Laiklik, demokratik hukuk devletinin temel taşıdır. O nedenle, demokrasi laik düzenlerde yerleşip güçlenebilir. Modern kullanımında laiklik felsefi, hukuksal ve siyasal açıdan farklı anlamlar taşır. Felsefi açıdan laiklik, inanç yerine aklın, araştıran, sorgulayan anlayışın egemen olmasıdır. Hukuksal açıdan laiklik, devletin din kurallarına dayanmamasıdır. Siyasal açıdan laiklik ise, siyasal iktidarın dinsel güce dayanmamasıdır. Bu anlamda laiklik, din ve vicdan özgürlüğünü koruyan, vatandaşların bu özgürlüğünün devlet güvencesine alınmasını savunan bir siyasal ilke olarak da öne çıkmaktadır.
Laik düzende dinin kamusal alana girmemesi, kamu gücüne dayanmaması ve kamuda dinsel nitelik taşıyan düzenlemeler yapılmaması gerekir. Özetle laiklik devletin, dinler ve inançlar karşısında yansız olması ve bir dine veya inanca bağlı insanların, devleti ele geçirerek öteki inanç sahipleri üzerinde baskı kurmasını önlemesidir.[1]
Türkiye’de laiklik
Türkiye’de laiklik, 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin teokratik niteliği devam ederken, yöneticilerin devlet kurumlarını yeniden yapılandırma sürecinde ortaya çıkmıştır. Ancak “din”, Türk toplumunun yaşamında her zaman önemli bir yer tutmuş ve siyasal yaşamda da kullanılmıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesi sırasında Damat Ferit Hükümeti’nin, 11 Nisan 1920 tarihinde, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’a, Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesine karşı yayınlattığı fetva buna örnektir.
Türkiye Cumhuriyetin kurucuları, benimsemiş oldukları modernleşme çerçevesinde bilim, eğitim ve hukuk sisteminin dinin etkisinden uzak gelişmesini amaçlamış ve laiklik ilkesine dayanan bir devlet oluşturmuşlardır. Dini, kamusal alanın dışında, “kişi ile tanrı arasında özel bir bağ” olarak değerlendirmişlerdir. Birbiri ardına alınan radikal kararlarla, 1 Kasım 1922’de Osmanlı Monarşisi ortadan kaldırılmış, 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilan edilmiştir. Cumhuriyet ilan edilirken, anayasanın “Hakimiyet bilakaydü şart milletindir” ifadesi korunarak egemenliğin kaynağının halk olduğu vurgulanmış, ancak günün koşulları gereği anayasaya “Türkiye devletinin dini İslam’dır” maddesi eklenmiştir. Bu madde ancak 1928’de kaldırılacaktır. 3 Mart 1924’te Halifelik kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat (Eğitim Birliği) Kanunu’yla ilkokuldan üniversiteye tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış ve yeni bir eğitim sistemi oluşturulmaya başlanmış, medreselerin din adamı yetiştirme işlevi de yeni kurulan imam-hatip okullarına devredilmiştir. “Şeria ve Evkaf Vekaleti” kaldırılarak din işlerini yürütmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı oluşturulmuştur. Laik Cumhuriyet, Halifeliğin kaldırılmasıyla işlerlik kazanmıştır. Din ve siyaset ilişkileri açısından önemli bir reform, Arap harflerinin bırakılması ve Latin harflerini temel alan yeni bir Türkçe alfabe oluşturulmasıdır. 1926 yılında, İslam hukukundan farklı, din esaslarına dayalı olmayan Medeni Kanun kabul edilmiştir. Laiklik, CHP’nin 6 ilkesinden biri olarak önce parti programında, 1937’de ise T.C. Anayasasında yer almıştır. Kuranı Kerim’in Türkçeye çevrilmesi, Türkçe ezan (1932) ve Arapça ezanın yasaklanması (1941) yine laiklik çerçevesinde ele alınan uygulamalardır.
