Bir Çin bedduası “kötü zamanlarda yaşayasın” der. Beddua, sanki 2020 için söylenmiş gibi geliyor insana. Malum salgın, zaten hemen her şeyin gerçekten kötüye gittiği bir süreci taçlandırdı adeta. Genel olarak dünyadaki gidişatı paranteze alarak Türkiye üzerine yoğunlaştığımızda neler hatırlıyoruz; kendimize bir soralım. Salgın öncesi Türkiye nasıl bir süreç yaşıyordu? Bu yazıda bu soruna detaylarıyla girmeyeceğiz. Ancak, bir tespit yapmak gerekirse; Türkiye, 12 Eylül darbesiyle başlatılan sürecin mantıki sonuçlarını AKP iktidarıyla yaşamaya başlamıştı.
Ancak, sol liberalizmin demokrasi adına desteklediği bu süreç kendi gerçekliğini hayata geçirmeye başladı ve bir tarikatlar koalisyonu olan AKP, ajandasında olan bütün hedefleri gerçekleştirmeye başladı. Burada kritik olan, AKP’nin kendi kalıcılığı açısından ileriye dönük olarak mevcut kurumsal yapıyı hedef almasıydı. AKP, mevcut yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı denklemini ortadan kaldırarak kendi iktidarını tahkim etti.
Buraya kadar vurgulananlardan, sanki AKP kendi gücüyle bu dönüşümü organize etti gibi bir sonuç çıkabilir; ancak bu yanlış olur. AKP, bir yanıyla içerideki muhalefetin güçsüzlüğüyle ve tarikatlar koalisyonunu esas alarak, diğer taraftan kapitalizmin gelinen aşamadaki hakim ideolojisi neoliberalizmi benimseyerek ve uygulayarak mevcut pozisyonuna ulaşmıştır. Bu pozisyon, burjuva demokrasisinin tasfiye edildiği ve yeni bir kurumsallaşmanın oluşturulmaya başladığı bir duruma işaret etmektedir.
Neoliberalizm, kapitalist rasyonelin tarihsel bir görünümü olarak anlaşıldığında ve mevcut iktidarın kendi meşrebince esas referansı olduğu görünür hale gelince tablodaki her şey yerli yerine oturmaya başlayacaktır. Bu anlamda AKP, “Sosyal Darwinist” bir anlayışla İslami tevekkülü örgütleme becerisini göstermiş ve bu yolla iktidarını tahkim etmiştir. Bu durum, elbette mutlak ve zamansız bir varoluşa işaret etmemektedir. Ancak, ileriye dönük bir tasavvur söz konusuysa geçmişin tahribatının farkında olmak gerekmektedir.
Cehaletin örgütlenmesi
Gelinen aşamada Türkiye, kapitalizmin bütün rasyonellerine uygun bir yol izlemiş ve izlemektedir. “Bu ne anlama gelir?” sorusu burada önem kazanmaktadır. Bu noktada toplumsal olarak en kritik olan, cehaletin mevcut iktidar eliyle örgütlenmiş olmasıdır. Bu örgütlenme, sadece AKP’nin kendi kitlesine dönük bir uygulama değildir, muhalif olduğunu düşünen kesime de sirayet etmiştir. Kendi kitlesini zaten konsolide eden AKP, muhalif olduğunu düşünen kesimlerin bir kısmını bu sefer milliyetçilik üzerinden kendine destek olmaya çağırmıştır. Elbette burada mevcut muhalefetin zafiyetleri önemlidir. Diğer taraftan, cehaletin örgütlenmesi meselesini her toplumun kendi tarihselliği içinde yaşadığını da göz önüne almamız gerekmektedir.
Cehaletin mevcut iktidar tarafından örgütlenmiş olmasının operasyonel hali, iktidarın söz konusu örgütlenmiş cehaleti bütün kurumlarıyla sistematik olarak cesaretlendirmesiyle hayata geçmektedir. Kadına yönelik şiddetin çoğu zaman cezasız kalmasından doğa katliamlarına göz yumulmasına, salgın sürecinde TTB’nin hedef alınmasına, barolara dair yeni düzenlemenin yürürlüğe girmesine ve siyaseten katle kadar bütün tasarruflar bu duruma işaret etmektedir. Bütün bu tasarruflar, siyasi İslamcı ve milliyetçi kitlenin potansiyel onayı ile gerçekleşmektedir.
Cehaletin örgütlenmesi meselesi bir toplumsal sistem olarak kapitalizmin kendi tarihsel referanslarından vazgeçmesiyle doğrudan ilgilidir. Aydınlanma döneminin kabullerinin geldiğimiz aşamada birçok iktidar açısından karşılığı kalmamıştır. Buradaki en somut örnekler, anlaşılacağı üzere, ABD ve Türkiye’dir. Benzer refleksi gösteren, tamamen farklı iki toplumsallığı aynı rotada birleştiren ve neoliberalizm diye tanımlanan günümüz kapitalist rasyonelidir. Kapitalist rasyonel, Sosyal Darwinizm ile anlam kazanır; hayat damarıdır. Kapitalizmin bütün tarihi, güçlü olanın ayakta kalacağı mantığıyla işlemiştir ve işlemektedir. Güçlünün neden güçlü, güçsüzün neden güçsüz olduğu sorusunun bu tarihte yeri yoktur. Yaşanan bütün toplumsal felaketlerde -çok az sayıda düşük nüfuslu ülke dışında- kapitalist rasyonelin bu mantığı işlemektedir.
