Murat AYDIN – Hegemonya Bağlamında Gezi ve Boğaziçi Direnişleri

Toplumlardaki sınıfsallık üretim ve üretime bağlı artı değerin oluşmasıyla belirginleşmiştir.  Toplumun muktedirleri -egemenler/yönetenler/üst yapının temsilcileri- bir yandan sınıfsallığı meşrulaştırmanın araçlarını oluştururken -geleneksel anlamda dinsel yaklaşımlarla, modern manada ideolojiyle- diğer yandan zor gücünün kullanımı iktidarların varlıklarını sürdürmesinin olmazsa olmazı olmuştur. Politikliğin ayrılmaz parçası olan bu iki husus, yani rıza ve zor; maddi ve manevi birçok olguyla birlikte egemenliğin veyahut hegemonyanın inşasında ve sürdürülmesinde yer almaktadır. Hegemonyanın veya egemen sınıfların/iktidar güçlerinin egemenlik meşruiyetlerinin belirleyiciliği, özellikle, egemen sınıfın düşünce tarzının toplumdaki karşılığıyla ve iktidar yapılarıyla toplumun kültürel değer yargılarının müştereklik düzeyiyle doğru orantılıdır. Bu süreçte düşüncenin sistematikleştirilmiş şekli olan ideolojiler, aktörlerin toplumla iletişimini sağlamakta; toplumsal ve siyasal şartlara, yani, toplumdaki düşünsel yapının niteliğine, üretim ilişkilerinin mahiyetine, iktidar aygıtının örgütlenme tarzı gibi birçok hususla birlikte rızanın üreticisidir. Keza, iktidar nazarında rızanın oluşmaması veya toplumun ezici çoğunluğunun psikolojik veya somut desteğinden mahrumiyet zor olgusunu egemenliğin dayanağı yapmaktadır. Dolayısıyla iktidar gücü, yani egemenlik veya hegemonik güç, rızayla; rızanın yetersizliğinde ise zor gücüyle temin edilmektedir. Bu nedenle, kişiden topluma ve toplumdan devlete uzanan geniş yelpazedeki her türden ilişkiyle, kişiden başlayan ve toplumu kapsayan aktif veya pasif şekildeki tavır alma tarzları, iktidar ve iktidar ilişkilerinin sınırlarını belirlemektedir.

Türkiye’de toplumsal sermaye ve iktidar-hegemonya ilişkisi

Siyasal ve toplumsal şartların belirleyici olduğu hegemonya ve siyasal iktidar ikilisinin rıza ve zora dayalı meşruiyet durumu, tüm siyasal ilişkilerde olduğu gibi Türk siyasal hayatı içinde geçerlidir. Keza, siyasal düzlemde işgal edilen alanın mahiyetindeki değişiklik halihazırdaki toplumsal sermayenin siyasal yelpazede bulunmasına mani olmamaktadır. Türk siyasal hayatı açısından da Osmanlı siyasal kültüründeki hegemonyanın dayandığı unsurlar, Cumhuriyetle birlikte politik yelpazenin bir kanadıyla özdeşleşmiştir. Toplumsal dokunun geleneksel kimliksel ayrımının buradaki mahiyeti aynı zamanda seküler-ilerici olarak anılan sol/sosyal demokrat ve otoriter-milliyetçi-muhafazakar özelliğiyle sağ siyasal ideolojinin -merkez sol ve merkez sağ- genel referansı olarak otoriter politikalarla birlikte siyasal meşruiyeti belirlemiştir. Toplumun farklı ve farklı olduğu kadar belirgin birkaç kimlik bağlamında konumlanmış olması ve politik olanın bu ayrımı/kamplaşmayı bariz şekilde besleyerek politik alana kanalize etmesi, hegemonik olmanın itici gücü olmuştur. Dolayısıyla Kemalist dönemdeki ilericilik-gericilik, 1950’lerden itibaren komünizm, 1980’lerden itibaren Kürt sorunun gündeme düşmesi, irtica ve Alevilik-Sünnilik tartışmaları; güç ilişkilerini, yönelimi, politik olanın araçlarını, yöntemini ve söylemselliğini belirlemiştir. Bu maddi unsurlarla siyasal kültürün önemli bileşenlerinden zor olgusu/otoriterlik Kemalist dönem hegemonyasının kültürel sermaye eksikliğini kapatırken/ikame ederken 1950 sonrasında siyasal ve kültürel bütünlüğün idamesindeki başat araçlar haline gelmiştir. Nihai aşamada ise Kemalist dönemde hegemonik -özellikle kültürel/siyasal kültürş-olanla siyasal iktidar arasındaki ayrım 1950’lerde ortadan kalkmış ve hegemonik olan artık iktidarı da ele almıştır.

