Salon_de_Madame_Geoffrin

Korhan Şengün – Aydınlanmadan Uzaklaşan Cumhuriyet

İnsan aklı gelmiş geçmiş tüm zamanlarda özgürlüğünün peşindedir. İnsan aklı özgürleşmezse insan özgürleşemez. aklın özgürleşmesi insanın da insanlığın da en büyük mücadelesidir; en büyük devrimidir. Mücadele sürmektedir; kesintisiz devrimlerdir bu mücadeleler…

İnsan aklının özgürleşmesi mücadelesine aydınlanma mücadelesi, aydınlanma süreci, aydınlanma devrimi demek mümkündür. Aydınlanma mücadelesini, 18., 17., 16.yüzyıllarla, Rönesans ile Reform hareketleri ile sınırlamak mümkün değildir. Evet bu zaman kesitlerine, insan aklının özgürleşme mücadelesinde dönemlerine göre öne çıkan aydınların, düşünürlerin damgası vurulmuştur. Diderot, Hume, Locke, Voltaire, Rousseau, Montesquieu, Descartes, Kant gibi isimleri çok daha fazla genişleterek bir düşünür ve sanatçı listesi çıkarılabilir. Ancak aydınlanma süreci insanlığın kendi için yaptığı en büyük mücadeledir. Aynı zamanda da, fanatik din adamlarına ve monarklara karşı yapılan muazzam bir cesaret denemesidir.

Ama insan en sonunda daima özgürlüğünü arar. Her çağda bu arayışlar vardır; insane, aklını ve kendini daima özgürleştirme uğraşı içindedir. Bu nedenle “aydınlanma” kavramı ne modernizm ile ne de batılılaşma süreçleri ile açıklanabilir. Doğrudur; öne çıkan düşünürler çoğunlukla batı kökenlidir, ancak kavga ve fikirler artık tüm insanlığındır.

Eski Yunan düşüncesinde de aydınlanmanın izlerini sürmek mümkündür.  Sofistler, M.Ö.V. ve IV. yüzyıllarda ortaya çıkmışlar; düşüncelerinin merkezine insanı koymuşlardır. Bu hareket, dinsel inançlar üzerinden temellenen Yunan düşüncesine karşı aklı öne çıkarmış, akıl ve mantık kavramlarını inanç kavramının önüne koymuştur. Elbette her inanç akıl karşısında sorgulanır hale gelir. Bu nedenle inanca dayalı akımlar sürekli akılla kavranamayacak şeyler olduğunu ileri sürerler; inanmak esastır, “vardır bir hikmet”, akıl anlayamaz derler. Aslında “hikmet akıldadır”. İnancı bulacak da, sınayacak da akıldır. Evet aydınlanma ilkçağda ve her çağdadır. Çağımızda da aydınlanma düşüncesini eski bir düşünce gibi eleştiren her felsefi akım aydınlanmanın türevlerindendir ve tamamen aydınlanmanın etkisi altında kalır. Çünkü aydınlanma belli çağlarda öne çıkmış bir felsefi eğilim değildir, yukarıda belirttiğimiz gibi, insan aklının özgürleşmesi mücadelesinin sonucudur. Bugün de vardır ve hep olacaktır.

Çünkü aydınlanmacı eğilim yöntemlere, ilkelere dayanır.

—Akılcılığa dayanır…

Felsefi akılcılıktan söz etmeyip günlük ve sosyal-siyasi yaşamdaki  akılcılıktan söz edeceksek; her şeyin, düşüncenin, inancın, geleneğin akıl ve mantık süzgeçlerinden geçmesi, sınanması, sorgulanması demektir. Kesinlikle önyargıdan, tutuculuktan, fanatizmden uzak kalmak demektir. Akıl gelişir, artar. İnsanların kendi aklını tanıması kendini tanımasıdır.

—Reel din eleştirisine dayanır…

Aydınlanma düşünürleri doğrudan reel ve hakim din anlayışı ile mücadele etmişlerdir. Tüm bu süreçler, düşünce özgürlüğünü ve laikliği ortaya çıkartmıştır. Aynı zamanda metafizik eleştirisi de gelişmiştir. Aydınlanmanın rehberi bilimdir, yanlış olabilme ön kabulünü taşıyan düşünce bilimsel düşüncedir. Dinsel fikirler ya da metafizik eğilimler yanlış olabilme ön kabulünü taşımazlar. Mutlak doğru temsilcisi olarak dolaşırlar. Bu bakımdan bu alanda yoğun mücadeleler edilmiştir; edilmektedir.

—İlerlemecilik fikrine dayanır…

Son dönemlerde Aydınlanma düşüncesinin en çok eleştiri aldığı alan prensibi budur. Uygarlaşma sürecinin sıkıntıları, toplumsal uyumsuzluklar noktasından ilerlemecilik uygulamalarının Jakoben bir yönteme dayandığı ve bunun yerel sıkıntılar yarattığı ifade edilir. Bu eleştirilerin çoğu kapitalizmin sorunlarından kaynaklanır. Ancak ilerleme kavramı, insanlığın monarkların ve her türlü dinsel fanatizmin tahakkümünden kurtulması, bilimsel düşüncenin esas alınması, insanlığın erdemli özgür ve eşitlik idealleri doğrutusunda barışçıl ilerlemesini esas alır.