Türkiye’de din ve siyaset konularındaki çalışmalarıyla bilinen Yaşar Sarıbay’a göre,[2] “Tek Parti döneminde Kemalizm’in hakim ideoloji haline gelmesi ve İslam’ın rejim muhaliflerinin sembolü, hatta giderek ideolojisi haline gelmiş olması, demokratik politik hayata geçişin katı bir şekilde biz-onlar ayrımına dayanan bir zeminde vuku bulmasına yol açmıştır.” Çok partili yaşama geçilirken de dini inançların siyasal açıdan istismar edilmemesi gözetilmiştir. Demokrat Parti (DP)’de hakim olan görüş, İslam’ın Türk milletinin ayırt edici bir niteliği olduğu ve laikliğin din düşmanlığı anlamına gelmediğiydi.
Çok partili dönemde laiklik ilkesinin aşınması
Ancak, çok partili yaşama geçtikten sonra partiler arasında oy rekabetinin başlamasıyla, dinin Türk toplumunda oynadığı rol daha da belirginleşmiştir. Hem CHP, hem de hükümet, 1946 sonrası siyasal rekabet ortamında dinin toplumdaki etkisini daha iyi görüp, tutumlarını gözden geçirmek zorunda kalmışlardır (Ahmad, 1996: 462).[3] 1949’da İmam Hatip kursları açılmaya başlamış, ilkokullara isteğe bağlı din dersleri konmuştur. Siyasal rekabet giderek İslam’ı politik bir mesele haline getirmiştir. 1949’da Türk Ceza Kanununun 163. Maddesinde yapılan bir değişiklikle, “dine dayalı devlet kurmaya yönelik propaganda yapmak ve örgüt oluşturmak” bir suç olarak yeniden düzenlenmiştir. Laikliğin din düşmanlığı olmadığını savunan DP’nin, 1950’de iktidara gelince, Meclis’teki ilk icraatlarından biri Arapça ezan yasağının kaldırılması olmuştur. DP yöneticileri, daha sonra din konusunda yeni ödünler de vermeye devam etmişlerdir. Camilerde Halk Partisi aleyhine yürütülen vaazlara müdahale edilmemiş, DP adına ilan edilen ve radyo ile yayınlanan mevlitler, propaganda aracı olarak kullanılmıştır. 1950’de yapılan bir değişiklikle din dersleri, yine isteğe bağlı olmakla birlikte eğitim programının bir parçası haline gelmiştir. Birçok ilde imam-hatip okulları açılmış, ortaokulların ilk iki senelik programına din dersleri de eklenmiştir.
24 Temmuz 1953’te kişisel ve siyasal çıkar sağlamak amacıyla dini ve dince kutsal sayılan şeyleri alet ederek propaganda yapan veya telkinde bulunan kişilere ve derneklere cezai yaptırımları düzenleyen bir yasa kabul edilmişse de Türkiye’de dinin siyasetteki etkisi 1960’dan sonra da artarak devam etmiştir. 1961 Anayasası din özgürlüğünü ayrıntılı biçimde düzenlemiş; eğitim, ibadet ve dini inancını açıklamaktan kaçınmayla ilgili haklar açıkça belirtilmiştir. Anayasanın getirdiği özgürlük ortamında siyasal yaşam da hareketlenmiş, dini dernek sayısı hızla artmıştır. 1970’de Prof. Necmettin Erbakan bir kısım Nurcu ve Nakşibendi çevrelerin desteği ile Milli Nizam Partisini (MNP) kurmuş; ancak bu parti, 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonra “laikliğe aykırı eylemleri” nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Bunun üzerine, 1972’de MNP’nin devamı niteliğinde Milli Selamet Partisi (MSP) kurulmuştur. MSP güçlü Nakşibendilerin örgütsel desteğini de arkasına almayı başarmıştır. 1973 seçimlerinden birinci parti olarak çıkan CHP, Ecevit’in Başbakanlığında MSP ile koalisyon hükümeti oluşturmuştur. Böylece din eksenli bir parti, CHP ile koalisyon ortaklığı sayesinde meşruiyetini pekiştirmiştir. Şerif Mardin’in ifadesiyle,[4] “Erbakan’ın politikası, politikayı şekillendirmek değil, devlet kurumlarına sızmak için bir araç rolü oynamak, bakanlıklarda taraftar yaratmaktı.”
