Seçimler yaklaşırken siyasal partilerin nerede durdukları, ne söylediklerinin daha önem kazandığı ve bu çerçevede siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel alanlarda irdelenmesi gereken birçok konu olduğuna kuşku yok. Ancak “iş, aş, özgürlük ve eşitlik, gelir adaleti” gibi sosyo-ekonomik meselelerin toplumun önemli bir kısmı için “ana mesele” olduğu düşünülürse, partilerin tam bu konuda neyi temsil ve vaat ettikleri meselesinin taşıdığı önem de yadsınamaz.
Bu yazının konusu da, toplumun önemli bir kısmı için önem taşıyan sosyo-ekonomik meselelere iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi ( AKP) ve ana muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin nasıl baktığını irdelemeye yönelik. Bunu yaparken, henüz seçim bildirgeleri ortaya çıkmadığından, partilerin programlarından yola çıkılmaktadır. Öte yandan “sosyoekonomik” meselelerle ilgili söylem ve vaatlerin bu vaatlere uygun bir “siyasal ekonomi” anlayışı içinde gerçeklik kazanacağı bilindiğinden, vaatlerden çok, partilerin “politik ekonomi” anlayışı üzerinde durulması gibi bir yol izlenmektedir.
AKP ve siyasal ekonomi!
13 yıldır toplumdan azımsanmayacak ölçüde destek alarak iktidarda kalan AKP’nin, toplumun bir yanında kabul gördüğü, öteki yanında kaygı uyandırdığı ve bu kaygıların giderek arttığı biliniyor. Örneğin Anayasa’da yer alan birçok temel ilke çok yönlü hasara uğrarken, ne erkler ayrılığı, ne hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı, ne özerk organlar, ne özgür medyadan söz edilebilmekte. Liberal demokrasinin değer ve kurumlarının, büyük ölçüde, “araç” olmaktan öteye gidemeyip içlerinin boşaltıldığı görülürken, İç Güvenlik Paketi gibi istihbarat ve polis devletine gidişi gösteren düzenlemeler ile Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet’le birlikte kazanılan temel değerlerin “restorasyonu“ yolunda adımlar atılmaktadır. Kısacası demokrasi, hukuk devleti, insan hak ve özgürlükleri, laiklik gibi birçok konuda artan kaygılar söz konusu ve bu nedenle önümüzdeki seçimlerin daha önem kazandığını söylemek mümkün.
Kuşkusuz, ekonomik gelişmeler ve işsizlik, yoksulluk, geçim darlığı, gelir dağılımında adaletsizlik gibi sosyo-ekonomik koşullar açısından da büyüyen sorunlar ve kaygılar var. Örneğin AKP’nin tüm iddialarına karşın, TL’nin değer kaybetmesi, cari açığın büyümesi, artan dış borçlar, sanayi üretiminin ithalata bağımlılığı gibi sorunlar nedeniyle ekonominin kırılganlığının büyüdüğünden söz etmek mümkün. Bunun gibi, sosyal devlet olma iddialarına karşın, hem sosyal devlet olmaktan çok uzak kalındığı hem sosyo-ekonomik sorunların azalmayıp arttığından söz edilebilir. Bu açıdan, AKP Programı ile 13 yıldır uygulanan programın sonuçlarını birlikte tartışmak gerektiği de ortada.
AKP Parti Programı’nda, benimsenen ekonomi anlayışının temel ilkeleri olarak şunlar sıralanmaktadır: Ekonomik gelişmenin kaynağı ve hedefi olarak insan esas alınmakta; tüm kurum ve kurallarıyla piyasa ekonomisinden yana olunduğu belirtilmekte; devletin her tür ekonomik faaliyetin dışında kalması benimsenirken, devletin ekonomideki işlevi düzenleyici ve denetleyici olarak tanımlanmakta; rekabet gücünün arttırılması gerektiği benimsenmekte; yabancı sermayenin ekonominin gelişmesine katkıda bulunacağına inanılmakta; kamu hizmetlerinde kalite, verimlilik ve vatandaş memnuniyetinin arttırılması amaçlanmaktadır.
