Sosyal demokrasinin Türkiye ‘de derinlikli biçimde tartışıldığı söylenemez. Gerçi ülkenin içinde bulunduğu koşullar da buna pek izin vermemekte; ancak sürekli aynı sorunlara takılıp bunları konuşan, bir düşünce ve siyaset olarak kendini var etme yolunu yeterince önemsemeyen sosyal demokrasinin başarı şansının fazla olacağını düşünmek de mümkün değil. Öte yandan bugün hem dünyada değişen koşullar var hem bu ülkenin kendine özgü koşulları ve ihtiyaçları söz konusu; siyasal anlamda başarı ve güçlenmenin bu koşulları iyi anlamak ve bunlara uygun yanıtlar üretmekten geçtiğine kuşku yok. Örneğin günümüzde Avrupa’da bile emeğin ve geniş kitlelerin beklentilerine uygun yanıt üretmekte zorlandıklarından sosyal demokraside gerilemeler yaşandığı, tartışmaların bitmediği biliniyor.
Bu koşullarda SODEV’in düzenlediği Sosyal Demokrasi Sempozyumu’nun önemi büyük. Gerçi bu sempozyumda da ağırlıklı olarak Türkiye’nin demokrasi ve hukuk meseleleri tartışılmışsa da, sosyal devlet, emek, sendikalar gibi tartışmalara da yer verilmiş olmasının yerinde bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyim. Yıllardan beri birçok yazıda ortaya koymaya çalıştığım sosyal demokrasi için sosyal devletin önemi ve vazgeçilmezliğini bir kez daha vurgulama olanağı bulduğuma da sevindim. Bir işe yarar mı bilemem ama bazı gerçekleri hatırlatmak da bir sorumluluk…
Yazı, Sempozyumda sunduğum bildirinin biraz daha genişletilmiş hali. Konuyu iki başlık altında ele aldım. İlk olarak sosyal demokrasinin ideolojik ve pragmatik konumu ve iddialarının siyasal yoldan ve sosyal devlet aracılığıyla hayata geçmesinin kaçınılmazlığını tartışmaya açarak, bu konuda Avrupa örneğinden kısa da olsa söz etmeye, sonra da Türkiye’deki sosyal devlet ve bununla ilgili olarak sosyal demokrasi anlayışındaki yetersizliklere değinmeye çalışacağım. Ancak bu tartışmalara geçmeden önce, sosyal devlet konusunu tartışmanın niçin önemli olduğu konusundan başlamak istiyorum.
Sosyal demokrasi ve sosyal devlet ilişkisi niçin önemi!…
Sosyal demokrat düşüncenin siyasal yelpazedeki yeri belli, iddiaları ortada… Bu iddialar onu liberal ve sosyalist düşünceden ayırırken, kendini var etmenin yoluna da işaret etmekte. Bu yolun, ekonomik sistemi değiştirmezken, siyaseti ve demokrasiyi toplumsal hedef ve vaatleri adına etkin biçimde kullanmaktan geçtiği açık. Bir başka deyişle sosyal demokrasi açısından devletin, sosyal demokrasi, sosyal eşitlik, sosyal refah hedeflerine uygun nitelikler ve boyutları kazanması gerekmekte ki, bunun adı “sosyal refah devleti” olmakta, sosyal demokrasinin kendini gerçekleştirmesi ve iddiaları da bu yolla gerçekleşmektedir.
