Ekran görüntüsü 2023-02-24 000930

İsmail Emre TELCİ – Seçim, Meşruiyet ve İtibar Üzerine…

İsmail Emre TELCİ
CHP İl Disiplin Kurulu Başkanı
CHP İl Seçim Kurulu Temsilcisi
SODEV YK Üyesi, Avukat iemretelci@gmail.com

AKP İktidarı, göreve geldiği 2002 yılından beri, ülkeyi daima bir seçim kampanyası mantığıyla yönettiği için, sade vatandaş da konuyu daima seçimden seçime ele aldığı için, uzun bir iktidar dönemi oldu. Daimi bir seçimkampanyası tabirinin kullanmamın nedeni, yönetime dair her şeyin, vatandaşın yararından ziyade, iktidarın başındaki kişi olan Recep Tayyip Erdoğan’a yarayıp yaramadığı sorusunun iktidara bağlı kişilerce sorulup, bu sorunun yanıtına göre hareket edilmesinden kaynaklanıyor. Yani belirli bir işin yapılma nedenini sorguladığınızda, cevap eğer iktidara yaramayan, iktidarın devamını tehlikeye düşüren bir husus ise, bu yöntem tercih edilmiyor.

Buna örnek olarak, döviz kuru artışının önüne geçmek için, TCMB rezervindeki dövizlerin düzenli olarak bozdurularak liraya çevrilmesini gösterebiliriz. TCMB elindeki dövizler -malum olduğu üzere- hayati önemde ve rezervdeki azalma doğrudan halkın aleyhine. Ama bu yolla döviz kuru artışının önüne geçildiği için, yani Erdoğan döneminde döviz kuru artışı sınırlı olarak yaşandığı için, Erdoğan bunu bir seçim malzemesi olarak kullanabiliyor ve de seçimlere hazırlanabiliyor. Ülkenin sınırsız döviz kaynakları olmadığı için de, Suudi Arabistan, Katar, BAE, gibi devletlerden, ne karşılığı olduğu bir türlü açıklanmayan döviz girişleri yaşanıyor. Şüphesiz bu kaotik durumun sonucunda olan ise şu: Erdoğan lehine olan bir durum, halk çıkarlarının tamamen aleyhine olabilir. İşte bu, ülkenin daima bir seçim kampanyası içerisinde yöneltildiğinin açık delillerinden sadece biridir. Kısacası kastettiğimiz, Hakkâri ilindeki bir okula temizlik personeli alımından, Rusya ile imzalanan nükleer santral ihalesine kadar geçerli olan bir soru? Yani sorumuz şu: Yapılan X bir iş Erdoğan’a yarar mı, yaramaz mı?

Erdoğan ülkeyi ilelebet yöneteceğini mi sanıyor?

Recep Tayyip Erdoğan, ülkeyi daima kendisinin yöneteceğini düşünüyor gibi. Yapmış olduğu bütün işlerin de bunun üzerine olduğu algısı iyice yerleşmiş durumda. Daima kendisi yönetecek olmasa, böyle sarayların yapıldığını, böyle uçakların alındığını düşünemeyeceğimizden; durum gerçekten böyle gibi gözüküyor. Her cümlesinde, Cumhurbaşkanlığı nezdinde yapılan bu yatırımların milletin olduğunu söylese de ömür boyu orada oturmayı düşünüyor olsa gerek, yapılan bu yatırımların kısa vadede pek de “millet” için yapıldığını söyleyemeyiz. Zira, kendisinden sonra yapılan ya da halkın kullanımından alınıp kendisine tahsis edilen ya da restore edilen tüm bu sarayların ve de köşklerin (Beştepe / Ankara, Okluk / Marmaris, Ahlat / Van, Vahdettin / Çengelköy, Dolmabahçe / Beşiktaş, Yıldız Sarayı / Beşiktaş, v.d. gibi)millete kalacak olmasının pratikte bizler açısından bir önemi olamıyor. Önemli olan husus, Erdoğan’ın demokratik yollarla iktidarına devam edip etmeyeceği. Çünkü Erdoğan’ın bu kadar büyük ve geniş çapta, sadece tek bir şahsın kullanımında olan yapıyı kullanmasının meşruluğunu sağlaması gerekiyor. Tabir caizse “millet fakr-u zaruret içerinde harap ve bitap düşmüş iken”, milletin gözü ister istemez Erdoğan’ın konforlu yaşamına takılıyor. Ve bu yaşamı eğer devam ettirecekse yapmak zorunda olduğu bazı şeyler var. Bunların başında da yönetimde kalmak geliyor. Yani serbest ve demokratik seçimlerden bahsediyoruz.

