Savaş yorgunu Avrupa kıtasının önce ekonomik işbirliği ile başladığı ve bir barış ve refah fikri olarak ilerleyen Avrupa projesi için önemli bir döneme tanıklık ediyoruz. Hayır, Türkiye’de Avrupa’yı ve cumhuriyet ülküsünü hiç anlamamış kesimlerin iddia ettiği gibi batmıyor Avrupa Birliği (AB) ama çoklu bir sınavdan geçiyor. Onlara, yıllar ötesinden Gazi Mustafa Kemal Atatürk bilgelikle anlatıyor Avrupa’nın ne olduğunu ve bizim oradaki yerimizi:
“Memleketler çeşitlidir fakat medeniyet birdir. Bir milletin ilerlemesi için de bu tek medeniyete ortak olması lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşü Batı’ya karşı elde ettiği başarılardan çok boş bir gururla kendisini Avrupa milletlerine bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz”
Atamızın bu sözleri bize Avrupa’nın meselelerine bir Avrupalı olarak bakmayı da işaret ediyor. Tersi Türkiye’nin son 15 yılına mal oldu; bu hatayı da tekrar etmemeliyiz.
Avrupa projesinde 15 yılda nelere tanıklık ettik?
Avrupa projesinin ilk olarak kömür ve çelik işbirliği ve barış ideali ile yola çıktığını hep hatırlamalı. Ekonomik nedenlerle bir araya gelen ülkelerin diğer alanlarda da işbirliğinin faydalarını görmeleri çok da uzun sürmedi. Demokrasinin tesisi ve ilerlemesi sosyo-ekonomik güçlenme ve istikrarı gerekli kılıyordu. Takip eden onyıllarda da küresel etkisi olan her gelişme Avrupa ülkelerini birbirine daha da yaklaştıran bir etki yarattı. İnsanlık tarihinin en büyük barış projelerinden biri olarak nitelendirilen ABi, bugün artık sadece bir işbirliği, dayanışma birliği olmanın ötesinde pek çok işlevi olan bir proje. Bunun yanında bir “birleşik devlet” ya da “federal yapı” olmayı da henüz başaramamış kendine has bir yapı.
Ortak para birimi Euro’ya geçmeyi başarmasının ardından son 15 yıllık dönemde üst üste yaşanan gelişmeleri hatırlamak bugün AB’nin içinde bulunduğu tartışmaları anlamak için önemli. Bu konuları kronolojik olarak şu şekilde sıralamak mümkündür:
- 2004 yılında Fransa ve Hollanda’da AB anayasasına referandumda hayır oylarının yüksek çıkması Avrupa Birliği’ni ve federal Avrupa fikrinin temellerini sarstı.
- Yine 2004 yılında gerçekleşen 10 üyelik genişleme süreciyle AB’nin üye ülke sayısı 15’den 25’e yükseldi. Daha sonra 3 ülkenin, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye ile müzakerelere başlamış olan Hırvatistan’ın da katılımıyla AB 28 üyeli bir yapı haline geldi. Kurumsal altyapısı olmayan hızlı genişleme pek çok kurumsal sorunu da beraberinde getirdi.
- 2008 yılında ABD’de başlayan ve bir anda yayılan küresel finansal kriz ABD’den belki de daha şiddetli şekilde Euro bölgesinde etkiler yarattı. Yunanistan, İtalya ve İspanya’nın içinde düştüğü borç krizi AB’yi son derece zorladı. Bankacılık sistemi tamamen yenilenme sürecine girdi.
- Ekonomik sorunlar işsizliği de tetikleyince özellikle son yıllarda aşırı milliyetçi, aşırı sağcı, ayrımcı politik akımlar Avrupa ülkelerinde yükselişe geçti. Bunda Avrupa’daki ana akım siyasetin yetersizliklerinin ve hazırlıksız yakalanmasının büyük etkisi oldu.