Aslında aydınlanmanın en ünlü düşünürü Kant’tan söz etmek gerekli olabilir. Kant, “aydınlanma”yı,

“….insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.
Sapare Aude! “Bilmeye cesaret et!” sözü, şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes), tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü….” diyerek anlatmaktadır. Aydınlanmayı anlatmak ve anlamak Kant’a göre bu kadar nettir.

Aslında aydınlanma düşüncesinin yansımasını aynı zamanda siyasi sistemde ve devlet yapılarında da gözlemleriz. En yakıcı mesele de budur. Aydınlanmanın hakimiyeti daima -bir iki istisna hariç- devlet şeklinin cumhuriyet olması ile gözlemlenir. Demokratikleşme süreçleri ile gözlemlenir.

Ülkemiz için de son derece güncel durum

Ülkemizde hakim olan kavramlarla konuşalım. Örneğin devlet aklı kavramı… Aydınlanma kavramı devlete uzanırsa devlet aklı kavramı ortaya çıkar. Aydınlanma uygulamalarından uzak sistemlerde, devlete kişiler veya gruplar hakim olur. Burada siyasileşmiş, ekonomik çıkar temelli çetelerin savaşı söz konusu olur. Cumhuriyet yozlaşır. Siyasi iktidar, bir siyasi partiden, dar bir oligarşinin eline, oradan da kişilerin eline geçer. Devlet aklından burada söz edilemez, çünkü aydınlanma prensiplerinden uzaklaşılmıştır, aydınlanma devrimi kesintiye uğramıştır.

Cumhuriyet Devleti, artık devlet aklı kavramından uzaklaşır, sadece kişinin aklından söz edilir, artık o kişi resmi ünvanı ile değil, muhtelif liderlik deyişleri ile belirginleşir, liderliğine feodal kavramlar eklenir. Devlet aklının olmadığı ülkelerde kişisel ve keyfi iktidarlar ülkeyi yönetir.

Siyasi yönden aydınlanma sürecini yaşamış toplumların kurduğu devletleri yönetenler kişiler değil devlet aklıdır, aslında devlet aklı kurumlarda belirginleşir, kurumlarla aktifleşir, kurumların gelenekleri ile de sistem oturur.

Aydınlanma prensiplerinin uygulaması olan devlet aklı kavramı, genellikle ulusal meclisler ve yargı kurumları ile şekillenir. Demokratik devletin en önemli iki kurumu vardır: yasama ve yargı. Yürütme bu iki kurumun gözetiminde, denetiminde olmalıdır. Ulusal meclisler ülke insanlarının iradelerinin kesintisiz bir şekilde yansımasıdır; ulusun ya da halkın iktidarının en önemli sembolüdür. Meclisler birer “devrim” kurumudur. Monarklara rağmen ve Monarkları tasfiye ederek kurulmuştur. Her ülkenin meclis tarihi yaklaşık olarak bu şekilde gerçekleşmiştir.

Aynı şekilde yargı da devrim kurumudur. İnsanlığın gelişimine parelel olarak “monark”a karşı yapılan mücadeleler ile kurulmuştur, gelişmiştir, bağımsızlığını elde etmiştir ve tek amacı adaleti tarafsız olarak sağlamaktır.

Meclis ve yargının uygulamaları, gelenekleri ile ülkenin demokratik olup olmaması belirlenir. Bu kurumların tarihsel gelişimlerine, sorunlarına değinilmesine gerek bulunmamakta, ülkemizdeki bu sorunlar fazlası ile bilinmektedir. Ülkemizde meclis ve yargı siyasi süreçlerden en fazla zarar gören kurumların başında geliyor, Cumhuriyetimiz çok gençtir, devlet çok gençtir. Çünkü, aydınlanma süreçleri geçmiş tarihlerde başlamış ancak bitmemiştir; hele imparatorluktan geçmiş ve ulıuslaşmasını geç yaşamış ülkelerde aydınlanmanın siyasi iktidar biçimine yansıması yaşamsaldır. Devletin aklı ülkeyi korur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti için geçmiş ve derin devlet gelenekleri olduğu ifade edilir. Örnek olarak Hun devlet geleneği, Göktürk devlet geleneği, Roma devlet geleneği, Selçuklu devlet geleneği, Fars devlet geleneği, Arap-İslam devlet geleneği, Osmanlı devlet geleneği gibi gelenekler sayılır ve devletimizin çok derin temelleri olduğu söylenir.

