Anayasa’nın uzunca bir süreden beridir uygulanmadığı ve 2016 yılının temmuzunda ilan edilen OHAL’in 2018 yılının temmuzunda kalıcı hale getirildiği karanlık, ucu görünmez bir dönemi yaşıyoruz. Tüm yaşananlar ve sonuçları ile birlikte değerlendirildiğinde içinde bulunduğumuz bu dönemi kati bir şekilde Anayasa tanımaz bir dönem olarak tanımlamak mümkün. Bununla beraber bu dönemi sadece OHAL ilanı ile sınırlı tutamayız. Tıpkı, “kalıcı ohal” döneminin başlangıç noktasını da 15 Temmuz darbe girişimi ile sınırlı tutamayacağımız gibi…
Tüm bu “anayasasızlaştırılan” dönem ve kalıcılaşan OHAL’in başlangıç noktasının 2014 yılında gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleri olduğu kuşku götürmemektedir. Nitekim değil midir ki “ben bildiğiniz anlamda bir cumhurbaşkanı olmayacağım” diyen Erdoğan’ın, 400 milletvekili için alanlara çıkmış olduğu 7 Haziran Genel Seçimleri öncesinde ifade ettiği “10 Ağustos 2014 seçimiyle Cumhuriyet tarihimizin yeni bir dönemine adım attık. Parlamenter sistem artık bekleme odasına girmiş bulunuyor. 7 Haziran seçimini yeni Türkiye yolunda yeni anayasa ve başkanlık sistemi için bir fırsata dönüştürmeliyiz” sözleri aslında Anayasa’nın da “bekleme odası”na alındığını ifade ediyordu.
Cumhurbaşkanı olmasının akabinde polise olağanüstü yetkiler veren “İç Güvenlik Paketinin” parlamentoya getirilmesi ve yasalaştırılması bir ön hazırlıktı kuşkusuz. Bu ön hazırlığın bazı Kürt illerinde ilan edilecek sokağa çıkma yasakları ile yahut aradan beş yıl geçtikten sonra ülke gündemine oturtulan Gezi Direnişi ile doğrudan alakalı olduğu gerçeği ise her geçen gün daha fazla ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan parlamenter sistemin “bekleme odasına” alındığının alenen ilanının da bir nevi ön hazırlık olduğunu söylemek mümkün. Zira bunun işaret fişeğini yakan gelişme AKP’nin iktidara geldiği tarihten itibaren ilk yenilgisini aldığı 7 Haziran seçimleri olmuştur. Türkiye halkları bu seçimde sandığa giderken geleceğe dair kaygılarını da yanlarına almış ve HDP’yi parlamentoya üst düzeyde bir temsil ile taşırken AKP’nin de yönetememe krizini ortaya çıkarmıştır. İşte tam da bu sırada, yani AKPnin aslında bir yönetememe krizi yaşadığı sırada, pek çok şeyin artık “bekleme odasına” alınmış olduğuna şahit olduk. Çünkü 7 Haziran seçim sonuçları tanınmayarak seçmen iradesi yok sayılırken seçme ve seçilme hakkı da gasp edildi ve zoraki 1 Kasım seçimleri gerçekleşti.
1 Kasım sonrası ise parlamento çalıştırılmaz ve yasama faaliyetleri sınırlandırılırken, tek bir yasal düzenleme hayata geçirilemezken hükümet genelge ve yönetmeliklerden medet ummuş ve bazı Kürt illerinde uyguladığı sokağa çıkma yasakları ile daha sonra ilan edilecek olan OHAL’in startını vermişti. İşte bu dönemde pek çok düzenleme söz konusu oldu. Kolluğa dokunulmazlık zırhını veren düzenleme gibi yahut cenaze defin işlemlerinin belediyelerden valiliklere verilmesi gibi…. Şu an tüm ülkenin içinde olduğu koşullara benzeyen uygulamalar aylarca Kürt illerinde yaşandı. Sokağa çıkma yasakları müddetince yüzlerce insan ağır hak ihlaline maruz kalırken yüzlerce insan da sokak ortasında ya kurşunlandı, ya panzerle sürüklendi, ya da Cizre bodrumlarında öldürüldü…
1 Kasım sonrası parlamento çalıştırılmadı derken, bir ayrıntıyı atlamamakta yarar var. Evet, parlamentoya haksızlık etmeyelim o dönem önemli bir yasal düzenleme hayata geçirilerek milletvekili dokunulmazlıkları da Anayasa’ya aykırı ama evet şiarıyla kaldırıldı!!! Böylelikle HDP eş genel başkanları başta olmak üzere HDP milletvekillerinin tutuklanmalarının yolu açıldı ve nitekim eş zamanlı bir operasyonla bu tutuklamalar da vakit yitirilmeksizin gerçekleştirildi. Tüm bu gelişmeler bağlamında 7 Haziran sonrasını bir nevi Pre-OHAL olarak tanımlamak mümkün. Yani diğer bir ifadeyle bu ara dönemi, OHAL öncesi OHAL şartlarının uygulandığı bir geçiş dönemi olarak niteleyebiliriz.
