Cumhuriyet’in tarihinin, Türk siyasetinin modernleşme serüveninin en keskin ve en önemli aşamalarından biri olduğu şüphe götürmez bir gerçekliktir. Muasır medeniyet şiarı içeren bu gerçekliğin ileriye dönük öngörü olmanın ötesine geçememesi de bir o kadar alenidir. Ancak bu son saptama, buradaki tarihsel eşiği küçümsemek değildir. Tam tersine, bugün içinde bulunduğumuz siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel sarmalın aşılamamasında görmezden gelinen ya da yeteri kadar dikkate alınmayan siyasal ve toplumsal kültürün, kısacası toplumsal dokunun ne derecede önemli bir faktör olduğunu gösterme amacı taşımaktadır. Dolayısıyla, geldiğimiz aşamada bir sıkışmışlığın göstergesi durumundadır.
Bu sıkışmışlıkta, daha doğrusu bu tarihsel öğrenilmişlik durumunun oluşumunda çeşitli etmenler bulunmaktadır. Bunun ilki, cumhuriyet idealizminin, nitelikli insan unsurundan yoksun olması ve geleneksel yapısı köylü sınıfı ağırlıklı olan bir toplumda kök salmak zorunda kalmasıdır. İkincisi, hem ilkiyle hem de siyasal kültürden kaynaklı olmakla birlikte, devletin, hem varlığını hem de sermaye birikimini güvenceye almak adına toplumu baskılaması ve toplumun sosyal ve kültürel olarak dönüştürülebilmesi için gerekli adımların atılabilmesinde otoritarizme başvurmasıdır.
Üçüncüsü, ideolojik hakimiyetle siyasal hakimiyetin birbirini tamamlamasıdır. Kemalist tek parti, iktidar olmasına karşın kültürel sermayeden, yani cumhuriyet düşüncesinin değer yargılarına sahip toplumsal bir destekten mahrumdur. Siyasal ve kültürel bütünlük oluşturması, ancak çok partili yaşam sonrasında, Demokrat Parti ve sonrasının sağ siyasal partilerinin varlığı ya da iktidarlarıyla gerçekleşmiştir. Siyasal elitlerin sosyal ve kültürel açıdan toplumun değer yargılarını paylaşmaları, sosyal ve toplumsal dokunun iktidarla toplum arasındaki uyumu temin etmesini kolaylaştırmıştır. İktidar(lar) toplumun geleneksel değer yargılarını muhafaza ederken -değiştirmek/dönüştürmek konusunda gerekli iradenin gösterilmemesi ya da yeteri derece de önem verilmemesinden dolayı- toplum da iktidar(lar)ın meşruiyet ve siyasal gücünü pekiştirmiş ve sürekli kılmıştır. Buradaki birbirini tamamlama durumu, siyasal yelpazenin dengesiz şekilde oluşmasına; sonuçları günümüze ulaşan ve halen devam eden dengesiz bir siyasal ve toplumsal gidişata yol açmıştır. Keza, 2000 öncesinin siyasal aktörleriyle toplum arasındaki ilişkinin şekillenmesinde, anayasal-yasal düzenlemelerle belirli kimlikler ekseninde yapılan tanımlama ve kutuplaştırmalar da kullanılmıştır. Bu faktörler toplumun daha kontrollü ve daha yavaş değişimine vesile olurken, siyasal aktörlerin toplum algısını da bir o kadar sabitleştirmiştir.
Belirleyici olan dördüncü ve son husus ise, uzlaşma kültüründen yoksun fakat salt siyasal iktidar odaklı siyasetin; toplumu, farklı dönemlerde, sınırları belirgin ve homojen olan farklı kimlikler ekseninde kristalize etmesidir. Askeri müdahaleler, anayasal/yasal düzenlemeler ve siyasal kültürün otoriter boyutunu öne çıkaran uygulamalar toplumun hareket alanını kısıtlarken, özellikle, koalisyon dönemleri dışarıda tutulursa, neredeyse yetmiş yılı aşan sağ siyasal iktidar deneyimi ve siyasal kültürün dinsel vurgularla bezenmiş olması toplumun geleneksel siyasal perspektifini korumasına yardımcı olmuştur.
Dolayısıyla 2000’lere kadar siyaset toplumu, toplum da kuşakları fazlasıyla kontrol etmiş; deyim yerindeyse bir nevi mahalle baskısı geçerli olmuştur. Bu nedenle her bir toplumsal kimliğin, üyesi olan kuşakları kendi değerleriyle -olabildiğince ya da en üst oranda- şekillendirmesini kolaylaştırırken aynı zaman da sosyolojik dönüşümü engellemiş ya da en azından daha ağır değişim yaşamasına yol aöan birer kontrol merkezi olmuşlardır. 2000 sonrası ise, sağ siyasal yelpazenin hegemonik iktidar gücünün 20 yılı aşan siyasal ömrünün -her kadar 2016 sonrasında “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” altında Cumhur İttifakı adında bir koalisyon hükümeti olsa da- kısa bir özeti gibidir. Ancak bu özetin anlamı, iktidarın, hatta iktidar bloğunun, Türk siyasal hayatındaki yeri bakımından değil, daha ziyade siyasal ve toplumsal bakımdan farklı sorunsallar ekseninde farklı dönüm noktalarının buluştuğu bir kavşak olmasıyla ilişkilidir.