Bu görüşe karşı ilkesel bir karşı çıkıştan söz edilemez kuşkusuz. Yine de, Türkiye’de sosyal demokrat düşünce çerçevesinde yapılan tartışmalarda ve siyasal parti pratiği içinde sosyal devlet ve sosyal politikalara gereken önemin verildiğini söylemek zor. Gerçi yukarıda değindiği gibi, Türkiye’de genel olarak sosyal demokrat düşüncenin ne kadar tartışıldığı sorusu da sorulabilir. Bunun nedenlerinin de toplumsal koşul ve özelliklerden sosyal demokrasi iddiasında bulunan CHP‘ye kadar uzandığını söylemek mümkün. Öte yandan günümüzdeki koşullar Türkiye’de devletin nitelikleri arasına sosyal devletin katıldığı 1960’lardaki koşullardan farklı. 1980 sonrasının neo-liberal politikalarının sosyal devletin oldukça kurumsallaştığı Batı Avrupa’da bile bu anlayış ve uygulamalardan geri çekilmeye yol açtığı biliniyor; bu yönde gelişmelerin olmadığı Türkiye’de sosyal devletin değer ve alan kaybının daha büyük olmasını anlamak da mümkün. Bunların da ötesinde Türkiye’de demokratikleşme sorun ve tartışmaları hiç bitmezken, AKP iktidarının yol açtığı rejim değişikliğiyle çok daha yoğun bir kaygı ve tartışma ortamına girdiğimiz ortada; sistemde “karşı-devrim” niteliğini taşıyan değişiklikler yaşanırken başka tartışmalara yer kalmadığı düşünülebilir.
Ancak nedenleri ne olursa olsun sosyal demokrasinin yeterince tartışılmamasının düşündürücü yanları çok; bu durumun CHP’nin kimliği ve siyasal konumu açısından ciddi soru ve kuşkulara yol açtığı da ortada. Bu konulara girmeden asıl konuya dönersem, sosyal demokrasi ve sosyal devlet ilişkisinin yeterince üzerinde durulmamasının yol açtığı bazı zafiyetler var ki, üzerinde durmak gerekiyor.
Örneğin siyasal alandaki tartışmaları sağın kullandığı –kimlik, milliyet, din gibi- sığ ve aldatıcı kanallar üzerine oturtmanın genel olarak solun ve sosyal demokrasinin siyaset yapacağı kanalı yok etmek ya da hiçleştirmek anlamına geldiğini görmemek mümkün değil. Çünkü, sosyal demokrasinin siyasete ve demokrasiye verdiği anlamın demokratik yoldan sosyal eşitlik, sosyal adalet, sosyal refah sağlanabileceğine ilişkin beklentiler olduğuna kuşku yok; siyaset ve demokrasinin tarifi de buralarda anlam kazanmakta. Bu demektir ki, sosyal demokrat iddiaların siyasal karşılığı ancak sınıfları, siyasal ekonomiyi, bölüşümü konuşmakla bulunmakta ve siyaset yapmak için bölüşüm sorunlarını konu etmek, eşitlik ve adaletten söz etmek, sosyal devlet vaatlerini ileri sürmek kaçınılmaz olmaktadır.
Özetle varlıkları ve siyasetleri, temelde sosyoekonomik sorunlar ve bunlara karşı sosyal devlet aracılığıyla uygulanacak politikalara dayalı; bunların siyaset gündeminde önemli bir yer alması da varlık sorunu olarak vazgeçilmez nitelikte.
Bu sorunlar siyaset sahnesinde çekildikçe, yani bugün olduğu gibi siyasal ekonomi, bölüşüm sorunları ve buna bağlı olarak sosyal devlet hak ettiği ölçüde tartışılmadıkça sosyal demokrasinin siyaset yapacağı alanın tıkandığını da görmek gerekmekte. Bir başka deyişle siyaset, sosyal demokrasinin varlığı, iddiaları ve farklılığı açısından kullanacağı bir mecra olmaktan çıkarken, demokrasiye yüklediği anlam da yitirilmektedir. Dolayısıyla sosyal demokratlar, sağın istediği gibi kullanıp yozlaştırdığı popülist siyaseti kabul etmenin aksine siyaseti bu mecradan çıkarmakla yükümlüler. Siyasal yükselişin bunu başarmalarına bağlı olduğunu söylemek de abartı olmaz.