- 2011 yılında başlayan ve maalesef hem Türkiye hem de AB üyesi ülkelerin yanlış adımlarının daha da alevlendirdiği Suriye’deki iç savaş belki de hiç hesaplayan bir sonuç doğurdu. Savaştan kaçmak zorunda kalan milyonlarca Suriyeli göçmen Avrupa’ya akın etti.
- Bütün bunların yanında bir de Brexit olarak adlandırılan İngiltere’nin birlikten ayrılma yönünde aldığı karar AB’nin daha uyumlu ve güçlü olmak için nasıl yeniden şekilleneceğini ile ilgili sürmekte olan tartışmaları da alevlendirdi.
- Son olarak da Katalonya’nın İspanya’dan ayrılma yönünde aldığı tek taraflı bağımsızlık kararı ve Kasım ayında yayınlanan Malta Belgeleri yeni tartışmaları beraberinde getirdi.
Brexit depremi ve artçı etkileri
Kuşkusuz AB fikrini en fazla sarsan olay İngiltere’nin AB’den ayrılma kararıydı. Brüksel’de ve farklı AB başkentlerinde konuştuğum siyasiler ve analistler referandumun ayrılma kararı olmadan sonuçlanacağını bekliyorlardı. Nihayetinde parasal birliğe girmemeyi tercih etmiş olsa da İngiltere, Fransa ve Almanya ile birlikte birliğin lokomotif üç ülkesinden biriydi. Yine de Erdoğan’ın bir konuşmasında iddia ettiği gibi AB’nin kurucu ülkesi de olmadığını not etmek gerek. Egemenlik, rekabet ve göç konularındaki sorunlar nedeniyle AB içinde öteden beri reform isteyen, hemen her konudaki kendisi için istisna beklentisi nedeniyle “sorunlu çocuk” olarak görülürdü Birleşik Krallık. Bugünlerde ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupalı dostu olarak karşımıza çıkan aşırıcı, popülist siyasetçi Nigel Farage’ın başını çekmesi ve dönemin başbakanı David Cameron’un da büyük vizyon hatasıyla 2016 yılının Haziran ayında referanduma gidildi. Beklentilerin aksine az bir farkla da olsa AB’den çıkış kararı alındı. Aslında ilk kopma riski 2008 krizi sonrası bir türlü toparlanamayan Yunanistan’ın Euro bölgesinden çıkarılmasına ilişkin Grexit adı verilen ayrılma düşüncesiydi. Bunun diğer ülkelere sıçrama riskini ve Euro bölgesinin geleceğine yönelik tehdidi gören -başta Almanya olmak üzere- AB ülkeleri, Yunanistan’ı, sağladığı mali desteklerle AB içinde tutmayı başardı. Böylece AB’nin “şımarık çocuğu” olarak anılan Yunanistan da AB’den kopmadan bu süreci atlattı. Son olarak bu “çıkış” tartışması Hollanda’nın aşırı sağcı partileri tarafından Nexit olarak da gündeme getirilmiş olsa da korkulan olmadı ve Hollanda’da seçimi, en azından iktidar olacak şekilde aşırı sağcılar kazanamadı. Yine de bunların, hem siyasi gündemi ve üslubu belirlediklerini hem de güçlerinin köklendiği gerçeğini yadsımamak gerekir. Diğer ülkelerde de aşırı sağ tehlike kendini farklı şekillerde göstermeyi sürdürüyor. Ana akım siyaset hala gerekli yenilenmeyi gerçekleştirebilmiş değil. Tam tersine, aşırılarla, onlarinkine yakınlaşan söylemlerle mücadele edilebileceğini düşünecek kadar kolaycılığa kaçanlar var.
Bu gelişmeler ışığında Avrupa’nın geleceğine dair senaryoların nasıl şekillendiğine bakmadan evvel bugünlerde alevlenen iki konuya Katalonya ve Malta belgeleri konusuna değinmek yerinde olur.