Evet, devletin tüm kurumlarının içi boşaltılmış, devlette görev yapan herkesin sadakatleri öyle ya da böyle sağlanmış olsun;  Erdoğan hala seçimlere girmek, seçimleri yapmak zorunda. Çünkü seçim, aynı zamanda iktidarın meşruiyetini de sağlayan bir olgu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1961-1971 arası dönem hariç olmak üzere, pek de demokratik bir devlet hüviyetinde olmadı veyahut olamadı. Bunun hiç şüphesiz çeşitli nedenleri vardı. Özellikle 1957 – 1960 arası dönemde, Türkiye’de dikta benzeri bir rejim kurulmaya çalışıldığında, İsmet İnönü, bugünlere de ışık tutan meşhur “Biz ihtilalden geldik, siz ise bizi tekrar oraya döndürmeye çalışıyorsunuz!’’ minvalindeki sözünü söyledi. Bu sözün söylenmesinin nedeni, Demokrat Parti rejiminin, ülkede Anayasal bir yargı mekanizması olmadığından, istediği gibi, Anayasaya aykırı işlemler yapması ve de kanunlar çıkararak muhalefeti baskı altına alması; kısacası iktidardan düşmemek için çeşitli yollara tevessül etmesidir. İsmet Paşa, her adımda Demokrat Parti çevrelerince Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan uygulamaların örnek gösterilmesine karşı bu cümleleri söylemiştir. Yani “’Biz bir devlet kurduk, kurumlarını kurduk, kanunlarını yaptık ve demokrasiye geçtik, siz ise tek parti dönemine geri dönmek istiyorsunuz. Yapılanlar ülkenin gelmiş olduğu bunca yolun geri dönülmesinden ibarettir’’ demek istemiştir.

Aradan geçen onca yılın ardından, Recep Tayyip Erdoğan, Demokrat Parti ile birebir aynı yöntemleri kullanıyor. Ülkede çok kısmi işleyen bir Anayasal Yargı var. Anayasa Mahkemesi, çok dişli konularda iktidarın her dediğini onaylarken, çok da mühim olmayan hususlarda iktidar aleyhine kararlar vererek kendi meşruiyetinin sorgulanmasının önüne geçmek istiyor. Hakimler ve Savcılar Kurulunun (HSK) çok yüksek çoğunluğunun tamamı Erdoğan ve Erdoğan etkisi altındaki kurumlar tarafından belirleniyor. Ve bu hayati derecede önemli olan Kurulun Erdoğan aleyhine herhangi bir karar almasının imkanı pek de bulunmuyor. Son yılların favori kurumuna gelirsek; Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üyelerinin de çok yüksek çoğunluğu Erdoğan ve Erdoğan etkisindeki kurumlar tarafından belirleniyor ve de bunun sonucunda da Erdoğan’ın istediği veyahut beklediği kararların tamamı alınıveriyor. 2017 Referandumundaki mühürsüz oy pusulalarının geçerli sayılması veya 2019 İBB seçimlerinin tekrarına karar verilmesi bunun en başlıca örneklerinden. Diyeceğimiz odur ki, Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının tamamı tek bir kişinin etkisinde ve de Erdoğan mutlak bir iktidar gücüyle, tepeden tırnağa bir sadakatle ülkeyi yönetiyor.

Tek adam, her şeye karşın iktidarı yine de kaybedebilir mi?

Peki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen bir düzenek ile ülkeyi yöneten Erdoğan’ın iktidarı kaybetme olanağı var mı? Bu sorunun cevabı ise “EVET”. Çünkü ülkede hala seçim denen bir şey var ve Erdoğan hala o sandıktan çıkmak zorunda. Her ne kadar yargı yoluyla siyasi rakiplerini seçmeye çalışsa da bir şekilde karşısına bir rakip çıkacak ve Erdoğan o rakibi yenmek zorunda. Aksi takdirde meşruiyete sahip olamayan bir Erdoğan görürüz ki, ülkeyi yönetmek için hiçbir şekilde üretmeyen ve devamlı borç arayan bir ülkeninyöneticisi olarak Erdoğan’ın en çok sahip olması gereken şey meşruiyet. Ve bu meşruiyeti sağlamanın tek yolu ise, şaibesiz ve muhaliflerin de katıldığı bir seçim.