Son yıllarda hemen tüm ülkelerde görülen sosyal demokrat partilerin gerilemesini buna bağlamak yanlış olmaz. Çünkü aşağıda daha ayrıntılı olarak ele alacağım gibi, liberal ve sosyalist düşünce arasında bir sentez olarak sosyal demokrasi piyasaya dokunmasa da piyasayı siyasal yoldan dengeleme, yol açtığı eşitsizlikleri sosyal devlet anlayışı ve uygulamaları içinde azaltma vaadini taşımakta. Bugünse neoliberal politikalara teslim olurken bu vaatlerinden büyük ölçüde vazgeçmiş durumdadır. Bu teslim oluş içinde kendi söylemi ve siyasetini kaybettikleri görülmekte ki, sosyal demokrasi ve sosyal devlet ilişkisi üzerinde durmamın nedeni de burada.
Sosyal demokrasinin ideolojik ve pragmatik konumu
Sosyal demokrasi, liberal ve sosyalist ideolojilerden birini kabul etmektense bunlar arasında “üçüncü bir yolu” seçen melez bir yaklaşım; ideolojik ve pragmatik seçimleri de bu paralelde. Sosyal Demokrat Dergi’de epeyce önce bu melezliği şöyle nitelemiştim: “Sosyal demokrat yaklaşımın temelde melez bir düşünce olduğunu söylemekle başlayayım. Melezliği, bir ‘liberalizm-sosyalizm sentezi’ olmasından geliyor; farklılığı ve özgünlüğü de ikisi arasında bir ‘üçüncü yol’ olmasıyla ilgili. Ayırt edici yanları da burada “ (SDD, 2012).
Örneğin ortaya çıkışının emek hareketine dayandığı ve emeğin kapitalist sisteme yönelik eleştirilerini paylaştığı bilinmekle birlikte sosyalizmin devrimci yaklaşımından uzak. Buna karşın kapitalizmi kabul etse de, sistemi siyasal yoldan, demokratik araçları kullanarak az veya çok dönüştürmek gibi politik hedefleri olduğu ortada. Bu nedenle, sosyal demokrasiyi hem liberalizm ve sosyalizmden esinlenen hem de onlardan farklılaşan arasında üçüncü ve melez bir yaklaşım olarak tanımlamak mümkün.
İki büyük düşünce arasında bu üçüncü yolun ortaya çıkmasının 1800 sonlarında kapitalizmin yol açtığı sefalete ve adaletsizliğe karşı Ferdinand Lasalle ve Bernstein gibi emekçileri siyasal birlik yoluyla güçlenme çağrıları yapan aydınlara dayandığı biliniyor. O yıllar bir yanda Avrupa’da komünizmin hayaletinin dolaştığı, öte yandan işçilerin sendikal hakların yanı sıra siyasal haklar için mücadele verdiği yıllar… Lasalle ve Bernstein gibi evrimci çizgiyi savunanlar da, toplumda önemli bir çoğunluğu oluşturan emekçilerin bir araya gelip siyasal bir güç oluşturduklarında demokratik yoldan daha adil, daha eşit bir toplum yaratmanın mümkün olduğunu savunmaktalar. Emekçi kesimler siyasal haklarına kavuştukça bu görüşün emekçiler ve sendikalar arasında kabul gördüğü ve ortaya çıkan sol partilerin toplumsal güç dengesini emekten yana değiştirerek siyasete ve demokrasiye farklı bir soluk getirdiğine de kuşku yok. Özellikle 2. Dünya savaşı sonrasında Batı Avrupa’da sosyal devletin güçlenmesi ve kurumsallaşmasında toplumsal-siyasal güç dengesinin emekten yana değişmesi ve sol partilerin iktidara gelmesinin payı büyük. .