Hükümetin 1 Kasım sonrası yasa tanımaz uygulamaları devam ederken “Allahın bir lütfu” olarak gördükleri darbe girişimi gerçekleşti ve dönemin hükümet yetkilileri tarafından en fazla 3 ay ömür biçilen OHAL ilan edildi. OHAL’in ömrü elbette 3 ay olamazdı. Çünkü KHK’ler ile bir dizayn süreci başlamıştı ve bunun 3 aya sığması olanaksızdı. Tabi bu arada 2 yıllık sürenin de yeterli gelmediğini bu nedenle OHAL!i kalıcı hale getiren yasal düzenlemelerin de ivedilikle yapıldığını ifade etmek gerekir.
Bu süre zarfında ise neler olduğu herkesin malumu…KHK’le onbinlerce yurttaş ihraç edildi, binlercesi tutuklandı; medya tamamen bitirildi ve özgür medya televizyon kanalları ve basılı yayınları ile internet yayınlarına son verildi; belediyelere kayyımlar atandı; milletvekilleri tutuklandı; akademisyenler ihraç edildi; öğrencilerin bursları iptal edildi; sağlık kuruluşlarının, vakıf, dernek ve vakıf üniversitelerinin kapısına kilit vuruldu; sendikalar, konfederasyonlar kapatıldı; binlerce yurttaşın pasaportu ya elinden alındı ya tahdit koyuldu, yurt dışına çıkışlar engellendi; internet erişim yasakları, iletişimin engellenmesi uygulamaları artık kanıksansan bir olguya dönüştü…. Cezaevleri derseniz insanlık onurunun hiçe sayıldığıişkencehanelere dönüştü. Cezaevleri eskiden de çok farklı değildi belki ama en azından denetime açıktı. Şimdi ise bu da pek söz konusu değil. Bunun en çarpıcı örneği ise HDP mensubu milletvekillerinin cezaevi ziyaretlerinin engellenmesidir. Bakanlık yasaya açıkça aykırı bir uygulama ile açıkça suç işliyor; işlemeye devam ediyor.
OHAL Süreci Bilançosu
Netice itibariyle sadece yasal olarak ilan edilip kaldırılan OHAL sürecinde; 36 OHAL KHK’sı yayınlandı. Günde ortalama 480 kişi olmak üzere toplamda 127 bin 249 kişi kamu görevinden ihraç edildi. OHAL döneminde 70 binden fazla kişi gözaltına alındı, 50 bini aşkın kişi tutuklandı. 209 gazeteci tutuklandı. 70 gazete, 18 televizyon kanalı kapatıldı. 6 haber ajansı kapatıldı. 20 dergi, 22 radyo kapatıldı. 99 belediyeye kayyum atandı. Milletvekilleri ve Belediye Eş Başkanları tutuklandı. 2800’ü aşkın kurum kapatıldı.
En önemlisi; Türkiye 16 Nisan referandumunu, 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimlerini OHAL koşulları altında gerçekleştirdi. OHAL gölgesinde seçim yapılmaz diyen dönemin Başbakanı Binali YILDIRIM’ın sözleri havada kalırken 16 Nisan referandumu ile tam bir dönüm noktası yaşandı.
Bunun devamı ise 24 haziran seçimleri idi kuşkusuz. Recep Tayyip ERDOĞAN, yani SARAY REJİMİ; 7 Haziran’ın rövanşını almak ve 16 Nisandaki hileli referandumu taçlandırmak için 24 Haziran seçimlerini bir vesile yaptı. Elbette yine hile hurdalı bir seçim yaşanmıştı. Ama artık ülkede hukukun “h”si kalmayınca bu seçimin hilesi de hurdası da çok fazla dile getirilmez oldu ne yazık ki..