Göreve geldiği günden bugüne, Erdoğan’ın kritik anlarda değiştirdiği yasalardan biri 298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’dur. 1961 yılında çıkarılan bu kanunda gerek ilçe seçim kuruluna dair hükümler gerekse de sandık kuruluna dair hükümler defalarca kez değiştirilmiş; kurullarda partiler lehine olan ağırlık, Kurulda bulunan 2 kamu görevlisinin, genellikle devleti yöneten parti lehine oy kullanması sonucunda iktidar partisi lehine kaymıştır. Açmamız gerekirse, ilçe seçim kurulu 7 kişiden teşekkül ediyor; ise bunun 1’ihâkim, 2’sikamu görevlisi üye, kalanının da en son genel seçimde o seçim kurulu yetki alanında en çok oy olan 4 siyasi partiden oluşmasıdır. Günümüzde seçim kurullarındaki kamu görevlilerinin iktidar partisi aleyhine oy kullanma ihtimali pek de bulunmamaktadır. Bunun yanına bir de o iktidar döneminde mülakatla göreve başlamış bir hâkim eklendiğinde, Kurulda iktidar partisi lehine bir çoğunluğun hemen oluşacağı beklentisi çok güçlü şekilde doğmaktadır.

Hakimlerin sıra esasına dayanarak Kurullara başkanlık etmesi dediğimiz sistem ise, sırf bu beklenti nedeniyle 2022 yılında değiştirilmiştir. Örneğin il ve ilçe seçim kurulunda en yüksek sicile sahip, birinci sınıfa ayrılmış ve disiplin cezası almamış hakimler bu kurullarda sıra esasına 1950 yılından beri yürürlükte olan mevzuata göre görev alırken, Erdoğan yönetimi 2022 yılında bu kuralı değiştirmiş ve sıra yerine kura yöntemini getirmiştir. Bu düzenlemenin nedeni olarak, kıdemi daha eski olan hakimlerin bu iktidar döneminde göreve başlamamış olması, en azından kura yöntemi gelirse kendi iktidarları döneminde göreve başlayan hakimlerin kurullarda görev almasının sağlanması olduğu düşünülmektedir. Yani “Erdoğan iktidarının”, hakimleri daha en başından kendilerine yakın ve yakın olmayan şeklinde ayırdığı yönünde, kamuoyunda çok ciddi tartışmalar olmaktadır.

Yine ilgili mevzuatta yapılan değişikliklerden biri de, henüz 2018 yılında uygulanmaya başlanan ittifak sisteminin, 2022 yılında tekrar değiştirilmesidir. İktidar partileri, bu değişiklik ile, siyasi yelpazenin değişik kısımlarında, farklı dünya görüşünde olan muhalefet partilerini tek listede seçime girmeye zorlamaktadır. 2018’de uygulanmaya başlanan kurala göre önce ittifakların oy dağılımları belirlenirken, yeni değişiklik ile oy dağılımı partilerden başlamaktadır. Yani ittifak dediğimiz kurumun bir partinin barajı geçmesinden başka bir işe yaramayacağı bir sistem kabul edilmiştir. Yeni seçim sistemi, birinci partiye avantaj sağladığı için de ittifaklardaki partilerin her ilde ayrı ayrı tek bir parti listesiyle seçime girme zorunluğu doğmaktadır. Kısacası iktidar, 6 Nisan 2023’ten sonra işlemeye başlayacak olan bir seçim takviminde muhalefet partilerine, “Beni devirmek istiyorsanız tek listede seçime girmeniz gerekiyor’’ demiştir. Bu da şüphesiz akıllara Demokrat Parti’nin 1957 yılında seçim öncesi yapmış olduğu değişiklikleri getirmiştir.

Erdoğan her ne kadar daima kendisinin kazanması amacıyla Anayasayı, seçim ile ilgili tüm kanunları değiştirse de seçimleri kazanmak için önünde çok zorlu bir yol var. Ve bu yolu kamuoyu araştırmalarına göre aşamayacak gibi görünüyor. 2023 başında yapılan asgari ücret, memur ve emekli maaşı zamlarının ardından, yaşanacak enflasyonla bu zamların eriyecek olduğu kesin olduğundan, Erdoğan seçimleri 1 ay önceye almak istedi. Ama ülkemiz tarihinde yaşanan en büyük deprem felaketi, erken seçim tartışmalarını sona erdirdi. Bunun üzerine, Erdoğan destekçileri, yaşanan depremden itibaren 1 hafta sonra, yeni bir planla ortaya çıktılar: Seçimlerin 1 sene ertelenmesi! Bülent Arınç başta olmak üzere AKP destekçilerinin perde arkasından bu konuyu dillendirmesinin sebebi, hiç şüphesiz bu konunun iktidar mahfillerinde konuşulması ve erteleme arzularının giderek güçlenmesi. Peki seçimler gerçekten ertelenebilir mi?