Ne yazık ki bu söylemler rahatlatıcı ama yanıltıcıdır. Bu sayılan gelenekler feodal dönemlerin gelenekleridir ve daima bir monarka dayanır. Bir Emir’ e, Sultan’a, İmparator’a, Padişah’a dayanan ve uluslaşma öncesi süreçlere dayanan devletlerdir. Pek de alınacak bir gelenek yoktur. Hele imparatorluk sonrası geç uluslaşmış bir süreci yaşayan ülkemizde hakim olan devlet geleneğinin geçmiş feodal geleneklere dayanması hiç mümkün değildir. Dayanmamalıdır da…

Kaldı ki Almanya ve İtalya gibi uluslaşması 19.yüzyılın sonlarına gelmiş iki devlette Faşizm süreçlerinin insanlığa ve kendi halklarına büyük belalar açması geç uluslaşma sürecinin sorunlarını algılamamız için önemlidir. Geç uluslaşma süreçlerinin  demokrasinin gelişimi ile ilişkilerine çok dikkat etmek gerekir; hele uluslaşma süreci bir de başlayan sınıfsal gerilimlerle karşılaştığında askeri darbelerle karşılaşmak uzak süreçler olmayacaktır. Olmamıştır.

İngiliz devrimi, Fransız devrimi, Amerikan devrimi bildiğimiz aydınlanma ilkelerinin zorlaması ve hakim olması ile oluşmuş devrimlerdir. Elbette yükselen burzuva sınıfının devrimlere liderlik etmesi gözlemlenecektir. Ancak sonrası da vardır. Yükselen sol hareketleri unutmamak gerekir. Batı geleneğini oluşturan bu devrimci geleneklerdir. Bu devrimler, dünyada demokratik cumhuriyet kurmak isteyen insanların doğrudan etkilendiği devrimlerdir.

Tüm bunların yanında ülkemizde de muazzam mücadeleler yapılmış; son olarak Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ile Atatürk’ün önderliğinde kurulan ve tamemen aydınlanma devriminin ideallerinde temellendirilen  Türkiye Cumhuriyeti’nin ne yazık ki aydınlanma ideallerinin eşliğinde yürümesi yavaşlamıştır.

Aydınlanma, Cumhuriyetimizden uzaklaşmaktadır. Bilimsel düşünce bir yana bırakılmış, eğitim kurumları sönmüş, dinsel düşünce ve kör milliyetçilik yayılmış, evrensel hümanizma kavramları unutulmuştur. Yeni aydın hareketleri gelmemektedir. Bunun gibi örnekler misli ile çoğaltılabilir.

Ülkemizde Meclisin etkisinin azaldığı, parlamenter sistemin bittiği ortadadır. Yargının olağanüstü sorunları olduğu açıktır. Ancak Türkiye “aydınlanma geleneğinde”, devlet çözüldü ise vatan esastır, ülke esastır. Osmanlı Devleti çözüldüğünde vatan kurtuluşu için Mustafa Kemal ve arkadaşları harekete geçti. Çünkü asıl olan ülkedir. Ülkenin kurtuluşu doğrultusunda yeni devlet kuruldu. Bu doğrultuda kurulan Cumhuriyet, aydınlanma kökenlidir ve sonuna kadar kuruluş ideallerini ilerleterek korumak esastır. Aydınlanmadan uzaklaşan Cumhuriyet’in kuruluş ideallerini yeniden egemen kılmak  için daha fazla mücadele edilmelidir. Unutulmamalıdır: Türkiye aydın hareketi, sorunlu olsa da geleneklerini sürdürmektedir.

Aydın hareketimiz;

Terakkicidir (ilerlemecidir); aksi halde monarşi sürerdi, Türkiye Cumhuriyeti tüm devrimleri ile birlikte aydın hareketinin “terakkici” yönünü göstermektedir.

Musavatcıdır (eşitlikcidir); yurttaşlık temelinde kurulmuş, kimseye hiçbir imtiyaz verilmemiş ve ağa, şeyh gibi hiyerarşi ifade eden sıfatlar kaldırılmıştır; esas olan “yurttaşlık” sıfatıdır.

İttihatçıdır (birlikçidir); asıl olan eşit yurttaşların birliğidir. Hiçbir zaman Türkiye aydını ayrılıkçı olmamıştır. Birlik içinde eşit ve özgür yurrtaşların refah içinde yaşadığı Cumhuriyet, Türkiye Cumhuriyeti idealidir.

İstiklalcidir (Bağımsızlıkçı, Özgürlükçüdür); ülkenin, devletin, Cumhuriyet’in, halkın bağımsızlığı ve özgürlüğü esastır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti tam bağımsızlık idealleri doğrultusunda kurulmuştur. Bu idealler hiçbir ülkeye düşmanlık taşımadan bir karakter olarak korunmalıdır.

Evet Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasasında “Devletin, Demokratik, Laik, Sosyal bir Hukuk devleti” olduğu yazmaktadır. Bu ilkeler tam da bu topraklarda yaşanan mücadelenin evrensel bir sentezle anayasamıza yansımış aydınlanma prensipleridir. Bu prensipleri tüm uygulaması ile korumak, yaşatmak ve ilerletmek hepimize düşen görevdir.

Eski bir deyişle, “bu görev boynumuzun borcudur…”

*Korhan ŞENGÜN
Avukat
korhansengun.av@gmail.com