Bu hedefler doğrultusunda, mal ve hizmet üretiminin artmasından işsizliğin azalmasına, hayat pahalılığının önlenmesinden gelir dağılımında adalet sağlanmasına, bilgi ve teknolojiye önem verilmesinden bölgesel dengesizliklerin giderilmesine, kamu imkanlarının özel çıkarlar için kullanılmasının önlenmesinden vergi reformuna, gündelik ve popülist politikalardan vazgeçilerek uzun vadeli ve reformist bir ekonomi anlayışına kadar uzanan birçok konuya yer verilmektedir. Programda yazılanlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde, büyüme ve ekonomik istikrar adına neo-liberal politikaların esas alındığı, bu politikaların hayata geçmesinde devlete destekleyici bir görev verildiği, sosyo-ekonomik koşulların iyileşmesi açısından da devletin sorumluluğunun esas alındığı söylenebilir.
12-13 yıllık uygulama ise, ekonomi politikalarından sosyal politikalara kadar her alanda söylemin ve politikaların “araçsallaştırıldıklarını” gösteren örneklerle dolu. Örneğin özelleştirme, piyasalaştırma, dış sermaye girişi ve dış ticareti destekleme, kamu harcamalarını kısıtlama açısından neo-liberal politikalar uygulanırken, rant yaratılması açısından devletten yararlanma çok üst düzeye ulaşmış görünmektedir. Türkiye’de devletin, sermaye birikimi açısından her zaman önemli bir rol oynadığı biliniyor; bu açıdan AKP uygulamaları yeni değil. Ancak AKP uygulamalarının, aynı firmalara verilen ihaleler, yolsuzlukların ulaştığı boyutlar, kamu hizmetlerinin piyasalaşması ve kentsel dönüşümle sağlanan yüksek rantlarla öyle bir boyuta geldiği görülüyor ki, -daha önce bu Dergi’ de yazdığım gibi (Koray, 2014)- artık devlet desteği ile yaratılan bir “besleme ekonomiden” söz etmek yanlış olmaz. Sonuç olarak, iktidar ve sermayenin karşılıklı olarak ranttan beslendiği bir ekonomik işleyiş öne çıkmakta; bunlar yetmezmiş gibi, ihale yasalarından kent planlarına kadar birçok alanda yapılan değişikliklerle bu işleyişe “yasallık” kazandırılmaya çalışıldığı görülmektedir.
Aynı araçsallaştırmayı, sosyo-ekonomik hedefler ve sosyal politikalar açısından da görmek mümkün. Örneğin Program’da, sosyal politika anlayışının, “bir sınıf ve kesimin değil bütün vatandaşların refah ve mutluluğunu sağlayacak yönde” olacağı söylenmekte ve “sosyal devlet anlayışımız gereği olarak devlet, sosyal refah sorumluluğunu üstlenmek zorundadır” denilmektedir (AKP, 2006; 60). Buna bağlı olarak; işsizliğin, bölgesel dengesizliğin, gelir dağılımındaki adaletsizliğin önlenmesi gibi hedefler sıralanmaktadır. Tüm seçim bildirgelerinde de, sosyal politika konusundaki duyarlılık ve vaatlerin devam ettiği de görülüyor. Anlaşılmakta ki, hem neo-liberal politikalar uygulanıp küresel piyasalara uyum sağlanacak hem de sosyal refah ve adalet sağlanacaktır! Oysa bütün dünyada neo-liberalizmin yol açtığı veya derinleştirdiği sosyo-ekonomik sorunlar biliniyor; küresel ve ulusal boyutta artan eşitsizlikten Dünya Bankası, OECD gibi küresel kapitalizmin temel kurumlarının bile söz ettiği görülmekte. Dolayısıyla, ekonomi ve sosyal politikalar arasındaki bu çelişkinin görmezlikten gelinmesini, “masum” veya “ihmal edilebilir bir eksiklik “olarak düşünmek mümkün değil. Aksine, Parti Programı’nın toplumun önemli bir kesimini ilgilendiren sosyo-ekonomik hedefler içermesi ve sosyal devlet konusunda ısrarlı bir söylemin benimsenmesini, ancak “pazarlanabilirlik” açısından değerlendirmek doğru olur.