Olağanüstü yetkilerin kademe kademe genişletilmesi ve katı merkeziyetçi uygulamalar; OHAL sonrası TBMM de kabul edilen ve OHAL’İ kalıcı hale getiren düzenlemelerle zirveye ulaştı.2015 yılının bahar aylarında ülke gündeminde soğuk rüzgârlar estiren İç Güvenlik paketi belki o dönem hayal edilen sınırları dahi aşmıştı. Paket ile valilere verilen yetkiler bugün tamamen artırıldı. Çünkü artık valiler AKP il yöneticisi posizyonunda görev ifa ediyorlar. Hem kayyım sıfatıyla belediye yönetiyorlar hem de böylelikle AKP’nin o ildeki eli kolu oluyorlar. Bu bağlamda OHAL’in kaldırılmasının ardından kabul edilen yasa ile valilere verilen yetkilere bir göz atacak olur isek;
- Valilere, yerleşim birimlerinin ablukaya alınması ve yerleşim birimlerine kişilerin/toplulukların giriş-çıkışları üzerinde Anayasayı ihlal edici yetkiler verilmiştir. Siyasi iktidar tarafından atanmış Valiler, yerleşim birimi özelinde “OHAL ve Sıkıyönetim” ilan etme yetkisine sahip olmuştur.
- Askeri Mahallerde önleme araması adı altında yargı kararı aranmaması ile hukuk devleti askıya alınmıştır. Sıkıyönetim Kanunun lağvedilmesine karşılık Sıkıyönetim Uygulaması 2’inci madde aracılığı ile devreye konmuş, askeri amirlere yurttaşlar üzerinde baskı yapmasının sınırsız yetkisi verilmiştir.
- Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı birimlerine girişte erbaş ve erlerin Sulh Ceza Hâkimi kararı olmadan “suçun önlenmesi” gerekçesi ile aranmasını düzenlemiştir. Yani bir anlamda güvenlikçi anlayışın, kendisini güvenlik sağlamakla yükümlü kurumlar ve bireylerden dahi koruma paranoyası ile yaşadığını söylemek mümkün.
- Toplantı gösteri yürüyüşlerine yeni kısıtlama olarak “günlük yaşamı aşırı ve katlanılmaz derece zorlaştırmak” ibaresi getirilmiş ve Anayasa ile uluslararası hukuk kuralları ihlal edilme pahasına toplantı ve örgütlenme özgürlüğü ihlal edilmiştir.
- Milli İstihbarat Teşkilatı’nın taraf olduğu arabuluculuk usullerine son verilmiştir. Yine MİT “Bilgi Edinme Kanunu” kapsamı dışında bırakılmıştır. Böylece zaten üzerinde çokça tartışma olan MİT, daha karanlık bir kurum haline getirilmiştir.
- Üç yıl süreyle geçici olacak madde kapsamında, gözaltı süreleri 1-3 kişilik gözaltılarda 2-6 gün arasında, toplu gözaltılar ve siyasi soruşturmalarda 4-12 arasına çıkarılmıştır. AİHM’in öngördüğü en fazla 4 gün kuralı çiğnenmiştir.
- Kamudan ihraçların üç yıl boyunca sürmesi düzenlenmiştir.
- Tahliye talebi kapsamında 30’ar günlük sürelerle yapılan tutukluluk incelemesi 90 güne çıkarılmıştır.
- “Askeri mahallerde yapılacak aramalarda savcının nezaret etmesi zorunlu olmayacak, ‘yazılı emri’ yeterli olabilecek” düzenlemesi ile soruşturmalar tamamen kolluk güçlerine devredilmiştir.