Emekçi sınıfın desteğiyle güçlenen, daha sonra geniş kütlelere açılarak kitle partisi haline gelen sosyal demokrasinin siyasal duruşu ve vaatleri de hem liberalizm ve sosyalizmden esinlenen hem onlardan farklılaşan bir melezlik taşımakta. Örneğin bir yandan siyasal liberalizmin “anayasal otorite, erkler ayrılığı, insan hak ve özgürlüklerinin vazgeçilmezliği, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, bireyin önemi, şeffaflık ve denetlenebilirlik” gibi ilkelerini önemsemekte ve demokrasinin bu ilkeler çerçevesinde hayat bulacağı görüşünü benimsemektedir. Öte yandan, devletin rolü, insan hak ve özgürlükleri, eşitlik ve vatandaşlık anlayışı gibi konularda liberalizmden daha ötesini istemektedir. Temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra sosyo-ekonomik hakların varlığını önemsemekte, piyasanın yarattığı eşitsizlikleri gidermek/azaltmak konusunda devletin müdahalesini gerekli görmekte, özgürlüğün yanında sosyal eşitlik ve sosyal refah gibi hedefleri benimsemektedir.
Bunun gibi ekonomik sistemi ve özel mülkiyeti kabulüyle sosyalizmden ayrılırken, dayanışmacı ahlak ve sosyal eşitlik, sosyal adalet gibi hedefler açısından bu görüşle buluşmaktadır. Nedeni de açık; köken olarak emek hareketine dayanmakta ve emeğin siyasal haklarını kazanmasıyla birlikte varlık ve güç kazanmaktadır. Daha sonra kitle partileri durumuna geçmiş olsalar da çekirdek güçleri hep emekçiler olmuş; vaatlerinin başında da emeğin hakları ve koşullarının iyileşmesi gelmiştir.
Sosyal demokrasinin temsil ettiği bu sentezci yaklaşımın “uzlaşmacı” bir yaklaşım olduğu yadsınamaz; emek, sermaye ve devlet arasında gerçekleşen bu uzlaşmanın “kapitalist ekonomi, siyasal demokrasi, sosyal devlet” gibi üç ayağa dayandığından söz edilebilir. Ekonomik sistemde devamlılık buna karşın siyasette ve toplumda değişim öngören sosyal demokrasi, bu çerçevede, kapitalizm ile demokrasi, piyasa ile devlet, sermaye ile emek, özgürlük ile eşitlik arasındaki uzlaşmayı esas almakta ve bu uzlaşmalar üzerine oturmaktadır.Bu uzlaşmaların sağlanması ve sürdürülmesi açısından temel araç da sosyal devlet ve sosyal politikalar olmaktadır.
Uzlaşmacı yaklaşım, uzlaşmalardan olumlu sonuçlar beklendiğinden pragmatist bir nitelik de taşımakta. Örneğin piyasa ve girişimcilik, yalnız liberal değerler açısından değil, büyüme ve sermaye birikimi açısından daha elverişli görülüp tercih edilmekte; ancak serbest piyasanın sağladığı etkinlik, sosyal eşitlik ve adalet adına zenginliğin daha adil bölüşümüyle birlikte düşünülmektedir (Przeworski, 1991, 43; Callaghan, 2002, 431). Öte yandan kapitalizm ile demokrasi ya da emek ile sermaye arasındaki uzlaşma, toplumsal yararları gibi ekonomik sistem açısından getirdiği yararlar nedeniyle de önemsenmektedir. Örneğin, bir yandan çalışma yaşamında ve toplumda sağlanan barışla istikrarlı bir büyüme yakalanmakta, öte yandan refah politikaları aracılığıyla emeğin niteliği yükselirken rızası sağlandığından verimlilik de artmaktadır. Bunun ötesinde bu yolla toplumda demokratik sisteme dair inanç ve güvenin büyüdüğü de görülmektedir ki, benimsenen sistem için çok önemli.
Kapitalizm ile demokrasi ve emek ile sermaye arasındaki uzlaşmanın sürdürülmesi açısından kullanılan temel araç da uzlaşmaların üçüncü ayağı, yani sosyal devlet olmaktadır. Sosyal devlet, sosyal demokrasinin iddia ettiği gibi demokratik yoldan emek ve toplumun geniş kesimleri içi olumlu sonuçlar alınmasını sağlarken, sosyal demokrasinin de kendini gerçekleştirme ve inşa yolu olmaktadır.