2000’lere kadar neredeyse değişmeden gelen ve nispeten homojen olan toplumsal ayrışmaya dayalı kutuplaşma, Türk siyasetinin çok partili döneminin hemen hemen tamamında yer almıştır. Siyasalın, iktisadiyatın, sosyalin ve kültürelin geneli içindeki dini-etnik kimlikten milliyetçi-muhafazakâr anlayışa, seküler-milliyetçi düşünceden otoriterizme uzanan mikro değer yargılarının var ettiği toplumsal kutuplaşmanın siyasal düşünce bağlamında hegemonyaya sağladığı avantaj; Menderes hükümetleri ve milliyetçi cephe hükümetleri hariç siyasal kültürle siyasal iktidarın örtüşmesi bakımından mevzubahis olmamıştır. Bu dönemlerdeki siyasal kültür ve siyasal iktidar özdeşliğine dayalı muktedirliğin 2000 sonrasındaki görünürlüğü ise nispeten veya görünürdeki algı itibariyle homojen kabul edilen, fakat zamanla dağılmaya/parçalanmaya maruz kalan toplumsal dokunun kaçınılmaz bir sosyolojik revizyona uğramasıdır. Tam da bu aşama da, değişen bu toplumsal dokuyu somutlaştıran, ete kemiğe büründüren Gezi ve sonrasında Boğaziçi’dir. Bu durum ideolojik araçların beslendiği tarihsel birikimin sonu olduğu kadar, yani patikaya bağımlılığın işlevsiz kaldığı bir aşama olarak, aynı zamanda hegemonya krizinin kendisidir. Gezi ve Boğaziçi’ni hegemonya krizi olarak okumak, tarihsel siyasal kültürün tedavülden kalkışının ayak izi olmasından kaynaklanmaktadır.

Bir kırılma: Gezi ve Boğaziçi direnişleri

Cumhuriyetin karşı karşıya kaldığı geleneksel kültürel sermaye kitlesinden mürekkep toplumsal yapı, 2000 sonrasında “kaybedecek bir şeyi olmayandan kaybedecek bir şeyi olanlara” dönüşmeye başlamıştır. Çünkü aslında otoriterizm, ataerkillik, dinsel aidiyet kimliklerinin belirginliği gibi geleneksel üretim ve bu üretim ilişkilerinin yarattığı sosyal sermayeye karşı hukuk ve adalet, eşitlik -kişisel ve toplumsal-, yurttaş bilinci, yaşam hakkı ve onlarcasının yer aldığı bir dizi hakkın mücadelesi şeklinde tezahür eden veya öyle algılanıp değerlendirilen şey öz itibariyle iktidarı sağlayan egemen kültürel yargıların karşı karşıya kaldığı çıkmazdır. Çıkmazın kendisi bir nevi siyasal ve toplumsal ilişkilerin hangi düzlemde ve nasıl şekilleneceğinin belirleyicisi olması itibariyle önem kazanmaktadır. Bu nedenle Gezi ve Boğaziçi’ni geleneksel siyasal kültürün ve insan sermayesindeki niteliğin belirleyici olduğu iktidar yapılarının var olma mücadelesi olarak görmek gerekir. Çünkü kent -kısmen istisna yönleri olmakla beraber- veya taşra fark etmeksizin taşra kültürünün veya hayat algısının hegemonik siyasal gücü toplumsal dokudaki onlarca olguyla -tecavüz ve tacizler, iktisadî rantlar, çevresel sorunlar, ötekileştirmelerinin barizleşmesi, kuşak değişimleri, teknik ve teknolojik değişimin etkisi vb…- birlikte tahrip olmuştur. Bu tahribat toplum kadar siyasal iktidarların varlığını sağlayan değer yargılarının etkisizleşmesiyle de özdeştir. Keza, Geziyle görünür olan bu kültürel sermayenin ikame edilmesi, edilemiyorsa karşı iktidar olarak gelişen ve iktidarı sarsan karşı hegemonya olgusunun bastırılması; bastırılamıyorsa üretildiği yerlerin -Ankara Siyasal, ODTÜ, Boğaziçi gibi- tahakküm altına alınarak iktidara özgü sermayenin değer yargısı haline getirilme çabasının bir girişimi olarak değerlendirmek gerekir.

Gezi ve Boğaziçi; medyanın, siyaset aktörünün, toplumsal algının, çevre ve yaşam hakkı ya da bir idari tasarruf şeklindeki belirli yüzeysel algı tarzının çok ötesindedir. Bu ötede olma durumu ise ne statükodaki denge değişiminden ne de muhalif konumun bağrında olmasıyla ilişkili değildir. Bilakis, değişen jenerasyonlarla toplumsal dokuda filizlenen ancak iktidar bloğunun kendi siyasal tabanındaki çatlaklardan, yarıklardan veya parçalanmalardan gücünü alan bir eksen kayması itibariyle karşı hegemonyadır. Bu nedenle, kadın cinayetlerinden hukuksuzluklara, bireyselden toplumsal şiddetin her türlüsüne, yolsuzluklardan iktisadi zenginliğe kavuşmuş olanlara, imam hatiplerden türban meselesine, milliyetçilikten Kürt sorununa kadar bir dizi bileşenin kendi bağlamlarındaki etkileriyle ortaya çıkan toplumsal döngüdür. Doğum sancısı olarak bu döngü, toplumsal bir gerçeklik olması itibariyle Gezi ve Boğaziçi direnişlerinde kendini belli ederken, özelde iktidar genelde ise egemen siyasal ve toplumsal hegemonyanın tutunma, mevcudiyetini ve meşruiyetini var edebilme mücadelesidir…

*Murat AYDIN
Doktora Öğrencisi, Kamu Yönetimi
murat_aydin68@hotmail.com