Örneğin sosyal devlet iddiasını ele alırsak, öncelikle, birçok yazımda da dile getirdiğim gibi sosyal devletin jenerik bir kavram olduğunu, bu nedenle birçok farklı uygulamanın sosyal devlet diye adlandırıldığını söylemek gerekiyor. Öte yandan, ortaya çıkış koşulları ve hedeflerine bakıldığında, modern anlamda sosyal devlet denildiğinde sosyo-ekonomik hakları “kriter” olarak almak doğru olur. Bu nedenle sosyal devlet söyleminde, neyin merkeze alındığı, neyin hedeflendiğine göre, sosyal refah devleti, sosyal güvenlik devleti, sosyal yardım devleti gibi ayırımlara gidilmesi gerekli olmakta.
AKP Programı’nda, “sosyal devlet” ve “sosyal politika”dan söz edilirken, ne sosyo-ekonomik haklara yer verildiğini, ne de kimsesizlere, yoksullara yönelik sosyal yardımların ötesinde bir sosyal politikadan söz edildiğini görüyoruz. Uygulamanın bu yönde olduğuna da kuşku yok. Örneğin eğitim ve sağlık gibi sosyo-ekonomik haklar açısından, bu dönem içinde kamunun giderek tasfiye edilip özel sağlık ve özel eğitimin ön plana geçirildiği ortada. Çalışma hakkı, zaten liberal anlayışa göre “hak” değildir; AKP de bu anlayıştadır. Çalışma koşullarının ise, ücretten iş güvencesine, oradan işçi sağlığı ve güvenliğine kadar piyasanın acımasız koşullarına terk edildiğini görmemekse mümkün değil. Yani, muhafazakar demokrat kimliği, siyasal İslam’ı temsil eden çizgisi ile AKP’nin emek-sermaye ilişkilerinde sermayeden yana bir duruşu temsil ettiğine kuşku yok. Sendikal haklar, yasak olmasalar da uygulamada varlık kazanmalarının önünde her tür engel var. Barınma hakkı da, bu amaçla kurulmuş görünen TOKİ uygulamalarının da gösterdiği gibi, rant sağlamak amacının aracı olmaktan öteye gidebilmiş değil. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin lafı bile unutturulmak istenirken; iktidar kanadından gelen söylemler, kadına, öncelikle aile içindeki rolü açısından bakıldığı, annelik rolüyle önemsendiğini göstermekte.
Özetlersek, AKP Programı’nda “hak” bağlamında bir söz yok; buna karşılık yoksullar, bakıma muhtaç yaşlılar, çocuklar ve işsizlere yönelik sosyal yardım anlayışının vurgulanması var. Bu noktada, öncelikle, AKP’nin toplumdaki hayırseverlik anlayışı ile 1980 sonrası artan yoksulluk gibi toplumsal sorunları iyi okuduğunu söylemek gerekiyor. Uygulama da bu yönde. Yaşlılık aylığının kapsamının genişletilmesi, düşük gelirli ailelerde yaşlı ve engellinin bakılması halinde aylık bağlanması, çocuğunu sağlık kontrolünün düzenli yapılması ve okula gönderilmesi karşılığında Şartlı Nakit Transferi sağlanması, eşi ölen ve hiç bir sosyal güvencesi olmayan kadınlara aylık bağlanması gibi uygulamalar bunu göstermekte. Bunun yanı sıra hem Sosyal Yardım ve Dayanışma Vakıfları (SYDV) hem de Belediyeler aracılığıyla dağıtılan sosyal yardımların arttığı da bir gerçek. Örneğin, SYDV aracılığıyla dağıtılan yardımlar 2003-2008 arasında yaklaşık olarak ikiye katlanmış, belediyelerin dağıttığı yardımlar ise üç kat artmıştır (TESEV, 2009).