Sosyal demokrasisinin kendini gerçekleştirme yolu olarak sosyal devlet
Yukarıda kısaca değindiğim gibi, sosyal demokrasinin ideolojik ve pragmatik konumu sosyal refah devletinin onun için bir tercih değil, bir varlık yolu, bir zorunluluk olduğunu ortaya koymakta. Gerekçesi de açık: kapitalist bir ekonomide sistemi tümüyle değiştiremeyen, buna karşın sosyoekonomik haklardan, sosyal eşitlik ve refahtan söz eden sosyal demokrat düşünce için tek araç siyaset, tek uygulama alanı sosyal devlet olmaktadır.
Bugün sosyal devlet anlayışının oldukça geniş kabul gördüğü bir zaman diliminde olduğumuzdan yalnız sosyal demokrat değil tüm partilerin sosyal devlet anlayışına karşı duyarlı olmak zorunda oldukları söylenebilir; minimal düzeyde de olsa tüm ülkelerde bir sosyal devlet anlayışının varlık kazandığından da söz edilebilir. Ancak modern devletin bir niteliği olarak sosyal devlet anlayışının ortaya çıkışı 20. Yüzyılın ortalarına dayanmakta; bu dönemde varlık kazanıp kurumsallaşmasında ise Batı Avrupa’daki emek mücadelesi ile sol partilerin payının büyük olduğu bilinmektedir. Zaman için demokratikleşme sürecine giren tüm ülkelerde kitlelerin ihtiyaç ve beklentilerine kayıtsız kalınmayacağından tüm siyasal partilerde devletin sosyal sorumluluğu yönünde değişimler var. Yine de, farklı modeller içinde hayata geçen sosyal devlet anlayışının sosyal demokrat anlayış açısından yeri başka; çünkü, bu düşünce için sosyal devlet kendi varlığı, kendini inşa etme yolu olarak çok farklı bir anlam taşıdığı gibi, toplumcu hedefleri nedeniyle sosyal devletin anlamı ve boyutları da epeyce farklılaşmaktadır.
Bu konuda sosyoekonomik haklara verilen anlam ve önemden söz etmenin açıklayıcı olacağını düşünüyorum. Sosyoekonomik haklar, eğitim, sağlık, çalışma, sosyal güvenlik, sendikal haklar, konut politikaları, aile yardımları olarak sıralanabilir. Sosyal devlet de, sosyoekonomik hakların piyasa dışında sağlanmasını mümkün kılan (de-commodification) bir devlet anlayışı olarak tanımlanmakta (Esping-Andersen, 1990, 21) ve bu hakların piyasa dışına çıkıp kamu hizmeti haline gelme derecesi sosyal devletin gerçekleşme düzeyini belirlemektedir. O nedenle sosyal demokrasinin hedefleyeceği sosyal devlet için sosyoekonomik haklardan yola çıkmak kaçınılmaz.
Örneğin liberal düşünce açısından sosyoekonomik hakları kabule ve bu hakları gerçekleştirmeye dayalı bir sosyal devlet anlayışından söz edilemez. Gerçi demokrasinin gelişmesine bağlı olarak sosyoekonomik sorunlar karşısında tümüyle duyarsız kalmaları mümkün değildir ama uygulamaya konan liberal sosyal devlet en başta yoksulluk olmak üzere toplumdaki büyük mağduriyetleri gidermeye yönelik “artıkçı” model olarak anılan bir model olmaktadır. Modelin belirgin özellikleri ise, popülist yaklaşımlar ile “yoksulluğu yönetmeyi” amaçlayan sosyal yardımlardır. Sosyoekonomik haklar konusunda genel olarak kayıtsız kalmakla birlikte eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hakların bir dereceye kadar da olsa devletçe hayata geçirilmesinden yanadırlar. Çünkü bunların kamu hizmeti olarak sağlanması “insan sermayesinin” gelişmesi açısından piyasanın işine yarar. Buna karşın “çalışma hakkı” yok hükmündedir!