Kalıcılaşan OHAL ve Saray rejimi
Siyasi iktidar OHAL’i resmi olarak kaldırmışsa da Olağanüstü Hal uygulamalarını aşan bir biçimde bir kabus olarak bunu yasal zemine taşımıştır. Ve bir diğer bitmeyen kabus ise KHK ile ihraç eden onbinlerce yurttaş için hukuk yollarının işletilmediği, kendinden olmayanı açlığa mahkum etme rejiminin tüm acımasızlığı ile devam ettiği gerçeğidir. Bu mağduriyetleri inceleyecek olan OHAL İnceleme Komisyonu ise aylar sonra görevine başlamış ve neticede yalnızca 40 bin başvurudan 3 binini yanıtlayabilmiştir. Geriye kalan 37 bin yurttaş ise, hükümetin yeni tasfiye ve dizayn sürecine açıkça kurban edilmiştir. En son doktorlar hakkında getirilen ve kamuoyunca tepkiyle karşılanan yeni düzenleme bu yeni sürecin belki ilk denemesiydi. Dönemin başbakanı olan Binali Yıldırım’ın darbe sonrası “ben olsam hepsinin ipini çekerdim” şeklinde yansıyan sözleri, yahut bu tasfiye sürecine Doğu Almanya’nın yıkılması ve tasfiyeleri örnek vermesi ülkedeki ayrışma ve kutuplaştırılma çabasının da bir dışa vurumuydu kuşkusuz. İhraç edilen kamu personellerinin yerine yandaşların yerleştirilmesi, akademilere yandaşların doldurulması, yargıya cübbe iliklemeye çalışan biat eden hâkim-savcıların atanması, sözleşmeli öğretmen alımlarında önceliğin yandaşlar olması zaten meseleyi yeterince özetliyor. Saray rejiminin; medyada beğenmediği gazeteci yazarları hedef haline getirip tutuklatırken, DOĞAN MEDYAYI devlet imkânları ile Demirörenlere satın aldırırken esasen bu tasfiye sürecinin ne denli boyutlu olduğunu görüyoruz. Özcesi her alanda baştan aşağıya tasfiye politikaları hasıl olmuş durumdadır.
OHAL’İN aslında kaldırılmadığını, ne kadar kemikleştiğini ifade eden bir diğer örnek de pasaport tahditleri. Emniyet elindeki tüm bilgi ve kayıtları geçtiğimiz mayıs ayı başında il nüfus müdürlüklerine devretmiş ve emniyetin kayıtlarında “sakıncalı” ibaresi olanların pasaportlarına otomatik olarak tahditler konmuştur. 180 bin civarında yurttaş bu durumda olup yurt dışına çıkış gerçekleştirememektedir. Halihazırda akademisyenler, öğrenciler, sağlık sorunları olanlar yurt dışına çıkamıyor. Eğitim, sağlık, aile bütünlüğü gibi temel hakların yanı sıra ekonomik ve sosyal hakları da zedeleyen bu uygulama tüm yakıcılığı ile devam etmektedir. Üstelik Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 7 Temmuz 2018 günlü açıklamasında 181 bin 500 yurttaşın pasaportlarına konulan tahditlerin kaldırılacağı ifade edilmiş olmasına rağmen aradan geçen zaman zarfında tek bir adım atılmış değildir. Anayasa 23. Maddesinde yer aldığı üzere “Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir.” Ancak halihazırda 181 500 yurttaş sınırlarda alıkonulmaktadır.
Anayasa tanımayan bu dönemin belki en etkili tanımı “sosyal idam”dır. Nitekim insanlar bir yandan ayrıştırılıp kutuplaştırılırken diğer yandan “yandaş olmayan”, “biat etmeyen”ler; açlığa, yoksulluğa, haksızlığa açıkça mahkûm edilmektedir.
Hukuk dışı uygulamalar ve yargının geldiği hal ise meselenin en temel boyutudur. Son olarak AİHM’in Demirtaş kararını uygulamamakta direnen bir Saray rejimi var. AİHM kararının bağlayıcılığı karşısında hukuk tanımayan rejim “Karar bizi bağlamaz, karşı hamlemizi yapar işi bitiririz” derken pervasızlıkta sınır tanımamıştır. Bu kararın uygulanmamasının sonuçları sadece Demirtaş için değil hepimizin hukuki güvenliği açısından önemlidir. Aksi halde bir gün hepimiz bu keyfiyetin kurbanı olmaya adayız. Başlı başına bu örnek dahi Anayasa’nın, uluslararası sözleşmelerin çoktan rafa kaldırıldığının ve OHAL’in OHAL şartlarını da aşan bir şekilde bizlere dayatıldığının bir göstergesidir.
*Meral Danış BEŞTAŞ
HDP Siirt Milletvekili
avmeraldanis@yahoo.com