Devletin yaptığı sosyal harcamalar için, bu kadar olmasa da, yine bir artıştan söz etmek mümkün. Örneğin 2005 yılında GSMH içinde %14’te kalan sosyal harcamaların 2013 yılında % 18’e yükseldiği görülüyor. Ancak bunun içinde eğitim, sağlık ve sosyal güvenliğe yapılan katkılar da var; bunlar çıkarıldıktan sonra, sosyal koruma adı altında yapılan tüm harcamaların örneğin 2012 yılında GSMH’nin %1,4’ü gibi çok küçük bir oranda kaldığı görmezlikten gelinemez.
Sosyal yardımların tartışılacak yanları da çok. İlk önce, sosyal devlet gibi, sosyal politika kavramının da çarpıtıldığını söylemek gerek. Sosyal politikanın, sosyal yardımların çok ötesinde ve daha çok sosyo-ekonomik hakların hayata geçmesine yönelik uygulamalar olduğu bilinmesine karşın, AKP’nin söylem ve uygulamaları hatta bakanlık olarak kurumlaşması, sosyal politikanın sosyal yardımlara indirgendiğini göstermekte. Bu indirgemeyi, yanlış olmanın ötesinde, “yanıltma-aldatma” gibi bir anlam taşıması nedeniyle önemsemek gerekiyor. İkinci olarak, sosyal yardımların GSMH ve genel bütçe içindeki yeri düşünülürse, gerçekte AKP uygulamalarına “sosyal yardım devleti” demek bile zorlaşabilir. Üçüncü olarak, sosyal yardım uygulamalarının popülist ve klientalist nitelikleri oldukça belirgin; bu nedenle, hem sistemi hem iktidarı sürdürmek açısından “araç” olarak kullanıldıklarını düşünmek için hayli neden var.
Kuşkusuz, 2000’lere kadar ihmal edilen ve toplumun önemli bir bölümünü ilgilendiren yoksullukla mücadeleye yönelik bu politikaların toplumda bir karşılık bulmasında şaşılacak bir şey yok! Ancak, bu politikalarla sosyo-ekonomik adaletsizlik giderilemeyeceği gibi, yoksulluk kültürü de denilen, devletten bekleme alışkanlığının ve vatandaşların edilginliğinin artması gibi tehlikeler de söz konusu.
CHP ve siyasal ekonomi:
Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı sonrası hayata geçen ve “Çağdaş Türkiye İçin Değişim” başlığını alan CHP Programı’nın (2010) AKP Programı’na göre oldukça farklı olduğu açık. Bu farklılık, ideolojik farklılıklardan devlet anlayışına, insan hakları ve demokrasi konusundaki görüşlerden ekonomi ve sosyal politikalara kadar birçok noktayı kapsamakta. Örneğin CHP, Programı’nda, Altı Ok gibi temel ilkelerin yanı sıra, sosyal demokrat bir kimliği, buna bağlı olarak çoğulculuk, eşitlik ve dayanışma gibi, emeğin önceliği ve bütünlüğü gibi bazı değerleri benimsediğini ilan etmekte; sosyal devlet anlayışını da, “sosyal refah devleti” olarak tanımlamaktadır. Ayrıca Programın, kendini anlatmak açısından titizlikle hazırlandığı da söylenebilir. Örneğin AKP programının (115 sayfa) üç katı uzunluğunda (350 sayfa) bir program söz konusu ve her bölümde ayrıntılı hedef ve politikalara yer verildiği görülmekte. Her bölüm açısından farklılıklardan söz edilebilir; ancak bu yazı gereği, ekonomi ve sosyal politikalara odaklanmak durumundayım.
