Türkiye, anayasa değişikliğini oylamak için referanduma gidiyor. 16 Nisan’da halk sandıklarda tercihini belirleyecek. Bütün süreçleri anti demokratik olan anayasa değişikliği için halk daha şimdiden baskı altına alınmış durumda. “Hayır” yönünde görüş açıklayan ya da bu doğrultuda çalışma yürütenler vatan haini ilan ediliyor. Tabii ki halkın vicdanında değil, varlığını ve iktidarının devamını bu anayasada gören, ülkeyi yöneten bir azınlık çevresince!
Halkı ayrıştırmanın, yalan ve demagojinin ortaklığı üzerinde yükselen anayasa
Toplumda hayli sıkışmışlık ve huzursuzluk var. Bu tabloda, payın çok olan tarafı ve esas sorumluluk siyasi iktidarda. 15 yıla varan bir yönetim tarzı -başkaca suçları bir tarafa- toplumu adeta ikiye bölmüş durumda. İktidar partisini ve liderini sevenler ve sevmeyenler olarak halk bir taraf olmaya zorlanmış. Zorlanmış; çünkü sadece politik söylem ve vaatlerin etkisinin ötesinde tehdit, baskı ve şantajın da bunda payı var desek yalan söylemiş olmayız. 7 Haziran sonrası tek başına iktidar olamamanın ve başkanlığı kazanamamanın ardından, 1 Kasım seçimlerindeki “başarı” tam da “biz olmazsak tufan olur” mealinden tehditlerle kaybedilen oyların geri alınmasıyla elde edilmiştir. Seçim öncesi 10 Ekim Ankara katliamı gibi saldırıların kendilerine başarı getirdiğinin, Davutoğlu tarafından çekinmeden ilan edildiği unutulmamıştır. Bu tehdidin iş yaptığını gördüklerinden olsa gerek, şimdi referandum öncesi de benzer söylem Kurtulmuş tarafından yapılmakta: “Biz gelirsek-Başkanlık olursa- terör biter”! Bu köşeye sıkışmışlık ve açmaz halleri; halka dayattıkları anayasa değişikliğinin doğru düzgün dayanağının olmayışının ilanı adeta.
Cumhurbaşkanı ve AKP çevresinin aslında tek gerekçesi var; “bu şekilde ülkeyi daha kolay yöneteceğiz.” Tabii halka döndüklerinde böyle düzlemesine konuşmuyorlar. Hızlı icraat, güçlü yönetim, başarılı hizmet, siyasi istikrar, bürokratik vesayete son, vs türünden parlak sözler söylüyorlar. Bunun için ülke bir şirket gibi yönetilmeli. Öyle meclis denetimi, yargı kontrolü, veto, bütçe hakkı, vb. bunlar artık demode olmuş mekanizmalardır. Demokrasi bu değildir. Şimdiki “ihtiyaca” göre demokrasi; “milletin seçtiği” Cumhurbaşkanının millet adına her türlü yetkiyi, güçlü ve tek başına aynı zamanda bir parti başkanı olarak kullanması ve bunun üstünde başkaca kuvvet tanınmayışıdır. İsterse bu yetkiyi tanıyan “Anayasa” ve bu yetkileri kullanacak “Cumhurbaşkanı” %50 +1 oyla seçilmiş olsun! Bunun insanlık tarihindeki, hukuk kürsülerindeki ve kitaptaki adı faşizm olsa da “çoğunluk” karar verdikten sonra meşruiyet kazanılmıştır. Nokta.
Fiilen bu gücü ve yetkileri kullandığını söylemekten çekinmeyen Cumhurbaşkanı, ne de olsa işi kitaba, sözde hukuka uydurmak ihtiyacı hissediyor. Ne de olsa böylelikle milletin verdiği yetkiyi tepe tepe kullanmış olacak. Ama aranan bu meşruiyete halel getiren bir “küçük” eksiği var. Özgürlük! Evet özgür olmayan bir ortamda özgürlüklerden söz eden bir anayasa yapmak gibi bir garabetle karşı karşıyayız. OHAL’de referandum yaptırmayız diye utangaçça konuşulurken şimdi yüksek sesle darbeciler, teröristler, güvenlik gibi gerekçeler üretilerek OHAL’de referanduma gidiyorlar. Oysa OHAL ilanında örnek olarak başvurdukları Fransa’nın Anayasasında açıkça OHAL’de referandum yapılamaz diyordu! Ne olacak canım! Türk tipi anayasaya Türk işi referandum. Bunu da yaptım oldu bitti! Millet destek verdikten sonra neler olmazdı ki?
