Dünyanın en önemli metropollerinden İstanbul, özellikle tarihi anıtları, topografik özellikleri ve doğal değerleriyle eşsizdir. İstanbul il sınırları içinde, paleolitik çağdan günümüze dek çeşitli kültürlere ait belge ve bulguları bulmak olanaklı olup tarih boyunca oluşan tarihsel tabakalaşma izlenebilir. Bugün, hunharca kullanmamıza karşın, halen İstanbul’da Fatih ve Eminönü semtlerinin bulunduğu antik yarımadada ve Üsküdar’da en önemli Osmanlı ve Bizans yapılarına, anıtlarına dokunabilir, onları ziyaret edebilir ve böyle bir kentte yaşama mutluğunun bilincine varabilirsiniz…
Kitlesel göçün etkileri
Maalesef, İstanbul’u daha duyarlı, daha insancıl koruyabilir, doğasıyla, topoğrafyasıyla, gelecek nesillere aktarabilirdik. İstanbul’un, 1950’lerde başlayan iç göçle aldığı nüfus yaklaşık 13.857.611 dir. Başka bir deyişle İstanbul’un nüfusu, 1950’de 983.041 iken, 2016’da 14.840.652 olmuştur. Kuşkusuz İstanbul’un hunharca kullanılmasının başlıca nedeni kontrol altına alınamayan, bir anlamda planlı ve programlı bir biçimde gelişmeyen bu “iç göç”tür. İstanbul toprakları adeta yağmalanmış, kente göç edenlerin barınma gereksinimi “gecekondu” olgusuyla karşılanmış ve daha sonra da rey uğruna imar afları getirilerek arsa spekülasyonuna olanak sağlanmıştır. Kent, plansız ve programsız yağ lekesi gibi büyüyen kaçak yapıların artmasıyla karşı karşıya kalmış, kentlileşememenin sarmalında kültür ve doğal değerlerini birbir kaybetmeye başlamıştır.
Kentimizde imar etkinlikleri artmış, ancak kente göç edenler gerçek kentli olamamışlardır. Kent ekonomisine ne gerektiği gibi katkıda bulunmuşlardır ne de kentin ekonomisinden yeterince faydalanabilmişlerdir. Göç edenlerin çoğu marjinal sektörlerde çalışma olağanı bulmuş olup sosyal demokrat bir yaklaşımdan uzak durmaları, yönetimler tarafından bilinçli bir biçimde istenmiştir. Köklü altyapı çalışmaları ve yatırımları yapılması gerekirken, maalesef toprak rantını arttıran spekülatif, toplumsal yararı yetersiz, üstyapı çalışmalarıyla, kiralık konut yapma yerine herkesi özel konut edinmeye yönelten politikalar kent ekonomisinde egemen olmuştur. Özellikle, oransal olarak 1975-1985 yılları arasında iç göç en yüksek düzeyine erişmiş ve kentlileşme olgusunda gerilemede, başka bir deyişle kültür değerlerine sahip çıkmama olgusunda payını olumsuz yönde almıştır. “Park Otel”, “Sarıyer’deki inşaatı durdurulan eski uyum sitesi projeleri, kentin kültür değerlerine, topoğrafyasına, yeşiline yapılan önemli olumsuz müdahaleler olarak “kentlileşememeye” örnek verilebilir.
Koruma bilinci
Maalesef son yıllarda da, özellikle kent topraklarının kullanımıyla ilgili kararların, toplumsal değeri dikkate almadığını; ağırlıklı olarak birey yararnn toplum yararından üstün tutulduğunu göstermektedir. Bugün Bakırköy-Zeytinburnu sahil yolunda inşa edilen yeni yüksek yapıların arkalarındaki tüm yapıların denizle irtibatını kesmiş olması, spekülatif bir rant kaygısının tezahüründen başka birşey değildir. Ayrıca, yine olumsuz ve kentlileşmeyle bağdaşmayan en belirgin örnekler, Mecidiyeköy’e dikilen gökdelenlerdir.
Kuşkusuz, daha birçok olumsuz örneğin, kentlileşmenin en önemli unsurlarından biri olan “koruma”nın bilimsel olarak ele alınmamasından kaynaklandığını vurgulamak isterim. “Koruma” eylemi, kentlinin anılarını geleceğe iletmesinin en önemli araçlarından biridir. Kentli, ancak yaşantısının bir parçası olan doğal ve fiziksel çevreyi koruyarak, yaşadığı çevreye değer verdiğini gösterir. Çevresindeki değerleri korumak veya kendi yaşam döneminde üretilmemiş olsalar dahi, onları saknmak için ortaya koyduğu emek onu daha hızlı kentli yapacaktır. O nedenle doğamızı, kültür değerlerimizi koruyabilmemiz için, ülkenin politik alanda tercihlerinin de “koruma” endeksli olması kaçınılmazdır.
Sonuç olarak denebilir ki, uygarlığın sürekliliğini sağlamak için, yaşamakta olduğumuz kültürün eski kültürlerin üstüne inşa edildiğini göstermek için, yeniyi eskisinden daha iyi yapabilmek için, tarihimize, doğamıza sahip çıkabilmemiz için, topraklarımızı daha iyi savunabilmemiz için, kültürel ve doğal varlıklarımızı “korumamız” bir zorunluluktur. Toplumsal yaşamın en önemli özelliği insanların birbirlerine saygı göstermeleridir. Bu saygı da çevreye gösterilen saygı ile eşdeştir. Ancak saygı sayesinde insanoğlu da sosyalleşebilir ve demokrat olabilir…
Prof. Dr. Mete TAPAN
Mimar
tapan@itu.edu.tr