Sosyalist sol içinse, başlangıçta revizyonist olarak görüp eleştirilen sosyal demokrasi gibi sosyal devlet de kapitalizmin devamına hizmet eden bir aldatmaca olarak eleştirilir. Onlara göre sosyal devlet kapitalizmin üstünü örten incir yaprağıdır; varlığı da, emeğe değil kapitalizme hizmet etmektedir. Bu yaklaşım açısından, mülkiyet hakkının bütün hakların önüne geçmesi, emeğin sermayeye bağımlılığının önlenememesi, emeğin kazanımları ekonomik konjonktüre bağlı kalırken gelir dağılımındaki adaletsizliğin azalmayıp büyümesi de sosyal devletin bir aldatmacadan ibaret kaldığının göstergeleri olmaktadır. 1980 sonrasında en gelişmiş sosyal devlet uygulamaları içinde bile eriyen haklar ile gerileyen sosyal devletin bu eleştirileri doğruladığını yadsımak da kolay değildir.
Bu iki düşünce arasında yer alan sosyal demokrasi içinse, hedef ve iddiaları için elinde siyaset ve devlet olarak tek araç vardır. Devletin sosyal eşitlik ve sosyal refah yaratan rolü kendi politikalarını ortaya koyabildiği tek varlık yolu olurken, bunu gerçekleştirecek bir siyasal ekonomi anlayışına ihtiyacı olduğu da ortadadır. Örneğin 1945-80 arasındaki dönemde benimsenen Keynesyen ekonominin, sosyal demokrasinin yükselmesi ve hedeflerinin önemli ölçüde gerçekleşmesi açısından rolü büyüktür.
Sosyal devlet ve sosyoekonomik hakların önemi, benimsenen hedeflerin büyük ölçüde bu haklarla somutlaşmasıyla ilgilidir. Bu haklar, birey ve toplum için en temel ihtiyaç ve koşulları hedef alırken sosyal eşitlik, sosyal adalet, sosyal refah gibi karmaşık ve tanımlanması zor vaatlerin somutlaşması açısında da anlam taşırlar. Örneğin sosyal eşitlik dendiğinde, bunun tanımlaması ve hedeflerin ortaya konması gerekiyor; bu tanımlama nasıl yapılacak, hedefler nasıl belirlenecek?
Aslında eşitlik zor bir kavram… Örneğin hemen her düşünce açısından “her insanın eşit değerde olduğu, herkese eşit davranılması gerektiği” gibi genel bir ilke kabul edilmiş olsa bile, toplumsal-siyasal ilişkilerin çok boyutluluğu içinde “hangi konuda eşitlik” gibi bir sorunun sorulmasına ihtiyaç var. O nedenle eşitlikle ilgili olarak, “eşitlik, iki (veya ikiden çok) kişi veya gurup ile bir nitelik (veya birçok nitelik) arasında ortaya çıkan üç taraflı bir ilişkidir” gibi bir tanımlamayı (Stanford Encyclopedia of Philosophy, 2007) başlangıç noktası olarak almak kaçınılmaz. Öte yandan “kimler arasında ve hangi konuda eşitlik” gibi sorulardan yola çıkmak da her zaman yeterli olmayabilir; bir yandan herkes için geçerli olacak eşitlik düzeyini saptamak kolay değil, öte yandan herkesin kendine özgü koşulları nedeniyle kimi zaman eşit davranmak için farklı davranmak gerekebilmekte. Bu nedenle çok zaman eşitlik ve adalet ilkelerinin göreceli eşitlik, göreceli adalet anlayışlarıyla birlikte düşünülmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
Eşitlikle ilgili tartışmalar bunlarla da bitmemekte; “Eşitlik ve Sosyal Devletin Vaatleri ya da Sınırları!” başlıklı yazımda epeyce tartma olanağı bulduğum bu konuya (Koray, 2017) burada girmeyeceğim ancak yalnızca “fırsat eşitliği” gibi bir kavram açısından bile oldukça karmaşık bir konuyla karşı karşıya olduğumuzu söylemem gerekiyor.
