Türk siyasal yaşamındaki modernleşme sürecinin kurumsal yapılara yönelik köklü müdahalelerine karşın, toplumsal dokudaki seyrinin aynı düzeyde olmaması; siyasal ve toplumsal yönelimi büyük ölçüde belirlemiştir. Aslında modernleşmenin Osmanlı siyasal kültürüne ilişkin genel değer yargılarını tedavülden kaldırma çabası, Türk siyasal yaşamının içinde bulunduğu tarihsel girdabın bir yansımasıdır. Daha doğrusu modern toplum ve devlet düşünselliğinin geleneksel topluma sirayet ettirilmesi ve bu sirayete karşı direnilmesini gerektiren tarihsel bir hegemonya sorunsalı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Geleneksel toplum yapısı ve değerleriyle cumhuriyet rejimi ve siyasal kültür arasındaki ilişkiyi görünenin veya algılananın aksine hegemonya mücadelesine dönüştüren iki sacayağı bulunmaktadır. Öncelikle cumhuriyetin düşünselliği ve gelecek tahayyülü, modernizmin gerektirdiği toplum niteliği olmasına karşın cumhuriyet yöneticileri genel olarak geleneksel değer yargılarından beslenmiş bir toplumsal sermayenin parçasıdır. Bu hususun nihai sonucu ise cumhuriyetin ideolojik yöneliminin böylesi bir toplumsal sermayenin ürünü olan siyasal elitlerin fikri bütünlüğüyle doğrudan veya dolaylı çatışmasıdır. İkincisi ise, ilkiyle ilişkili olarak, köylü ağırlıklı bir toplumsal formasyonun -belki de her şeyden önemlisi budur- Türk siyasetinin ideolojik yelpazesi üzerinde sahip olduğu belirleyiciliktir. Siyasal veya kültürel sermaye boyutuyla bu kitleyi belirleyici yapan şey, iktidar olma ve bu iktidarı sürdürmeye yoğunlaşmış bir algının meşruluğunda oynadığı tartışmasız fonksiyondur. Dahası kişi-toplum ve toplum-devlet ilişkilerindeki toplumsal kutuplaşmaların sebeplerinden biri olan ulus-devletin oluşturulamayan yurttaşlık kimliği; otoriterlikle bütünleşmiş geleneksel değer yargılarıyla birlikte, demokratik siyasal işleyişin yönelimini ve içeriğini belirlemiştir. Cumhuriyetin idealizmi ise kurum varlığını ve kimliğini içeren bir soyutluğa dayanarak varlık kazanmıştır. Nihayetinde, siyasal yapının ideolojik formasyonu her ne kadar belirli dönemlerde belirli toplumsal ve siyasal kimlikler üzerinden ayrışmış olsa da, iktidar ve iktidar bileşenlerinin hegemonya unsurlarıyla yani araçlarıyla toplumsal bölünme ve kamplaşmanın genel niteliği ve özelliği değiştirilmeden sürdürülmüştür.
Pragmatizme dayalı pratiğin girdabı
Böylesi bir tablonun mevcudiyetinde; hem sol/sosyal demokrat hareketler hem de Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Alparslan Türkeş, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan gibi aktörlerce temsil edilen ve milliyetçi-muhafazakar-otoriter bütünlüğü belirli düzeylerde harmanlayarak toplumsal alana taşıyan sağ siyasal oluşumlar pay sahibidir. Kemalizmin sınırları içindeki bu mevcudiyette, kendine özgü niteliğe sahip hareketlerin prototiplerinden biri de, teorisyenliğini Necmettin Erbakan’ın yaptığı “Milli Görüş” hareketidir. Milli görüş, ahlaki olanla bütünleştirilmiş bir ümmet düşüncesiyle, insan sermayesinin geleneksel dokuya bağlılığından yana olan tavır ve değerleriyle bu gün içinde bulunduğumuz toplumsal yozlaşmanın verili kaynaklarından biridir. Ancak demokrasi içi iktidar mücadelesi şeklinde lanse edilen veya öyle algılanan şey; aslında, gelenekselle modernleşme arasındaki hegemonya çekişmesidir. Siyasal iktidar olmanın ötesindeki bu gerçeklik; toplumsal ve siyasal düzeydeki ayrışmanın keskin olması, toplumsal sermaye ve siyasal şartların, sağ siyasal anlayış için daha elverişli olmasıyla günümüze kadar gelebilmiştir. Merkez sağın -genelde tüm sağ siyasal yapılar- uzun soluklu iktidar kaynağı olan bu siyasal ve toplumsal sermaye; sol/sosyalist hareketlerin toplumu algılamalarındaki stabilliğin psikolojik duvarı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu gerçekliğin oluşumunda, aynı zamanda, sol/sosyalist hareketlerin benimsedikleri yaklaşımın radikalliği, içinde bulundukları toplumsal grubun algısal değerleriyle, politik olanın mahiyetini değerlendirmelerinin yarattığı kısırlık ve kendi statükolarını korumaya dönük düşünselliklerinin de azımsanmayacak payı bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle toplumsal yapı, siyasal aktörlerin ve politik algının şeklini belirlerken siyasal aktörler ve oluşumlarda toplumsal yapının, yani, insan sermayesinin olabildiğince stabil kalmasından yana tavır almışlardır. Bu takınılan tavır ise mevcut siyasal yaklaşım ve politik hareket alanının yapaylaşmasıyla ve sürekli bir kriz -siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel- olgusuyla sonuçlanmıştır.