Büyük tasfiye ve teslim alma operasyonu; tek parti tek adam yönetimi
Her şeyi “tek”likte arayan muktedir söylem, farklı öneri ve saptamaları kolaylıkla haince buluveriyor ve “bedel ödetmekten” zerrece çekinmiyor. Bunun sadece söylemde kalmadığını, ilan edilen OHAL kararnamelerinde ve mahkeme kararlarında örneklerini çok yoğun görmekteyiz. Tarihimizde görülmedik boyutta bir tasfiye 15 Temmuz sonrası devreye koyuldu. Binlerce kamu çalışanı, eğitimci, akademisyen, gazeteci ve değişik unvan, meslek sahibi işinden oldu; cezaevlerini tanıdı; pasaportlarına ve mal varlıklarına el konuldu; ailecek cezalandırıldı. Böylelikle bütün topluma bir ders verildi: “Benden olmaz, benim gibi düşünmezseniz terörist, terör dayanakçısı, propagandacısı ilan ediliverirsiniz”. Öyle ki demokratik siyaset yapmak üzere parlamentoya gelmiş; her vesile ile savaşa, şiddete, teröre karşı olduğunu açıklamış HDP’li vekilleri meclis kürsüsünden söylediklerinden dolayı, anayasaya aykırı şekilde terör örgütü üyeliğinden ya da propagandasından tutuklanmış durumdalar.
Meclisin 3. partisi yok sayılarak, oylarına dahi ihtiyaç duymadan geçirilmiş; uzlaşmayı, toplumsal kavilleşmeyi hiçe sayan despotik bir anlayışın ürünü olarak hazırlanmış bir anayasa ile karşı karşıyayız. Aslında bütün bunlar nasıl bir yönetim ve ülke geleceğiyle karşılaşacağımızın ipuçlarını da sunmakta: halka rağmen halkı yönetme hakkını kendinde gören bir azınlık diktası; olacağı haliyle yardımcılarını, bakanları, vekilleri, yargıçları, bürokratları belirleyen ve atayan, partili cumhurbaşkanı unvanlı bir diktatör; demokrasinin kırıntısının olmayacağı bir tek adam tek parti rejimi. “Sistem miydi, rejim miydi” tartışmasının ciddiyeti bu tablo karşısında ne anlam ifade ediyor; bu, okuyucunun takdirine kalmış bir durum.
Tarihi görevi başarmaya mahkumuz
İşimizin ne denli zor olduğu yadsınamayacak boyutta. Her ne kadar “Hayır” tercihinin daha önde olduğuna dair anket sonuçları ve mahalli bilgiler Cumhurbaşkanı ve anayasa savunucularını telaşa sürüklüyor olsa da, bu eşitsiz koşullarda ve de devlet baskısının yoğun uygulanacağı açık olan bu anti demokratik ortamda önümüzdeki günlerde bu tablonun değişmesi için ellerinden geleni yapacakları ortadadır. Ancak yaşanabilecek bütün olumsuzluklara rağmen ülkemizin emek ve demokrasi güçleri ve sol kamuoyu bu Anayasa referandumunun hak ettiği öneme uygun bir çalışma ve azimle; bize, ülkemiz insanının hasletlerine, mayasına uygun olmayan bu anayasanın geçmemesi için varını yoğunu ortaya koyacak ve başaracaktır.
Şimdi bilimdeki adı “öğrenilmiş çaresizlik” denilen yani ne yapsak nafile, bir şey değişmez diye özetlenebilecek yaklaşımlara teslim olmamak, bütün pragmatizmine rağmen hayli köşeye sıkışmış ve bunun faturasını halka ödetmekte olan AKP iktidarının artık böyle sürdürülemeyeceğini görmek ve göstermek göreviyle karşı karşıyayız. Bu tarihi oylamayı tarihi bir hesaplaşmaya dönüştürmek; bölgemizdeki kanlı hesaplaşmaların parçası olmamak; ülkemiz halklarının eşit haklara dayalı ortak yaşamını yeniden inşa etmek; laik değerler ve inanç özgürlüğü üstünde tepinenlere “dur” demek; yaşam tercihlerine müdahalelere son vererek cinsiyetçi yaklaşımları etkisiz kılmak; çalışma hayatındaki emek ve sendika haklarına saldırılara, doğal hayatın tahribatına engel olmak bizlerin ellerindedir.
Bütün bunlar için, bir mücadele birliği ve halk örgütlenmesi üzerinde yükselecek her düzeyde meclisler eliyle halk iktidarı tesisi için bir yol açmak bizlerin, özcesi demokratik muhalefet güçlerinin önündeki en değerli görevdir. Bu görevi layıkıyla başarma şansına ve başarısına mahkumuz.
*Levent TÜZEL
Emek Partisi MYK Üyesi
ltuzel@gmail.com