Örneğin fırsat eşitliği hem liberal düşünce hem sosyal demokrasi anlayışında geçerli; ancak liberal düşünce açısından dile getirilen fırsat eşitliğinin indirgemeci bir yaklaşımı temsil ettiği gibi, gerçek bir anlam kazanmasını beklemek de mümkün değil. Aynı kavramın sosyal demokrasi açısından bir eleştiri noktası olduğuna da kuşku yok. Sosyal demokrat düşüncenin eşitlik anlayışını liberal düşünceden ayırmak gerektiğinde, bunun yolunun sosyoekonomik haklardan geçtiğini ve ancak bu anlayış içinde fırsat eşitliğinin somutlaşacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Yukarıda değindiğim gibi, liberal düşünce genel olarak sosyoekonomik haklara olumu bakmaz; aslında siyasal eşitlikten ötesine de pek önem vermez. Ancak 20. yüzyıl içinde ve değişen koşullara bağlı olarak ortaya çıkan sol liberalizm açısından fırsat eşitliği önemsenir. Bunlar arasında yer alan Rawls, sivil ve siyasal hakları önemserken, toplumdaki aşırı eşitsizliklerin bunların varlık kazanmasını engelleyeceğini düşünür ve liberal bir rejimde istikrarı sağlamak açısından eğitimde fırsat eşitliği, temel sağlık hizmetleri, uygun bir gelir ve refah dağılımı, makul bir iş ve çalışma güvencesi, politik konularda kamuoyunun bilgi edinme olanaklarının varlığı gibi gelişmeleri öngörür (Rawls, 2001; 133).
Kuşkusuz sosyoekonomik hakların önemsenmediği bu anlayış içinde nasıl fırsat eşitliği sağlanacağı ciddi bir sorudur!… Örneğin liberal anlayış çerçevesinde eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlarda ancak sınırlı bir destek ve düşük standartların geçerli olduğu bilinir; onların gerçekleşmesi açısından bile eşitsizlikler söz konusu olurken fırsat eşitliğinden nasıl söz edilebilir? Türkiye’deki eğitim ve sağlık açısından yaşanan büyük eşitsizlikleri düşünmek bile liberal anlayış çerçevesinde uygulanan önlem ve politikaların fırsat eşitliği anlamına gelmeyeceğini düşünmek için yeter. Bu önlemlerle toplumun gerilerde kalan kesimlerinin yoksulluk ve yoksunluklarının bir ölçüde de olsa azaltılabilir; ancak bunlarla fırsat eşitliğinin sağlandığını düşünmek mümkün değil.
Dolayısıyla, fırsat eşitliğinin bir ölçüde de olsa hayata geçmesinin sosyoekonomik hakların hayata geçmesiyle yakından ilişkili olduğunu söylemek gerekiyor. Bir başka deyişle, ancak eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma gibi koşullarda toplumun bireylerine en azından belirli bir standartta eşit ve hakça koşular sağlandığında fırsat eşitliği gerçek bir anlam kazanabilmekte. Öte yandan sosyo-ekonomik haklar arasında ekonomik bölüşümle ilgili hakların -tam istihdam, iyi iş ve iyi ücret, gelir bölüşümünde adalet gibi- sosyal eşitlik açısından önemi yadsınamaz; bu hakların ekonomik liberalizmle çatıştığı, bugün yok hükmünde sayıldıkları da biliniyor. Oysa sosyal eşitlik ve adalet bir yana fırsat eşitliği için bile ilk olarak çalışma hakkını düşünmek gerekmekte.
Sosyal devlet modellerinin farklılaşmasının temel göstergesi de sosyoekonomik haklarla ilgili… Bilindiği gibi, “liberal, muhafazakar, sosyal demokrat ve geleneksel model” olarak en az dört farklı modelden söz edilmekte. Modeller sosyoekonomik hakların meta olmaktan çıkarılma ölçüsüne göre farklılaşırken, bu konuda sosyal demokrat modelin en ileri anlayış ve uygulamaları temsil ettiği de bilinmekte. Ne var ki, günümüzde her modelin kendi içinde gerileyip liberal anlayışa doğru kaydığı gerçeği içinde soysal demokrat modelin de gerilediğini söylemek kaçınılmaz.