12 Eylül 1980 sonrası laiklik karşıtı akımların gelişmesi
İslamcı laiklik karşıtı akımlar, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, cumhuriyet tarihinde eşine rastlanmamış bir gelişme göstermiş, siyasal gündemin temel sorunlarından biri haline gelmiştir. Metin Heper bu süreci şöyle açıklamaktadır:[5] “1980 müdahalecileri, dinin bir ahlak sistemi ve toplumsal dayanışma bağı olduğunu kabul ettiler. Dinin toplumsal ve siyasal yaşamdaki kutuplaşmaya karşı bir panzehir olabileceğini düşündüler. Ayrıca dini gerekçeleri Türkiye’yi modernleştirme çabalarında kullandılar. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, halka seslenişlerinde Kur’an ayetlerinden alıntılar yaptı.”
Askeri yönetim tarafından hazırlanan 1982 Anayasası’nda, bu doğrultuda “Din ve Vicdan Hürriyeti” başlığı altında din eğitimine yer verilmiştir. Anayasanın 24. maddesi “din kültürü ve ahlak öğretiminin” ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağını açıkça belirtmiştir. Askeri yönetimin kurulmasına ve 1983 seçimlerine katılmasına izin verdiği Özal’ın Anavatan (ANAP) partisiyle, din yeniden siyasal alana taşınmıştır. ANAP, Nakşibendi ve Süleymancı tarikatlarıyla Nurcu grupların desteğini almayı başarmış; onların siyasal etkinlik alanlarını daha da genişletmiştir. Böylece 1925’te yasaklanan tarikatlar için altın çağ başlamış; tarikat üyeleri partilerde, kamu yönetiminde, iş ve finans dünyasına kadar toplumun her kademesinde yer almaya başlamışlardır. 1983 seçimleri sonrası demokratik yaşama geçilmesiyle birlikte, siyasi yasağı bulunan Erbakan’ın yerine arkadaşları Refah Partisini (RP) kurmuşlar ve kitleleri yanlarına çekmeye yönelmişlerdir.
İslami kesimleri kamusal alana taşımaya çalışan RP, 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasal İslam’ın önde gelen kurumsal temsilcisi olmuştur. RP en büyük başarıyı 1994 yerel seçimlerinde göstermiş, İstanbul ve Ankara’da Büyükşehir Belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Bu seçimle %25,6 oy ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, o tarihten itibaren Türk siyasal yaşamında önemli bir aktör olarak yer almaya başlamıştır. Refah Partisi, yerel örgütlenmesini tarikat ve cemaatlerle işbirliği içinde yürütmüştür. 1990’lı yıllar İslamcı kesimin ekonomik hayatta ve medyada da gücünü arttırdığı dönemdir. İslamcı işadamları 1990’da Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği (MÜSİAD) çatısı altında örgütlenmişler, sendikacılar da Hak-İş Konfederasyonunu kurmuşlardır.
1970’lerin başında Nur cemaatinden ayrılan Fethullah Gülen ve cemaati, diğerlerinden farklı olarak, tutucu İslamcı değil, pragmatik ve muhafazakar bir hareket izlenimi vermeye çalışmıştır (Mahalli, 2019: 201). Gülen Hareketi, 1995 yılından itibaren kamuoyunda görünürlüğünü ve etkinliğini artırmaya başlamıştır. Gazeteci yazar Osman Ulagay’a göre, Gülen hareketi Türkiye’de devletin ve iktidarın zor ve şiddet kullanmadan, hep meşruiyet sınırları içinde kalan sabırlı bir çalışmayla ele geçirilmesini; ele geçirilemeyen kurumların ve iktidar odaklarının ise itibarsızlaştırılarak gözden düşürülmesini istiyordu. Hareketin devlette ve eğitim kurumlarında kadrolaşması ise sır değildi.[6]
RP’li yöneticilerin tutumları, özellikle belediyelerin irticai faaliyetleri destekleyen uygulamaları orduyu rahatsız etmiş; konu 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında gündeme getirilmiştir. RP, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açtığı dava sonucu, “laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri” nedeniyle 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmış, 1997’de yerine kurulan Fazilet Partisi (FP) de 2001’de benzeri bir son ile karşılaşmıştır. Partinin 14 Mayıs 2000 tarihinde yapılan son kongresi, siyasal İslamcıları ciddi bir yol ayrımına getirmiş ve bölünmeye zemin hazırlamıştır. 2001’de Erbakan’ın desteklediği Recai Kutan Saadet Partisini (SP), “yenilikçi” denilen kanat ise Adalet ve Kalkınma Partisini (AKP) kurmuşlardır. Erdoğan’ın başbakan olduğu AKP’nin iktidarında, dinin siyasallaşması yönündeki faaliyetler zirveye erişmiştir. Başbakanın yer aldığı kamu açılışlarında dini törenler yapıldığı, kamu kaynaklarının tarikat ve cemaatlerle paylaşıldığı, devlet kadrolarına cemaat mensuplarının yerleştirildiği bir süreç başlamıştır. (MGK), 24 Ağustos 2004’te yaptığı toplantıda “Türkiye’de Nurculuk Faaliyetleri ve Fethullah Gülen” konusunu gündeme getirmiş, Gülen’in faaliyetlerine karşı bir eylem planı hazırlanması hükümete tavsiye edilmiş; ancak dosya rafa kaldırılmıştır.