Katalonya bağımsızlık referandumu
İspanya’nın 5,1 milyon nüfusa sahip olan Katalonya bölgesi, ekonomik büyüklüğü ile İspanya’nın yaklaşık olarak %20’sini oluşturmakta, aynı zamanda 223 milyar Euro ile Portekiz, Finlandiya, Çekya ve Yunanistan gibi pek çok AB üyesi ülkenin de önünde yer almaktadır. Bu büyüklükte bir ekonomi ile AB içinde 13’ncü sırada yer alan Katalanların da aslında en önemli bağımsızlık gerekçesi, İspanya’nın geri kalanının yükünü çekmek istememeleriydi. Demokrasilerde her zaman olduğu gibi daha zengin taraf ayrılmak istiyordu. Tüm engellemelere ve hem ulusal hem de Katalan Anayasası’na göre sorunlu olmasına rağmen alınan bağımsızlık kararı askıya alınmak zorunda kaldı. Askıya almada ana neden ise, hiç şüphesiz Katalonya’nın bağımsızlığına AB’nin diğer üyelerinin destek vermemesiydi. Katalonya’nın bağımsızlığını kanuna aykırı sayan AB Komisyonu, kararın askıya almasından memnuniyet duyulduğunu ifade etti.
AB’nin bağımsızlığa karşı tavır almasındaki temel gerekçe, kendi kuralları gereği ulusal hükümetleri muhatap alıyor olmasının yanı sıra Katalonya’nın bağımsızlığının Avrupa genelinde bir domino etkisi yaratması riski olduğunun düşünülmesi. Katalonya dışında, yine İspanya’da Bask bölgesi, Fransa’da Korsika, İtalya’da Padanya, Belçika’nın Flaman bölgelerinin bu domino etkisinden etkilenmesi tarihi geçmişlerine bakıldığında hiç de olasılık dışı değil. AB güçlü şekilde Katalonya’nın bağımsızlığına karşı durarak dağılma tartışmalarının bir başka yönünü daha gündem dışına itmiş görünüyor. Diğer yandan AB bu süreçte İspanyol hükümetinin yanlış yönetimi ve polis şiddeti konusunda güçlü bir ses çıkaramadığı, arabulucu rol oynayamadığı için ise eleştiriliyor.
Malta Belgeleri
Geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan –ve Paradise Papers adı verilen- Malta Belgeleri dünyanın en güçlü şirketlerinin ve kişilerinin vergi ödememek için vergi cennetlerindeki yatırımlarıyla ilgili gizli bilgileri gözler önüne serdi. Aslında bu, Brüksel’de konuyu takip edenler için bilinen bir sırdı. Daha olay patlamadan birkaç gün evvel AB adına çalışan ve Malta’nın yargı sistemi üzerine çalışan bir hukukçu tanıdığım bana şunları söylemişti “Malta’da durum kötü. G. Kıbrıs’ta krizle beraber yapılmak zorunda kalınan bankacılık dahil diğer reformlar sonucunda, kara para ve vergi kaçıranlar Malta’ya üşüştüler. Yolsuzluk aldı başını gidiyor. Her an patlayabilir.” Zaten bir haftaya kalmadan da patladı. Offshore hizmetler sağlayan Appleby adlı hukuk firmasından sızdırıldığı anlaşılan belgelerde özellikle zenginlere ait lüks yat ve jetlerin Avrupa ülkelerindeki vergi sisteminden kaçırıldığını ortaya çıkardı. Hemen ardından da AB üyesi üç ülke; Malta, Lüksemburg ve İrlanda’nın şirketlere büyük vergi avantajları sağlıyor olması konusu birlik içinde vergi düzenlemelerinin yeniden değerlendirilmesi tartışmalarını gündeme taşıdı. Tüm üye ülkelerin oy birliği ile alınması gereken ortak vergi düzenlemesi kararı ise yeni bir dönüm noktası olabilir. Elbette AB -daha doğru ifadesiyle en tepedeki AB üyesi ülkelerin liderleri- proaktif davranıp ön almadığı için etkileri kendi ulusal sınırlarının ötesinde ve Avrupa projesine yönelen sonuçlar yaratıyor.