Gerekli düzenlemeler yetmeyince “seçimi erteleyelim” tezi

Anayasanın 78. Maddesi “Savaş sebebiyle yeni seçimlerin yapılmasına imkân görülmezse, Türkiye Büyük Millet Meclisi, seçimlerin bir yıl geriye bırakılmasına karar verebilir.Geri bırakma sebebi ortadan kalkmamışsa, erteleme kararındaki usule göre bu işlem tekrarlanabilir.” hükmünü amir. Yani, madde metnini okuyan her “insan evladının” rahatlıkla anlayabileceği gibi, ortada herhangi bir savaş yok ise, seçimlerin ertelenmesi mümkün değil. Peki “savaş nedir” diye sorduğumuzda, ancak TBMM tarafından başka bir devlete karşı ilan edilebilen bir olaydan söz etmemiz gerekir; yani terörle mücadele kapsamında yapılan sınır ötesi harekatların bu çerçevede kabulü de mümkün değildir. Kaldı ki terör örgütlerine karşı savaş ilan edilmez, onlara operasyon yapılır. Bir terör örgütüne karşı savaş ilan edilirse, şüphesiz o yapıya yasal bir anlam yüklenir ki, o yüzden savaş dediğimiz husus, ancak bir devlete karşı ilan edilebilir.

Diğer bir husus ise, seçimlerin ertelenmesini savaş ilan edilmesinin doğrudan bir sonucu olarak düzenlememiş olmasıdır. Yani savaş ilan edilmekle birlikte, bu durum kendiliğinden seçimlerin ertelenmesi sonucunu doğurmayacaktır. Bir savaş durumunda genel bir seferberlik ilan edilmeyebilir, yurttaşların iradelerini göstermesinin önünde bir engel olmayabilir. Öyleyse savaş döneminde dahi seçimlerin ertelenmesi belirli koşulların gerçekleşmesine bağlıdır.

1982 Anayasası hazırlık komisyonunda, bu sorunun tartışıldığı, ilk başta Anayasa metninde yer alan OHAL ve benzeri hususlar nedeniyle seçimlerin ertelenebileceği hususundaki metnin tekliften komisyon tartışmaları sonucunda çıkarıldığını güncel tartışmalardan öğrenmiş bulunuyoruz (Bkz: Doç. Dr. Tolga ŞİRİN; https://www.youtube.com/watch?v=Iu4bufX9LyM). Demek ki tarihsel düzlemde bu husus, hiç de Erdoğan destekçilerinin istediği gibi değil. Yine fiili imkansızlık kavramının da dayandırılmaya çalışıldığı 15.06.2012 Tarihli AYM kararının sebebi olan Anayasa m.102’nin de artık yürürlükte olmadığını, 2017 Referandumuyla yürürlükten kaldırıldığını belirtirsek, fiili imkansızlığın dayandırılabileceği hiçbir hususun da yasal olarak kalmadığını açıkça ve rahatlıkla söyleyebiliriz (Bkz: Doç. Dr. Murat SEVİNÇ; https://www.diken.com.tr/secimlerin-ertelenebilecegi-soylentisi-uzerine/).

Bugün ülkemizde yaşanan depremin ardından, seçim sürecini kendiliğinden başlatması gereken YSK’nın “fiili imkânsızlık” nedeniyle seçimlerin ertelenmesini isteyeceği yüksek sesle dile getirilmeye başlandığını belirtmiştik. Şüphesiz bu söylentiler, belirli planlar dahilinde iktidar mahfillerinde üretilen düşüncelerin sahaya sürülmesi aşamasıdır. Bu hususta peşinen söylememiz gerekir ki, günümüz Türkiye’sinde, YSK, 1 ay içerisinde dahi seçim hazırlıklarını bitirecek altyapıya sahiptir. Deprem sonucunda hayatta kalanlar ve vefat edenler belli olmakla birlikte, en uç örnek, seçmen kütüğünde olup da yaşadığı tespit edilemeyen insanlardır ki, seçim anında bu insanların oy kullanabilmelerinin yolu da açıktır. Hukuken gaiplik kararı verilmediği müddetçe kişilerin ismi seçmen kütüklerinde olacaktır. Eğer kişinin ismi listelerde yer alıyorsa ve de kişi oy kullanamıyorsa, bu şahısların kayıp olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Kaldı ki, bu kişiler yerine oy kullanılmadığı müddetçe, bu hususun seçimlerin ertelenmesi için sebep olarak ileri sürülmesi abesle iştigaldir.