AKP ile laiklik karşıtlığının devlete egemen olması
Gülen Cemaati mensupları 2005’ten sonra yargı, polis teşkilatı ve ordu başta olmak üzere bürokraside daha fazla yer almaya başlamışlardır. AKP yöneticileri Cemaat’e yakınlıklarını gizlememiş, katıldıkları etkinliklerde Gülen ve hareketine övgüler düzmüşlerdir. AKP’nin Cemaat’e desteği o boyutlara varmıştır ki Erdoğan yıllar sonra, “Ne istediler de vermedik?” sözünü sarf etmiştir.[7] Ancak 2004’teki görev ihmali, yıllar sonra, 15 Temmuz 2016’da Türkiye’nin bir darbe girişimiyle karşılaşmasına neden olacaktır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, laiklik ilkesine aykırı uygulamaları nedeniyle, AKP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açmıştır. Mahkeme davayı 2008 yılında karara bağlamış ve partiyi kapatmamış; ancak, AKP’nin “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı haline geldiğine” hükmetmiştir.
Cemaat’in etkili olduğu bazı yörelerde dinsel kimlik yurttaşlar üzerinde toplumsal baskı yaratır hale gelmiştir. İktidarın da desteği ile yönetimde yeteri kadar güçlendiğini düşünen Cemaat, 15 Temmuz 2016’da Erdoğan ve AKP iktidarına yönelik bu darbe girişiminde bulunmuştur. Görüldüğü gibi, demokrasinin temel dayanaklarından biri olan laiklik ciddi tehdit altındadır. Ancak, son yıllarda yapılan bazı çalışmalar, dinin Türk toplumunda oynadığı önemli role ve dindarlığın artmasına rağmen, Türkiye’de şeriat özleminin olmadığını, devlet düzeninin laik ilkelerden uzaklaşmayacağını ortaya koymaktadır.[8]
*Mehmet KABASAKAL
Siyaset Bilimi, Dr.,
mehmet.kabasakal@okan.edu.tr
[1]Kongar, Emre (2017) Demokrasi ve Laiklik, Özgürlüğün İki Temel Koşulu, 11. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, s.20 ve 141.
[2]Sarıbay, Ali Yaşar (2004) Global Toplumda Din ve Türkiye, İstanbul: Everest Yayınları, s.58.
[3]Ahmad, Feroz (1996) Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), 2.Basım, Türkçesi: Ahmet Fethi, İstanbul: Hil Yayın, s.462.
[4]Mardin, Şerif (2003) “Kültür ve Din,” Türkiye Günlüğü, Çeviren:Gülşat Aygen Tosun, (72): 5-21, s.13.
[5]Heper,Metin (2006), Türkiye Sözlüğü: Siyaset, Toplum Ve Kültür, Doğu Batı Yayınları, Ankara, s.349.
[6]Ulagay, Osman (2012) Türkiye Kime Kalacak, Başbakan’ın yazdırdığı kitap, İstanbul: Doğan Kitap, s.51-52.
[7]Bursalı, Orhan (2014) Çatışmanın Anatomisi, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, s.293.
[8]Çarkoğlu, Ali ve Toprak, Binnaz (2006) Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, İstanbul: TESEV Yayınlarıi s.75.