatırımı olarak yani sıcak para şeklinde ya da borçlanarak bulmak zorunda kalırsınız. İşte yapısal olarak sürekli cari işlemler açığı veren bir ülkenin orta ve uzun vadede dış borç stoklarının birikmesinin nedeni de budur. Bu borçların da, vadesi geldiğinde ödenmesi gerekir. Yani her yıl verdiğiniz cari işlemler açığına ek olarak o yıl içinde vadesi gelen borçlar için de finansman bulmanız gerekir. Önümüzdeki yıl vereceğimiz cari işlemler açığı kabaca 40 milyar dolardır ve daha önce aldığımız dış borçlarımızın yaklaşık 180 milyar dolarının vadesi 2017 yılında dolacaktır. Yani Türkiye ekonomisi, önümüzdeki yıl, yaklaşık 220 milyar dolarlık bir finansmanı uluslararası piyasalardan sağlamak zorundadır. İşte bir finansal krizin ayak sesleri bu gerçek üzerinden yükselmektedir.

Üstelik dünyada ödünç verilebilir fonlar hızla daralmaktadır. Dünya ekonomisi, 2000’li yıllar boyunca 2008 yılına kadar, bol ve ucuz paraya boğulmuştu. Özellikle gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere ciddi miktarda para akışları söz konusuydu. 2008 yılındaki krizden sonra ise, krizden çıkmak için, başta Amerikan Merkez Bankası (FED) olmak üzere, gelişmiş ülkelerin merkez bankaları piyasaya neredeyse sıfır faizden bol miktarda para verdi. Bu koşullar, gelişmekte olan ülkelere ucuz ve bol miktarda para akışında süreklilik sağladı. Ancak, 2016 yılından itibaren, bu dönemin sonuna ulaşmış bulunuyoruz. Artık para musluklarının bulunduğu gelişmiş ülkelerin merkez bankaları faiz artışına yönelerek yurt dışına çıkan paraları yeniden güvenli limanlara yani kendi ülkelerine çekmeye başladılar. Özetle, ucuz ve bol para dönemi sona erdi. Bu, dünyada Türkiye gibi ülkelere akacak ödünç verilebilir fonların daralması anlamına geliyor. Yani Türkiye, ekonominin çarklarını döndürmek için, gittikçe küçülen bir pastadan 200 milyar doların üzerinde bir fon akışını garanti etmek zorunda.

İşte zurnanın zırt dediği yer tam da burası; Türkiye böyle bir konjonktürde giderek küçülen bir pastadan giderek büyüyen bir payı nasıl alacak? Döviz kurunu zıplatan, faizi arttıran ve borsa üzerinde baskı oluşturarak bir finansal kriz etkisi yaratan durum tam da bu sorun içindeki gizli kaygı ile ilgili.

Bu kadar büyük bir finansmanı bulmak zorunda olan ve kırılganlığı yüksek bir ekonomide siyasal savrulmuşluk büyük bir risk olarak ortaya çıkıyor. Dış politikada sıkışan, ekonomik olarak derin ilişkileri bulunan Batı dünyasından hızla uzaklaşan; AB’ye aday bir NATO ülkesi olma durumundan giderek sıradan bir Ortadoğu ülkesine dönüşen; demokrasi, demokratik değerler ve yaşam biçimi ile arasına mesafe koyarak otoriterleşen bir ülkede, büyüyen siyasal risklerin ekonomik öngörüyü gittikçe zayıflattığı açıktır. Hele bu ülkeyi yönetenler, ekonominin kurallarından habersiz bir biçimde kurumlar üzerinde baskı oluşturarak onları dejenere etmekten çekinmiyorlarsa; ekonomik gerçeklerin üstünü tamamen ideolojik argümanlarla örtmeye çalışıp gereğini yapmayacakları bir görüntü yaratıyorlarsa durum çok daha kritik demektir. TC Merkez Bankası bağlamındaki faiz tartışmalarında veya dövizdeki artışa karşı bulunan zihni sinir çözüm önerilerinde bunu açıkça yaşadık.

Sonuç olarak

Türkiye ekonomisi, yapısal sorunlarından kaynaklı derin bir reel krizin zaten içindedir. Kötü yönetim altında bir finansal krize sürüklenmesi de ciddi ihtimaller arasındadır. 2017 yılında bir finansal kriz olmasa bile, ekonominin orta vadede büyüme performansı sıfır ile %3 arasında seyredecektir. Bu, işsizlik oranın çok daha yüksek seviyelere ulaşması anlamına gelmektedir. Böyle bir tablonun iktidar için yıpratıcı olacağı açıktır. Düşen büyüme ve yükselen işsizlik, artan sosyal sorunlar üzerinden daha büyük sosyal gerilimlere yol açacaktır. Aslında bu durum, sosyal demokrat bir siyaset için önemli bir ekonomik ve sosyal manevra alanı yaratmaktadır. Unutulmasın ki, ekonominin içinde bulunduğu durumun nedenlerini analiz ederek sadece AKP dönemi ile değil 12 Eylül’den sonra uygulanagelen neoklasik iktisat politikaları ile de hesaplaşan, bütüncül ve rasyonel çözüm önerileri oluşturarak bunu topluma inandırıcı biçimde anlatan bir sosyal demokrat siyaset anlayışı, sırf bu açıdan bile orta vadede güçlü bir seçenektir.

*Müslim SARI
CHP 24. Dönem İstanbul Milletvekili, Ekonomist
muslimsari1@gmail.com