Bu dönem, özellikle 2010 sonrasının siyasal ve toplumsal gelişmeleriyle; erkler arası güç ilişkisinin yeniden konumlandırıldığı; tacizler, tecavüzler, yolsuzluklar ve bunlara ilişkin atıl kalan hukuksal süreçler gibi onlarca husus, değişen kuşaklar ve beklentilerle birlikte bambaşka bir toplum manzarası ortaya çıkarmıştır. Kısacası, en köklü sosyolojik kırılmaların bir arada bulunduğu, farklı toplumsal kesimlerin farklı katmanlarında farklılaşan düzeylerde “kaybedecek bir şeyi olmayanlardan kaybedecek bir şeyi olanların” yaratıldığı bir geçiş dönemi söz konusudur. Ancak toplumsal doku cumhuriyet tarihinin en köklü sosyolojik kırılmalarıyla, aşınmalarıyla ya da tahribatlarıyla karşı karşıya kalmasına rağmen halen güçlü birer sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Neden başarısızlık?
Böylesi bir ikilemin oluşumunda önemli neden, çok partili yaşamla birlikte cumhuriyet tarihinin en uzun soluklu iktidar deneyiminin etkisi kadar, siyasal ve toplumsal sorunların bu derece yaygın ve içinden çıkılmaz bir hal almasında muhalefetin payının ne olduğunun hiç sorgulanmamasıdır. Türk siyasetinde toplumsal sorunların muhalefet tarafından dikkate alınmış olmasına ilişkin kayda değer örnekler belki de iki elin on parmağını geçmez. Peki, muhalefetin toplumsal sorunlar karşısında çok yetersiz, hatta yok hükmünde olmasının bu derecede kanıksanmış olması nasıl açıklanabilir?
Toplumun siyasal bir özne olamamasında, sağ ve sol/sosyal demokrat kesimin aynı görüşü paylaşmalarının payı olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal kültürün sağ siyasal yelpaze ile olan bağının hegemonik mahiyeti ve solun 70 yılı aşan iktidar olamama durumu, giderek güçlenen ve kırılamayacağı ya da aşılamayacağı düşünülen bir psikolojik eşik yaratmıştır. Her geçen süre zarfında daha da kanıksanmış olan bu durum, toplumun yekpare bir olgu olarak düşünülmesine kadar uzanmıştır. Nihayetinde ise oluşan düşünsel sıkışmışlığın muhalefet açısından en can alıcı yönü, siyasal muhalefet dilinin farklılığını kaybetmesidir. Başka bir ifadeyle muhalif siyaset ve alternatif olma dili, egemen siyasal kültür ve siyaset yapma dilinin, yani giderek muhafazakar siyasetin kültür ve değer yargılarının etkisine girerek özgünlüğünü yitirmektedir.
Egemen siyaset değerlerinin siyasal yelpazenin tüm bileşenlerine sirayet etmesi, özellikle muhalefet dilinin, egemen siyaset diliyle özdeşleşmeye başlaması, siyasal ve toplumsal koşulların uygun olduğu bir eşikte kaçınılmaz olarak değişim ve dönüşümün önündeki en temel engel olmaktadır. Erbakan anmasıyla daha da belirginleşen bu belirtiler, “kul hakkı” vurguları ve son kertede bizzat CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na ilişkin soy-sop açıklaması siyasal muhalefetin içinde bulunduğu düşünsel çıkmazı daha da açık kılmaktadır. Buradaki algının devamında ise egemen siyasal kültürün geride kaldığı ya da öldüğü düşünülen otoriter, sınırlayıcı, kontrolcü bir yaklaşımın –ki, burada kast edilen genel olarak 2000 öncesi olup- siyasal yelpaze fark etmeksizin nasıl içselleştirildiği de bulunmaktadır.
Parlamentodaki dört siyasi partinin (AKP-CHP-MHP-İYİP) ortak açıklama yaparak Kazakistan hükümetini desteklemeleri, özellikle Millet İttifakı açısından hem handikap hem de siyasal kültürün düşünsel açıdan ne derecede yerleşik olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Çünkü bir yanda otoriterliği, vesayetçiliği, hukuksuzluğu, yolsuzluk ve yoksulluğu meşrulaştıran uygulamalara karşı çıkılmakta diğer yandan zihniyet olarak özgürlüğün ve eşitliğin halen içselleştirilemediğini bir kez daha alenileştiren bariz bir çelişki sergilenmektedir.
