Ülkemizde yaşanan gelişmeleri doğru okuyabilen bireyler, uzun bir süreçten bu yana yaşananları değrlendirirken giderek otoriterleşen bir yapının egemen olmaya başladığını anlamakta güçlük çekmiyor. Otoriter yapılar için sonraki hedef totaliterizme ulaşmak olduğuna göre, geleceği biçimlendirme iddiası içinde olan her iki yan için de mücadele kaçınılmaz oluyor.
Bugün, barolardan başlayarak diğer meslek odalarına da yaygınlaştırılacağı anlaşılan müdahaleler, otoriterleşme çabalarından bizlere düşen paydır. Bizim mücadelemiz de, giderek ağırlaşan koşullar karşısında hukuk devleti idealine ulaşma mücadelesini bir demokrasi hedefi olarak tanımlamaktır. Biliyoruz; demokrasimizi istiyorlar. Vermeyeceğiz. Bunu anlatırken iyiliğimizi istediklerini ifade ediyorlar. Vermeyeceğiz.
Adına “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen yeni rejimin bizi getirdiği son nokta, demokrasi içeriğinin temel harcı konumundaki “kuvvetler ayrılığının” yok edilmesidir. Aslında, daha rejim değişikliği gerçekleşmeden başlatılan bu çalışma, özellikle de yargı erki üzerinde sistemli bir biçimde uygulanmakta idi. Yürütmenin yargı üzerindeki baskısını önce FETÖ eliyle sağlayan iktidar, 15 Temmuz 2016 sonrasında, “yapıyı sabit tutarak” kişileri değiştirmek suretiyle devam ettirmişti. Aslında bu çaba, otoriterleşmenin ilk koşuludur. Yürütmenin yargı üzerindeki baskısı sağlanırsa, hukuksuzluk yargı eliyle meşrulaşacaktır. Yurttaşlara hukuksuzluğu “mahkeme kararı” ile sunan Ergenekon, Balyoz vb. dava süreçlerindeki stratejinin devamı sağlanırsa, otoriterleşme de sağlanmış olacaktır.
Siyaset ve Yargı
Bu temel planlama üzerinden hareketle HSK ve Bakanlık eliyle yargıya format atıldığına tanık olduk. 15 Temmuz 2016 tarihinde yaklaşık 7500 olan ve 4500’ü de FETÖ’den ihraç edilen hakim ve savcı sayısının bugün 22.000’ler düzeyinde olduğu düşünülürse, yapının nasıl da yeni formatlara uygun olduğu anlaşılacaktır. Hakim savcı alımlarında mülakat sisteminin taşıdığı kuşkular, şeffaflığa davete icabet edilmemesi, giderek yazılıdan 70 alma zorunluluğunun bile kaldırılması, kuşkuların haklılığının kanıtlarıydı. Daha da ötesinde iktidar partisinde görev yapmış kişilerin ve belli cemaat mensuplarının “özel olarak tercih edilmesi”, bu yönde yayınlanan listelerin varlığı, siyasal etkileşime açık bir yargının hedef olarak belirlendiğini gösteriyordu.
Bu sonucun, yargıç/savcı kıdem ortalamasını 2.8’e kadar düşürmüş olmasının ortaya çıkardığı “deneyimsizlik” olgusunun ötesinde bir sonuç doğurduğunu kısa sürede tespit edebilmek zor olmadı. Giderek özellikle de siyasal özlü davalarda bu hedefe ulaşılmasındaki amaç da şekillendi.
Tam da bu aşamada hedefe doğru FETÖ tarafından kurgulanan yargısal yapının mekanizmalarının da kullanıldığına tanık olduk. Özellikle Sulh Ceza Hakimliklerinin otomatik tutuklama müessesesine dönüşmesi, gözaltıların gözdağından da ötede tutuklama ile sonuçlanan “burun sürtmelerine” varması, sistemin işlerliğini sağlayan araçlar oldu.
Savunma hakkının tahribi ve Baroların hedef haline gelmesi
15 Temmuz 2016 ile başlayan süreçte, ilan edilen OHAL gücü ile şekillenen KHK’ların giderek FETÖ ile mücadeleyi de aşan bir boyutta seyretmesi ve giderek tüm muhalif kesimlere yönelmesi, ne kadar otoriterleşme ürünü olursa olsun, içinde özellikle de savunma hakkını kısıtlayan pek çok uygulamayı başlatmış olması bakımından da irdelenmelidir. Çok büyük bir bölümü daha sonra yasalaşan bu uygulamaların ortaya çıkardığı en temel ve somut durum, yargı alanında yaşananlara dair tek karşı duruşu gösteren avukatların işlevinin de sınırlandırılmasıydı. Giderek artan ölçüde sergilenen “mesleğin itibarsızlaştırılmasına” yönelik çabalar, işlevin de kısıtlanması ile sonuçlanınca, savunmanın bir şekli unsura dönüştürülmesinin de stratejinin taktik mücadelesi olduğu ortaya çıkmış oldu.
Yargı içinde yaşanan bu gerçekliklerin kamuoyuna avukatlar eliyle duyurulmuş olması ve giderek yurttaşlar nezdinde yargıya güvenin yüzde 30’lara kadar düşmüş olması, Baroları hedef konumuna getirdi. Yargı içinde hakim ve savcılara atılan formatın benzerinin şimdi de avukatlara ve onların örgütlü gücü olan barolara atılması zamanı gelmişti.