CHP Programı’nın beşinci bölümü, “Üretimden ve Üretenden Yana, Yeni Ekonomik Düzen” başlığını taşımakta. Bu düzen; düşük enflasyon, hızlı büyüme, tam istihdam, çağdaş çalışma koşulları, eşit rekabet ortamında adil gelir paylaşımı, küresel ölçekte rekabet gücü, bilgi ekonomisine dönüşmüş, sosyal barış içinde dengeli kalkınan bir ekonomi olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca, bir yandan kayıtlı, kurallı, adil bir piyasa ekonomisi istendiği, öte yandan özel girişimi desteklerken devletin pazarların kendi kendini düzelteceği varsayımına tutsak olmayan bir “sosyal piyasa ekonomisine” işlerlik kazandırılmasını hedeflediği anlaşılmaktadır. Biraz daha açarsak, bir yanda küresel piyasalarda rekabet gücü sürekli artan, yüksek katma değer ve üretkenliğe sahip güçlü bir ekonomi istenmekte, öte yanda istihdam yaratan ve milli gelirin kişiler, bölgeler ve üretim faktörleri arasında dengeli dağılımına, fırsat eşitliğine, insani gelişme ve sosyal dayanışmaya önem veren bir ekonomi anlayışı benimsenmektedir. Buna bağlı olarak, büyüme ve kalkınmanın makro planlara bağlanacağı, ekonomik ve siyasal tercihlerin belirlenmesinde devletin stratejik bir sorumluluk üstleneceği, kamunun özel sektörü piyasa kuralları içinde yönlendireceği ve gelişmiş teknolojiler ile yeni büyüyen sektörlere yönelme gibi stratejiler dile getirilmektedir.
Özetle, piyasa ekonomisine dayanmakla birlikte, neo-liberal politikalardan epeyce farklılaşan bir ekonomik yapı ve işleyişin öngörüldüğü söylenebilir. Bu bağlamda CHP Programı’nın, adı konmasa da, Keynesyen anlayıştan izler taşıdığını söylemek mümkün. Bu anlayış içinde, piyasanın yanı sıra devlete önemli bir rol verildiği de görülüyor. Devlet, yüksek katma değerli sanayi üretimi, ileri teknoloji kullanımı, ithalata bağımlılığın azalması gibi konularda da, istihdam artışı sağlanması, bölgesel farklılıkların giderilmesi, kayıt dışılığın önlenmesi gibi bölüşümle ilgili hedeflerin gerçekleşmesi açısından da, yani hem ekonomik hem sosyal politikalar açısından etkin bir rol üstlenecektir. ”Yeni vergi düzeni” gibi bir hedef de söz konusu. Bu konuda, kısaca, adil, sürdürülebilir, halkta adalet ve güven duygusu yaratan bir vergi sisteminin öngörüldüğü, buna uygun bazı önlemlere yer verildiği söylenebilir.
Programın 6. Bölümü, “Sosyal Refah Devleti “ başlığını taşımakta ve kullanılan terminolojiden, öngörülen hedef ve uygulamalara kadar birçok konuda AKP’den farklılaşmaktadır. İlk olarak Program’da, sosyal refah devleti, tam istihdam, fırsat eşitliği, insan onuruna uygun asgari ücret gibi sosyal demokrat ilkelerle uyumlu bir terminoloji kullanıldığı görülüyor. İkinci olarak, hemen her partide yer alan “sosyal adalet” gibi bir vaadin, sağlık ve eğitimde fırsat eşitliği, tam istihdam, herkesi kapsayan sosyal güvenlik, her aileye sigorta, yoksul ailelere “vatandaşlık hakkı ödemesi” gibi bazı önlem ve uygulamalarla net ve somut bir biçim almasının istendiği anlaşılmakta. Üçüncü olarak, gerek sosyal adaletin sağlanması gerek yoksullukla mücadele edilmesi açısından oldukça vaatkar hedef ve projelere (örneğin, nüfus kağıdını gösteren herkesin sağlık sigortasından yararlanması gibi, işsizliğin %5’in altına indirilmesi ve kırsal kesimde süreli istihdam projesi uygulanması gibi) yer verildiğini söylemek mümkün. Benzer bir yaklaşımın, bölgesel kalkınma konusunda da gösterildiği ve insani gelişmeden sosyal devlet uygulamalarına, mayın alanlarının temizlenmesinden GAP projesini tamamlamaya kadar birçok konunun programa alındığı görülmekte.