AB için masadaki 5 senaryo
İngiltere’nin birlikten ayrılışının ardından, geçtiğimiz Mart ayında Avrupa Komisyonu AB’nin geleceğine ilişkin tartışmalara ışık tutacak 5 senaryoyu içeren raporunu açıkladı. Yola devam (carrying on), sadece ortak pazar (nothing but the single market), daha fazlasını yapmak isteyenler yapsın (those who want more do more), daha azını daha verimli yapmak (doing less more efficiently) ve birlikte daha fazlasını yapmak (doing much more together) olmak üzere ortaya konan beş senaryo, Avrupa Birliği’nin geleceğine dair geniş bir perspektif sunuyor. Zaten sürmekte olan tartışmalara da kurumsal birer çerçeve getiriyor.
“Yola devam” senaryosu
İngiltere’nin ayrılığı sonrası kalan üyeleri ile AB’nin yoluna hızlanarak devam etmesi anlamına gelen bu senaryoda ekonomik krizin halen hissedilen etkilerinin giderilmesine yönelik olarak, Ekonomik ve Parasal Birlik’te (EPB) Euro bölgesinin güçlendirilmesi öneriliyor. Birlik dışındaki üçüncü ülkelerle yeni ticaret anlaşmaları yapılarak ortak pazarın da geliştirilmesi, bu senaryoda vurgulanan konular arasında. Suriye’de devam eden iç savaşın etkisiyle yaşanan göç sorununa çözüm bulabilmek için sığınma başvuru sisteminin geliştirilmesi ve AB’nin dış sınırlarının yönetiminde işbirliğinin artırılması gerektiği açıklanıyor. Buna ek olarak AB’nin en öncelikli konularından biri olarak görülen “ortak güvenlik ve dış politika”da tek ses oluşturması yolunda da ilerleme sağlanması bu senaryoda öne çıkan konulardan.
“Sadece ortak pazar” senaryosu
Sorunlara ilişkin çözümleri üye devletlerin kendilerinin alacağı kararlarla belirlemesinin öne çıktığı bu senaryoda AB’nin ana odak noktası sadece ortak pazar alanı olarak belirlenmiştir. Eskiye göre karar alma mekanizmasını hızlandıracağı beklentisi ile ortaya konulmuş olan bu seçeneğin esasen diğer konularda üye devletlere sunduğu hareket serbestisi sebebiyle birliktelik duygusunu azaltacağı ve AB fikrini gerileteceği değerlendirilmektedir. Bu senaryo, bugün AB’deki bütünleşme düzeyine ve geriye dönüşün maliyetine bakıldığında, çok gerçekçi görünmemekte.
“Daha fazlasını yapmak isteyenler yapsın” senaryosu
İlk senaryoya benzer şekilde ortak pazarın güçlendirilmesi ve üçüncü ülkelerle yeni ticaret anlaşmaları yapılması öngörülen bu senaryoda, buna ilaveten EPB hususunda önemli adımlar atılması planlanmaktadır. Ancak üye ülkelerin kendi aralarında vergilendirme ve sosyal standartlar adına işbirliği yapabilmesi, özellikle artan göç dalgalarına karşı vize, sığınmacı ve güvenlik başlıklarında ayrı işbirliklerinin gündeme alınmasını savunması ile ayrışmaktadır. Yani bazı ülkeler AB politikalarında ilerleme sağlarken, diğerleri bunun dışında kalabilecektir. Ancak bu senaryo AB içerisinde gruplaşmalara neden olacağı ve var olan karar alma mekanizmasını çok daha karmaşık bir hale sokacağı sebebiyle eleştirilmektedir.