Sorun bununla da sınırlı değildi. Barolar eliyle yapılmakta olan insan hakları mücadelesi, iktidarı rahatsız etmekteydi. Otoriterleşmenin en belirgin göstergesi konumunda bulunan hak ihlalleri çoğaldıkça, Barolar daha çok ses çıkarıyor ve ihlallerin üzerine gidiyordu. Yasanın Barolara verdiği “insan haklarını koruma ve işlerlik kazandırma” görevinin yerine getirilmesinin doğurduğu rahatsızlık, özü itibariyle sistemli biçimde yürütülmekte olan stratejinin alenileşmesinden kaynaklanıyordu. İfade özgürlüğü ile onun bir türevi olan basın özgürlüğünün geldiği noktada yapılan müdahalelerimiz, amaca ulaşılmasındaki engeller olarak nitelendirilmekte idi.
Bu çabalarımızı sergilerken Avukatlık Yasasından aldığımız yetkinin, “siyaset yapmak” olarak sunulması da benzeri bir çaresizliğin uzantısıydı. Oysa Edirne’den çıktığınızda iktidarların siyaset alanını genişletmeleri övünç vesilesi sayılıyordu. Suç oluştururmuş gibi, siyaset yapmakla suçlanmak da, hak ihlallerinin manipülasyonundan başka bir şey değildi.
Tam bu nedenlerle ve bu gelişim çizgisinin amacının sonucu olarak Baroların bölünmesine karar verildi. Yargı görevi yapan üç bileşenden biri konumundaki savunmanın örgütlü gücü, susturulup sindirilirse, etkisizleştirilip engellenirse, otoriterleşme stratejisi öylece menzile varabilirdi.
Çoklu Baro sistemine geçişi, objektif yaklaşımlarla ve içtenlikle savunabilecek bir hukukçu olamazdı. Getirilen bütün eleştirilerin yanıtları ve çözümleri olmasına karşın, bunların hiçbirisine itibar edilmedi. Baroların tümünün – istisnasız tümünün – bu tasarı karşısındaki dik duruşlarına, avukatların uyarılarına, Başkanların eylemlerine ve kamuoyunun bu eylemlere verdiği desteğe rağmen çoklu baro yasalaştı. Yasa yapma gücünü, demokratik kitle örgütü üzerinde bir silah gibi kullanan iktidar, kendi karşıtlığını antidemokratik bir uygulama ile pekiştirmiş oluyordu.
Şimdi sanılıyor ki, Barolar etkisizleşecek… İnsan Hakları ihlalleri karşısında aynı kentin iki barosundan farklı sesler çıkarsa, kamuoyu da manipüle edilebilecek… Sanılıyor ki, örneğin İstanbul Sözleşmesi konuşulduğunda farklılaşırsa Barolar, sözleşmeyi yırtıp atabilmek olası olacak..
12 Eylül 1980 darbecileri, darbeden kısa bir süre sonra İstanbul Barosunun kapısına mühür vurmuşlardı. Darbe hukukunu yaratabilmek için avukatların susturulmasına dair bir tarihsel doğrunun gereğini yerine getirmişlerdi. İstanbul Barosunun o dönemdeki Başkanı Av. Orhan Adli Apaydın’ı da tutuklayıp, hapse atmışlardı.
Ama öykü hiç de darbecilerin istediği gibi bitmedi. Avukatlar, söküp attılar o mührü ve kapattırmadılar Barolarını… Gerçi bu uğurda Başkanları Av. Apaydın’ı yitirdiler ama o günden sonra kendileri için demokrasi mücadelesi verilmesi gereken zamanlarda sessiz kalırlarsa, susarlarsa, sinerlerse eğer, Orhan Apaydın’a borçlu kalacaklarını düşündüler.
Avukatlar için oluşan bu genetik kod, geleceğin de belirleyicisi oldu. Aynı inançla yıllar boyunca süren mücadelenin bu aşamasında da şimdi aynı genetik kodla mücadele ediyoruz. İnanıyoruz ki, hukuksuzluk geleceğe taşınamaz. Taşınamayacak.
“Cehennemin en karanlık yerleri kriz zamanlarında sessiz kalanlara ayrılmıştır”
Bu yazıda otoriterizmden totaliterizme geçiş sürecinin yargı ayağındaki gelişim süreci özetlenmiştir. Uğruna kitap yazılacak denli genişlikte irdelenecek daha pek çok olgudan söz edilebilmesi de olasıdır. Hatta bu nedenle bu yazıdaki anlatımların eksikliğinden de söz edilebilir. Ama Barolar nezdinde çoklu baro sisteminin yeğlenmesindeki temel strateji, başka meslek odalarının mutlaka değerlendirmelerini gereksindiren bir gelişim sürecini ifade etmektedir. Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Odalarının çokluğundan devşirilecek sonuçların, pekiştirilmeye çalışılan bir sistem inatlaşması olacağı açıktır. Totaliter rejimlerin en temel özelliğinin “muhalefet yokluğu” olduğu düşünülürse, mevcut kurumsallıkların “yandaş yaklaşımlarla” açılması, diğerlerinin daha sonra kapatılmalarını kolaylaştıracaktır. Kısaca herkes, – yazının başında değinilen – kendi payını alacaktır.
Dante; “cehennemin en karanlık yerleri kriz zamanlarında sessiz kalanlara ayrılmıştır” diyor.
Uğrunda mücadele edilmesi gereken demokrasi için direnenler kazanacaktır.
Aksi takdirde, o İngiliz atasözündeki gibi; Kilise karanlık, papaz kör cemaat sağır, bağır babam bağır….
*Mehmet DURAKOĞLU
İstanbul Barosu Başkanı
mehmetdurakoglu@istanbulbarosu.org.tr