Siyasal kültürün tedavülden kalkması gereken değer yargılarının bugün için nasıl bir pranga olduğunu görmek, siyasal ve toplumsal bir vizyon oluşturmak ve düşünsel yargıları süzgeçten geçirebilmek için bir diğer önemli örnek, Enes Kara’nın bir cemaat yurdunda intihar etmesi nedeniyle yapılan açıklamalardır. Ataerkil toplumsal ilişkilerin ve kültürün, kadını ve kadın kimliğini, cinsiyeti ve bedeni hedef tahtasına oturtarak kendisini tartışmanın dışında tutması gibi, egemen siyaset dili de kendi varlığını sürdürmek için benzer yöntemleri kullanmaktadır. Aşılması gereken ancak kaçınılan sorunun derinliği, Devlet Bahçeli’nin “bizim derdimiz ve sorun ettiğimiz konu tarikat ve cemaatlerden ziyade yüce dinimize yönelik suçlamalardaki sinsiliktir”; “tarikatlar ve cemaatler devletle rekabete tutuşmadıkları ve devleti ele geçirme hatasına düşmedikleri sürece hayatın olağan akışı içinde var olmaya devam edeceklerdir” ifadelerinde yeterince belirgindir. Egemen otoriter siyasal kültürün ve geleneksel sosyokültürel yargılarla siyasal rantın sürekliliğini sağlamanın ve toplumdaki sosyolojik değişimi görmezden gelmenin bir diğer örneği ise, bu konuya ilişkin Ali Babacan’ın “siz kapatmaktan, yasaklamaktan başka bir şey bilmiyorsunuz” ifadeleri ve İYİ Parti grup başkan vekilinin HDP’nin kapatılmasını talep eden açıklamasıdır.
Yukarıdaki görüşler, Türk siyasetinde hiçbir sorunu çözmediği gibi mevcut toplumsal sorunları çözüme kavuşturmak yerine yapay bir gündeme sürüklemektedir. Keza, demokratiklik, özgürlük ve hakkaniyet algısına sığınılarak belirtilen yukarıdaki her bir görüş; öz itibariyle geleneksel kültürel yargılarla özdeş görüldüğünden, yani, İslam, din, kültür gibi geleneksel olgulara atıf yapılarak tanımlanmasından dolayı mevcut toplumsal sorunların hasıraltı edilmesine sebebiyet vermektedir. Çünkü sorunun kaynağı olan olgular, aynı zamanda sorundan zarar görendir, mağdur gösterilendir.
Yanlış teşhisten doğru tedavi beklemek mümkün mü?
Siyasal ve toplumsal sorunlar, siyasetin dilindeki tanımlayıcı, betimleyici ya da indirgemeci yaklaşımlara sığmayacak kadar farklı düzeylerin -siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel- bileşiminden oluşmaktadır. Bu nedenle sorunun sosyolojik teşhisi önem kazanmaktadır. Ancak daha öncesinde düşünsel bir kopuşun varlığı şarttır. Bugün içinde bulunduğumuz sorunların çıkmaza girmesi, kötünün iyisini tercih etmek gibi bir dayatmayla karşı karşıya kalmanın arkasında bu düşünsel gerilik bulunmaktadır.
Özellikle neredeyse çeyrek asra yaklaşan tarihsel aralıkta, temel engel toplumsal değer yargılarından ziyade siyasal aktörlerin siyasal ve toplumsal sorunları algılama, onları tanımlamada içinde bulundukları psikolojik girdaptır. Çünkü siyaset kurumunun aktörleri tacizleri-tecavüzleri, yoksulluğu-yoksunluğu, yozluğu-yobazlığı, yolsuzluğu-yağmacılığı, yaftalamayı-yıkıcılığı, hukuksuzluğu-yargısızlığı ve onlarcasını içeren asıl sorunlara odaklanmak yerine eşit yurttaşlık eksenine oturmayan bir perspektife dayanarak, sorunlara çözüm olmayan soyut-kısır tartışmalarda sürmektedir. Ancak böylesi bir rotanın iki doğal sonucu -içinde bulunduğumuz siyasal ve toplumsal koşullardan da anlaşılacağı üzere- bulunmaktadır. İlki, muhalefetin siyaset dilinin geleneksel siyasal kültürün ve siyasal iktidar(lar)ın siyaset yapma dilleriyle özdeşlik kazanmasıdır. İkincisi ise başarının, tökezleyen iktidarın lütfu olmasıdır. Aynı hedefe çıkan bu iki sonuçtan umut beslemek, biraz,” Godot’yu beklemek” gibi…