Yaşanmakta olan salgın sürecinin yönetilişi, sürecin sınıfsal niteliğini de görünür hale getirmektedir. Bir taraftan sürece, kendini korumak üzere gösterilebilecek reflekslerin olanaklarına sahip olmak açısından bakıldığında, çalışan sınıflar tamamen dezavantajlı bir süreci yaşamışlar ve yaşamaktadır.
Sermaye ve iktidar, salgın koşullarını lehine kullanıyor
Diğer taraftan sermaye, süreci kar getiren bir niteliğe dönüştürmenin bütün olanaklarını devreye sokmaktadır. Salgın öncesi, ciddi bir krizle karşı karşıya kalan sistem salgının getirdiği kısıtları bir anlamda krizini yönetmek için kullanmaktadır. İşten çıkarmalar, çalışma ödeneği, daha uzun iş süreçleri hızla devreye sokulmuştur. Kapitalist rasyonele göre işleyen bu süreç, doğal olarak sürecin maliyetinin toplumsallaştığı, karın özelleştiği bir niteliğe sahiptir. Elbette bu beklenmedik bir durum değil. Ancak salgın koşulları, kriz sürecinin yükünü çok arttırmıştır. Bu durum, ileriye dönük olarak, zaten kitlesel çaresizlik içindeki kitlelerin iktidar tarafından manipüle edilmesinin koşullarını da yeniden yaratmış bulunmaktadır. Bu yolla iktidar, kendini tahkim etmenin yeni bir olanağına kavuşmuş görünmektedir.
Bir diğer asli sorun, siyasal muhalefetin, salgın sürecinde ortaya çıkan bu olağanüstü koşulları siyasete tahvil edemediği gerçeği olarak ortada durmaktadır. İktidarın bütün engellemelerine rağmen en görünür durumda olan üç büyük il yerel yönetimleri, sürece bir biçimde müdahil olmanın yollarını bulmaya ve hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu durumun ortaya koyduğu gerçeklik, Türkiye’de muhalefetin yüksek siyaset yapmak yerine, insanların gündelik yaşamlarına dokunan, buralardaki sorunların çözümüne dönük pratiklere yönelmesidir. Sözü muhalefete ve muhalif yerel yönetimlere getirmemizin nedeni, esas olarak hem hala yaşanmakta olan sürece geniş kitleler açısından müdahil olmanın önemini vurgulamak hem de salgın sonrasına dönük projeksiyonlar yapılmasının siyaseten öneminin altını çizmektir.
Belirsizliğin tanımladığı bu salgın sürecinin, kapitalizmin mutlak hakimiyeti altında yaşanıyor olması, kapitalizme dair tespit ve algımızın netleşmesine de hizmet edecektir. Kapitalizm, patolojik –yani hastalıklı- bir sistem değildir, patojenik -yani hastalık üreten- bir sistemdir. Burada vurgulamaya çalıştığımız husus, salgının kapitalizmin hüküm sürdüğü koşullarda yaşanıyor olmasıdır. İktidar, mevcut salgın koşullarını elindeki güce dayanarak kendisini tahkim etmek için kullanmaktadır. Bu tahkimatın amacını deşifre etmek muhalefetin varlık nedenidir. Yarattığı tahribatı onarmak da muhalif yerel yönetimlerin asli görevidir; ki, bunu da yapmaya çalışıyorlar.
Diğer taraftan salgının nereye, nasıl evrileceğine dair belirsizlik, iktidarın hareket kabiliyetini arttıran bir ortamı beraberinde getirmektedir. Bu tür belirsizlik içeren toplumsal ortam ve zamanlarda geniş kitlelerin refleksi güçlü olanın/görünenin yanında yer almaktır ki, Türkiye’de mevcut iktidar bu reflekse oynamaktadır. Salgın ortamının sağladığı zeminde iktidar, otoriterleşmenin yeni kurumsallaşmasına yönelmiştir. Yeni kurulan Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Daire Başkanlığı’nın, muhalefetin daha sistematik denetlenmesine hizmet etmeye yönelik bir faaliyet yürüteceğini tahmin etmek güç olmasa gerek. Bu anlamda iktidarın söylem ve pratiği, önümüzdeki dönemde daha da sertleşecek gibi görünmektedir. Ayrıca iktidarın ileriye dönük tasarruflarına dair bir engel de görünmemektedir. Bu noktada mesele, yeniden muhalefetin bu sürece nasıl tepki vereceğinde düğümlenmektedir. Genel olarak muhalefet, zor ama zorunlu bir görevle karşı karşıya kalmıştır. Ancak, bütün iyi niyetli çabalara rağmen muhalefet, bu süreçte genel olarak bir konsolidasyona gidememiş görünmektedir.
Bu durumun en önemli nedeni, kendi gündemini belirleyememesidir. Sürekli olarak iktidarın belirlediği bir gündeme bağlı bir muhalefetin -kendi tabanı da dahil olmak üzere- potansiyel kitle açısından da inandırıcı bir görüntü vermesi mümkün değildir. İçinde yaşadığımız hem salgın hem de eski/kronik iktisadi ve/veya toplumsal kriz koşullarında sosyal demokrat ve sosyalistlerin, tarihsel çatışma ve farklılıklarını bu süreçte paranteze alıp beraber düşünme ve davranmaya dair sorumlulukları vardır. Çünkü altımızdaki zemin kaymıyor, çöküyor.
*Kalkınma İktisadı, Prof. Dr.
turkaymehmet@gmail.com