“Daha azını daha verimli yapmak” senaryosu
Bu senaryoya göre, ortak kararla belirlenecek olan konularda hızlı ve kararlı bir şekilde hareket edilerek verimli sonuçlar elde edilmesi değerlendirilmektedir. Belirlenen konuların dışında üye devletlerin daha azını yapma ya da katılmama hakkı olacaktır. Örnek vermek gerekirse, ticari konularda AB düzeyinde karar alınıp, istihdam ve sosyal politika gibi diğer alanlarda daha az işbirliği olabilecektir. Bu bağlamda AB’nin bütçe kaynakları öncelik verilen alanlara aktarılacaktır. Bu senaryoya göre dış politikada üyelerin tek ses olarak konuşmasına imkan sağlanırken Avrupa Savunma Birliği (ASB)’nin kurulması önerisi getirilmiştir.
“Birlikte daha fazlasını yapmak” senaryosu
Bu senaryoya göre üye devletlerarasındaki işbirliğinin mevcut duruma göre çok daha ileri taşınması öngörülüyor. Ortak pazar politikalarını uygulama zorunluluğunun getirilmesi ve ticaret alanının AB düzeyinde ele alınması bu senaryoda öne çıkan unsurlar. EPB alanında daha güçlü, bütünleşmiş bir AB hedefler arasında. Aynı şekilde önceki senaryoda da ele alınan dış politikada tek seslilik ve ASB’nin kurulması hızlandırılacak. Bunların sağlanabilmesi için de hızlı bir karar alma mekanizması öngörülmüş ve alınacak kararların uygulanmasındaki zorunluluk ilkesi güçlendiriliyor.
Fransa ve Almanya’da seçimler sonrası AB’nin geleceği
Partilerüstü kampanyasıyla aşırı sağcılara karşı seçimi kazanan ve ana akım partilere havlu attıran Fransa Cumhurbaşkanı Macron, AB’ye ilişkin vizyonunu kamuoyuna açıkladığı konuşmasında önemli ipuçları verdi. Macron’a göre AB bugünkü haliyle “çok zayıf, çok yavaş ve çok işlevsiz” durumda. Dolayısıyla Macron AB’nin bu haliyle ne kendi içindeki sorunlara çözüm bulması ne de dünya ölçeğinde bir aktör olabilmesini mümkün görüyor. Macron AB’nin “daha egemen, daha bütünleşmiş ve daha demokratik” bir yapıya dönüşmesini savunuyor.
Macron’un açıkladığı perspektife göre Euro bölgesinin kendine ait bir bütçesi olmalı ve bu bütçe, Brüksel’den, AB düzeyinde görevli bir AB Maliye Bakanı tarafından yönetilmelidir. Bu kapsamda, AB bölgesi içinde faaliyet gösteren şirketlerden toplanacak olan kurumsal vergiler bütçenin en önemli kalemini oluşturmalı ve bu bütçe ödeme sıkıntısı çeken üyelerin sıkıntılarını kısa vadede çözebilmeleri için kullanılmalıdır. Macron, bütçenin kullanımının denetlenmesinde ise, üye ülkelerin milletvekillerine sorumluluk verilerek sürecin daha demokratik olmasını hedeflediğini belirtmiştir. Ekonomik olarak daha fazla bütünleşmenin yanı sıra Macron AB’nin ortak askeri operasyonlar yapabilen ve kendine ait ortak askeri birlikleri olan bir güce dönüşmesini de savunuyor.
Macron’un son konuşmasında hemen önce Almanya’da yapılan meclis seçimlerinde iktidardaki Hristiyan Demokratların (CDU) ve Sosyal Demokratların (SPD) oy kaybetmesi, buna karşılık muhalefetin ve aşırı partilerin oylarını ciddi oranda arttırmaları, AB’nin geleceği adına son derece önemlidir. Özellikle de aşırı sağcı politikaları savunan Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD) bir ilki gerçekleştirip II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez meclise girmeyi başararırken SPD de aynı dönem içinde en düşük sonucu elde etti. Bu durum SPD içinde de ciddi tartışmalara ve yenilenme çağrılarına yol açtı. Not etmek gerekiyor ki Merkel’in koalisyon hükümetini kurması beklenen Yeşiller ve Hür Demokratlar, Macron’un AB vizyonuna yönelik ortaya koyduğu fikirlere olumlu yaklaşmamaktalar.