Siyaset dilinin ve anlayışının iktidar olmakla sınırlı yapısı otoriterizmle bütünleşmiş olsa da, asıl sorunsal; toplumsal yapının belirli kimlikler özelinde -sağcı/solcu-komünist, Alevi/Sünni, Kürtlük, Kemalistlik, siyasal İslamcılık ve otoriter-milliyetçi-muhafazakar- maruz kaldığı güçlü, aşılamaz, dönüştürülemez ayrışmadır. Böylesi bir husus, siyasal düzlemdeki çatışma ve ayrışmayı stabilleştirirken; toplumsal doku içinde güçlü önyargıları da beraberinde getirmiştir. Netice ise; toplumsal dokunun her bir parçası kendi içinde genişleyen birer güç merkezi haline gelirken, aynı zamanda her biri ötekini belirli aidiyetler içerisinde olumsuzlayan bir gerçekliğe tekabül etmiştir. Bu somutluğun taraflarından biri olarak muhafazakarlık; düşünsel ve uygulama boyutuyla rejim ve devlet kimliği kadar toplum ve muhalefetin kısır niteliğini de beslemiştir. Dolayısıyla politika üretilemeyen alanda hegemonik olan değer yargılarının psikolojik kadrajına takılıp kalmak, günümüz siyasal yelpazelerinin asli girdabı olarak karşımıza çıkmıştır.
Geleneksel algıyla gelecek inşa edilebilir mi?
Günümüzdeki bu girdabın ilk özelliği, toplumu halen stabil ve farklı siyasal kimliklerin algılanmasında olduğu gibi, muhafazakar kimliğin de siyasal yelpazedeki güç ilişkilerinin belirleyicisi olarak değerlendirilmesidir. Böylesi bir durumun oluşumu ise, belirli bir toplumsal ve siyasal perspektifin etkisinde kalan politik aktörlerin toplumdaki devinimin farkına varamamaları veyahut geleneksel algıların dışına çıkamamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun örneklemleri çoğaltılabileceği gibi, özellikle Fethullah Gülen hareketinin tarihsel etkisi ve gücü üzerine olan psikolojik algının, 17-25 Aralık sonrasındaki seçimlerde iktidar bloğunda yaratacağı güç kaybı beklentisinin boşa çıkmasıyla daha da netleşmiştir. Bu örnek aslında özelde milli görüş hareketi ve dolayısıyla bu hareketin düşünsel anlayışının toplum nazarındaki karşılığının, ne kadar yüzeysel ve indirgemeci olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Türkiye siyasi yelpazesinin genelinde ise; tüm toplumsal olgulardaki mükemmeliyetçilik veya yozlaşma algısıyla etiketlemeye dayanan geleneksel algı tarzının indirgemeciliğini göstermektedir.
Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında Erbakan anmasının bize düşündürdüğü birkaç husus bulunmaktadır. Öncelikle, politik aktörlerin toplumu halen sağ siyasal kimliğin bir unsuru olarak değerlendirerek düştükleri handikaptır. Bu handikap politik alanda toplumsal sermaye ve iktidar mücadelelerinde geleceğe değil, geleneksel kültürün düşünsel kavram ve alanına sıkışmışlığının bir göstergesi olduğu gibi; çözümünde bu siyasal kültürün araçlarıyla oluşturulmasında aranmasındadır. Erbakan anmasının bir diğer önemli çıktısı, Türk siyasal hayatının ihtiyaç duyduğu istişare ve düşünsel paylaşıma katkısıdır. Her siyasal oluşumun kendi bağlamında Erbakan’a yaptığı övgülerin niteliğinin tartışmaya açıklığını ve pragmatizm gerçekliği barındırmasını bir kenara bırakırsak; daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir toplumsal tahayyül ekseninde lanse edilen yaşanabilir bir Türkiye istemi dışında ortaklığın değer yargıları mevzu bahis olmamıştır. Ancak politik alanda konuşulabilirliğin sağlanmasında, her şeyden önemlisi HDP’nin bulunması siyasal gelecek açısından önemli bir görüntüdür. Ancak bu görüntünün eksikliği; yani düşündürücü kısmı, Akşener’in bulunmamasıdır. Akşener’in bulunmaması politik bir hamle midir, pragmatizm mi, HDP’den ayrışma mı, geleneksel siyasal kültür anlayışından kopuş mudur, bilinmez. Ancak geleceğin politik başarısının geleneksel siyasal yaklaşım ve politik tavırlardan arınmakta yattığı aşikar bir gerçeklik olarak karşımızda durduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan Levent Gültekin’in “Bu Yazıyı Yazmak Zorunda Kaldığım İçin Çok Üzgünüm” ve Ayşe Çavdar’ın “Meral Hanım’ın Yolcuğu” adıyla kaleme aldığı yazılar; hem geçmiş hem de günümüz siyaseti açısından izleyecek rotanın patikaya bağımlılık mı, yoksa kopuş mu olacağına dair olasılıkları önümüze koyabilmek açısından bir fikir verebilir… Tabi bunlar sadece birer olasılık. Asıl belirleyici olacak şey; siyasal aktörlerin geleneksel siyasal algıların dışında ne kadar kalabileceği, geleceği hangi eksende inşa etmekten yana oldukları ve toplumdaki değişimin buna vereceği yanıtın mahiyetidir…