Sosyoekonomik hakların ve sosyal politikaların, siyasal demokrasinin sosyal demokrasiye, yani her vatandaşın karar verme sürecine daha etkin biçimde katıldığı bir demokrasi anlayışına geçilmesi açısından da önemi var. Örneğin Marshall’a göre, vatandaşlık bir toplumun üyelerine verilen statüdür ve bu statüyü elinde tutan herkes, bu konumun içerdiği tüm haklar ve görevler açısından eşittir (1965, 259-279): Vatandaşlığın da sivil, siyasal ve sosyal olmak üzere üç boyutu vardır; sosyal vatandaşlığın gelişmesi, bir anlamda sosyoekonomik haklarla güçlenmiş vatandaşların varlığı sivil toplumu güçlendirerek demokrasinin güçlenmesine de hizmet eder. Bir başka deyişle, sosyoekonomik haklar temel hak ve özgürlükler ile siyasal hakların işlerlik kazanması açısında önemlidirler.
Bu konuda son bir noktayı vurgulamak istiyorum. Sosyoekonomik haklar arasında “çalışma hakkı” kritik önemde… Çalışma hakkı, bireyin toplum içinde varlık kazanması, özgürlük ve bağımsızlığı, bir anlamda güçlenmesi için vazgeçilmez olduğu gibi, çalışma hakkı sosyal güvenlik, örgütlenme özgürlüğü, gelir güvencesi gibi daha birçok hakka bağlanan temel bir hak konumundadır. Öte yandan günümüzdeki ücretliler toplumunda yığınlar için ana geçim aracı ücretli çalışma olurken, bu haktan vazgeçilmesi yığınların işsizliği ve sefaletinin kabulü anlamına gelmektedir. Bunun da ötesinde, çalışma hakkının liberal ekonomiye en büyük müdahale anlamı taşıdığı ve siyasal ekonomi anlayışının dönüşümü açısından belirleyici olduğu unutulamaz. Bugün küresel kapitalizmin ulus devletin siyasal müdahalesini kısıtlaması nedeniyle tam istihdamdan vazgeçilmiş ve işsizlik artmıştır; sosyal eşitlik, sosyal güvenceden söz eden sosyal devletin gerilemesinin en önemli göstergesi de buradadır! İşsizliğin artışına, çalışma koşullarının bozulması ve koruyucu standartlardaki gerilemeyi de ekleyebiliriz. Burada Korpi’nin, Avrupa refah devletinde önemli bir değişim/ gerileme yaşanmadığı iddialarına karşı söylediğini hatırlatmak gerekmekte (Korpi; Palme 2003): Tam istihdamdan vazgeçilmiş ve işsizlik kabul edilmişse, sosyal devletin de gerilediğini söylemek gerekir!
Bu nedenle sosyal demokrat düşünce açısından bugün ilk düşünülmesi gerekenin çalışma hakkına hayat vermek olduğu söylenebilir. Varlıklarını, iddialarını ve farklılıklarını ortaya koymak için geçmişte olduğu gibi bugün de en başta çalışma hakkının hayata geçmesini, tam istihdamı hedeflemeleri gerekmekte.
Kuşkusuz, bugün küreselleşen kapitalizmin dayattığı acımasız rekabet, neo-liberal politikaların dayattığı kuralsızlaşma, esnekleşme, enformelleşme içinde tam istihdamdan söz etmek hayli “ütopik” kalmakta!… Ancak sosyal demokratlar böyle bir iddia ve hedef ortaya koymadıkları sürece yalnız neoliberal politikalarla uzlaşmış olmuyor, bu politikalar altında bir başka şey de söyleyemez duruma geliyorlar. Kaldı ki, geçmişte 20. Yüzyılın başlarındaki iddialarının da o güne göre oldukça “ütopik” kaldıklarını söylemek yanlış olmaz.
(Devamı bir sonraki sayımızda)
*Meryem KORAY
Sosyal Politika Prof. Dr.
meryem.koray@gmail.com