Fransa’da Macron’un seçim zaferi AB karşıtı aşırı sağcı hareketlerin artık AB’de gerilemeye başladıkları izlenimi doğurmuş ve AB’nin geleceğine yönelik ihtiyatlı bir iyimserliğin oluşmasını sağlamıştı. Oysa aşırı sağcı Le Pen’in Fransa gibi bir ülkede ikinci tura kalan aday olması ve %34’e yakın oy alması, herşeye rağmen yeterli bir alarm olmalıydı. Zaten çok geçmeden Almanya’da aşırı sağcıların meclise girmeleri ve aşırı sol hareketlerin güç kazanması AB’nin geleceğine dair endişeli tutumun devam edeceğini göstermektedir. Aslında mesele AB’nin de değil, demokrasinin ve bağlantılı tüm değerlerin gelecekte ne olacağıdır.
AB’nin geleceği için iki önemli gücü olan Fransa ve Almanya’nın birlikte hareket edebilmeleri son derece önemli. Birleşik Krallık AB’den çıkışını 2018 yılının baharı olarak belirledi. Birleşik Krallık’ın dahil olmadığı bir AB’nin Atlantik ekseninde bir zayıflama olursa bu, Avrupa’nın rekabet gücüne büyük darbe vuracaktır. İçe kapanmacı bir “Kıta Avrupa’sı” çizgisine kayılıp kayılmayacağı ve bu süreçte Almanya ve Fransa’nın işbirliği konusunda ortaya koyacakları tavrın belirleyici olacağı söylenebilir. Elbette sürecin nelere gebe olduğunu bilemiyoruz; fakat “Federal Avrupa” için fırsat bir on yıl için kaçırılmış olabilir. Ulusal liderlerin, AB’nin toplumu iyi okuyarak “çok vitesli Avrupa” nın kurumsal altyapısını geliştirmesi elzem. Bunu yaparken de önümüzdeki on yılda Avrupa projesini toplumlarına daha iyi anlatmanın yollarını keşfetmeliler.
Siyasetin geçtiğimiz 15 yılı kötü kullanarak Avrupa projesi lehine toplumları kazanamamış, kurumsal reformunu cesur adımlarla tamamlamamış olmasının bedelini hem ana akım siyaset hem de onlara destek vermiş olan milyonlarca insan ödüyor. Bu deneyim, bize Avrupa’da önemli değişimleri beklememiz gerektiğini işaret ediyor. Savaşları, büyük buhranları, diktalara karşı mücadeleyi geride bırakmış Avrupa’nın, bu sınavdan kazanımlarını daha ileriye taşıyarak çıkacağına inanıyorum. 2012’de Avrupa Birliği’ne verilen Nobel Barış Ödülü bu sınavdan da güçlenerek çıkmasıyla gerçek anlamına kavuşacak. Bugün, ister AB üyesi olsun, ister katılım sürecinde bir ülkenin yurttaşları olsun, Avrupa projesine inanan herkesin, kendilerinden bir-iki kuşak öncesi Avrupalılarının kötü deneyimleri gerçek olmadan, tehlikenin farkına varmasının zamanı geldi de geçiyor. Demokrasi, özgürlük ve refahın 21. yüzyılda hala bedeli yüksek. Ona sahip çıkmak için orada mısınız?
*Kader SEVİNÇ
CHP Avrupa Birliği Temsilcisi, Avrupa Solu (PES) Yönetim Kurulu Üyesi
kadersevinc@gmail.com