Peki ‘’YSK böyle bir karar alabilir mi?’’ sorusunu sorduğumuzda, cevap “özünde” kesinlikle “HAYIR”dır. Fakat belirtmemiz gerekir ki; “teorik olarak YSK böyle bir karar alsa, bu kararı denetleyecek bir organ da bulunmamaktadır.” Anayasa hükmümüze göre, YSK kararları, Anayasa Mahkemesi dahil hiçbir organın denetiminde değildir (Bkz: Doç. Dr. Tolga ŞİRİN; https://www.youtube.com/watch?v=Iu4bufX9LyM).

Peki “Meclis böyle bir karar alabilir mi?” diye sorulacak olursa, Meclis çoğunluğuna sahip olan iktidarın, muhalefet destek vermese bile bu kararı alabileceğini öngörebiliriz. Peki “Anayasa Mahkemesi bu kararı denetleyebilir mi?” diye soracak olursak ise bu sorunun cevabını da belirsiz olarak vermemiz gerekir. Anayasa’da hangi meclis kararlarının AYM tarafından denetlenebileceği sıralı olarak sayıldığından, AYM aksine bir karar almadığı müddetçe, Seçimlerin ertelenmesi hususundaki bir Meclis kararının AYM tarafından denetlenemeyeceğini söyleyebiliriz. Oysa AYM, şüphesiz Anayasaya açıkça aykırı olabilecek böyle bir kararı pekâlâ da denetleyebilir. Yani bu sorunun cevabı AYM’nin kendisinde saklıdır (Bkz: Doç. Dr. Tolga ŞİRİN; https://www.youtube.com/watch?v=Iu4bufX9LyM).

Eğer Erdoğan, tüm ülkede OHAL ilan ederse, Anayasa Mahkemesi, OHAL döneminde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerini inceleyemediği yönünde içtihat oluşturduğu için Meclis kararı ile bu engeli görünüşte hukuken aşabileceğini öngörebiliriz. Yani AYM, OHAL olmayan bir dönemde bu kararnameyi denetleyebilecek, OHAL döneminde ise kendi kendine aldığı bir karar sonucunda bu kararı denetlemeyecektir. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi, bu kararı denetlese dahi, Erdoğan aleyhine bir karar alma ihtimalleri, böyle bir konuda yok denecek kadar azdır. Yani Erdoğan için çıkış yolu, kendisi ve destekçilerine göre, ancak böyle görünmektedir. Yine de belirtmek gerekir ki, OHAL döneminde de olsa AYM pekâlâ bu kararnameyi denetleyebilir. Buna, küçük de olsa bir mucize beklemek gibi de yaklaşabiliriz.

Erdoğan’ın böyle bir kararı muhalefet onayı olmaksızın alması, açıkça sivil darbe anlamına gelecektir. Çünkü seçimlerin süresinde yapılmaması Anayasaya aykırıdır ve de tartışılabilecek bir yönü de bulunmamaktadır. Çok sevdiğimiz Can ATALAY’ın savunmalarında sıklıkla dile getirdiği gibi “Demokrasi bir bütündür, parçalanamaz!” Yani demokratik süreçlerden gücünü alan iktidar, onu oraya getiren ve ona erki veren Anayasanın hiçbir suretle üstünde olamaz, onu eğip büküp sadece kendisinin çıkar sağlayacağı bir mekanizma haline getiremez. Günümüzde Erdoğan’ın bu söylediğimden bağımsız olarak hareket ettiğine, Anayasayı ve diğer Anayasal düzenlemeleri birçok kere eğip büktüğüne şahit olduk. Ama unutulmasın ki, Erdoğan’ın bunu yapabilir oluşu, onun meşruiyetini sağlamadığı gibi, onun lehine de olmayabilir. Çünkü meşru olmayanın itibarı olmayacağı gibi, dış dünyada ve ekonomik mahfillerde de bu hususun ülkenin çok aleyhine olacağı kesindir. Öyleyse en başta da söylediğimiz gibi: Erdoğan’ın aleyhine olanı, yine Erdoğan’ın anlaması ve de bunu uygulamamasını sağlamak lazımdır. İşin acısı da bu konuda görev, maalesef yine bu memleketi sevenlere yani bizlere düşmektedir.

Demokratik, adil, meşru ve itibarlı bir Türkiye özlemiyle…