Kısa bir değerlendirme yapmak istersek, bir kaç konunun altı çizilebilir. İlk olarak, CHP’nin program düzeyinde sosyal demokrat bir çizgiyi savunduğuna kuşku yok. Bu konuda oldukça net bir yaklaşım ve ayrıntı bir çalışmanın ortaya konduğu ortada. Ne var ki, küresel ekonomi politikalarıyla çelişkili görünen ulusal ekonomi politikalarının uygulanma olasılığı ile bu koşullarda “sosyal piyasa ekonomisi” ve “sosyal refah devleti” gibi hedeflerin hayata geçmesinin zorluğunun pek dikkate alındığı söylenemez. Bugün artan küresel rekabet ve sermaye hareketliliği nedeniyle 1945’ten bu yana “sosyal refah devleti” adını almaya hak kazanmış Kuzey Avrupa ülkelerinin bile, bu namlarını korumakta zorlandıklarını görüyoruz. Birçok AB üyesinin artan işsizlik ve sosyal dışlanma ile baş edemediği, göçmenlerin karşılaştığı eşitsizlik ve adaletsizlik büyürken, çoğalan sosyo-ekonomik sorunlarla yabancı düşmanlığının arttığı ve sosyal demokrat partilerin “çok kültürlülük “ gibi söylemler dışında bu tür sorunlara yeterli yanıtlar üretemedikleri de biliniyor. Kısacası, yalnız Türkiye açısından değil, genel olarak sosyal demokrasi anlayışı ve politikalarının, değişen koşullarla ilgili sorunları ve politika yetersizlikleri olduğunu söylemek gerek.
Kısacası Avrupa’da demokrasi ile kapitalizmi, emek ile sermayeyi uzlaştıran ve birçokları tarafından “Keynesyen Uzlaşma” olarak adlandırılan ekonomik koşullar bugün geçerli değil. Bu koşullarda, yani neo-liberal politikalar sürdükçe “sosyal piyasa ekonomisi” ile “sosyal refah devletinin” var olmayacağını ve bunları var etmek istendiğinde, sosyal demokrasinin sermaye ve piyasa ile uzlaşma koşullarını yeniden düşünmesi gerektiği unutulamaz.
Ayrıca, Türkiye gibi, ne demokrasi, ne sosyal demokrasi, ne de sosyal refah devleti açısından benzer bir geçmişi olan bir ülkede, sosyal demokrasinin hayata geçmesi konusunda zorlukların daha büyük olduğu da düşünülebilir. Bu nedenle CHP Avrupa’daki gelişmelere öykünürken, öncelikle, bu gelişmelerin dayandığı koşul ve faktörleri, bir anlamda varlık koşullarını dikkate almak durumunda. Programın asıl sorunu da, ortaya konulan hedefler ve öneriler değil, bu uygulamaların hayata geçmesi açısından dikkate alınması gereken koşullarla, ekonomi ile sosyal politikaların çelişkisi konusundaki sessizliktir! Öyle olunca da, Program açısından bir “inanılırlık” sorununun ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır.
Prof. Dr. Meryem Koray,
meryem.koray@gmail.com