Yazılı ve görsel basında yürüyen bir seçim yaşadı Türkiye. Çoğu seçmenin gitmediği mitingler dışında, yerelde adayları sadece bilbordlarda gördük. Birçok seçmenin elinin sıkılıp oy istendiği bir seçim olmadı, yani.
Ayrıca bu, ulusal düzeyde ilk defa gerçekleştirilen, farklı bir seçimdi; bir kişi seçildi. Ama seçilen kişi Cumhurbaşkanı idi. Anayasa’nın ifadesi ile “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder” (Md. 104). Yani çoğu yetkileri sembolik olsa da, önemli bir makam için seçim yapıldı. Seçim süresince, kimin kazanacağı kadar, cumhurbaşkanının rolü, seçilecek kişinin nasıl davranacağı, anayasal düzenin nasıl etkileneceği gibi geleceğe yönelik kaygılar da sürekli tartışıldı.
Bu kaygılarda haklılık payı var; çünkü cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, özellikle Türkiye olmak üzere siyasetin işleyişi ve doğal olarak anayasal düzen açısından önemli sonuçlar doğuracaktır. Bu kaygılar, cumhurbaşkanı seçilen kişinin siyaset tarzıyla daha da artabilir. Diğer bir ifadeyle, halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı yetki ve görevlerini kullanır ve yerine getirirken parlamenter sistem ve Türkiye’nin anayasal geleneğini göz ardı ederse, anayasal düzeyde ardı arkası gelmeyecek rejim sorunları önümüze çıkacaktır. Nitekim yeni cumhurbaşkanı daha göreve başlamadan, yoğun tartışmalar başladı. Bu kısa yazıda, cumhurbaşkanı seçilen Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset yapma tarzı da göz önüne alınarak, önümüzdeki beş yıl değerlendirilecektir.
Cumhurbaşkanının anayasal yetkileri
Çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha adaylığını açıklamadan “yetkilerini sonuna kadar kullanacağını” ifade ederek, nasıl bir cumhurbaşkanlığı yapacağının ipucunu vermiştir. Ancak buna geçmeden önce 1982 Anayasası’na göre nasıl bir cumhurbaşkanlığı yapılması gerektiği konusu üzerinde kısaca duralım.
1961 Anayasası’nın görev olarak, 1982 Anayasası’nın ise görev ve yetki olarak tanımladığı yürütme işlevini Bakanlar Kurulu ile birlikte kullanan Cumhurbaşkanı, yine Anayasa’nın 6. maddesinde belirtildiği gibi görev ve yetkilerini kullanırken Anayasa’ya göre hareket etmek zorundadır (Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır… Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz). Bu bağlamda Anayasa’nın anlamı, millete ait olan egemenlik, halk tarafından seçilse de, ne sadece TBMM’ye verilmiştir, ne de Cumhurbaşkanına; egemenlik yetkisi yetkili organlara verilmiştir. Egemenlik yetkisi verilenler arasında seçimle gelmeyen yargı da vardır ve bu önemli nokta asla unutulmamalıdır
İkinci nokta ise, egemenlik yetkisini kullanacak olanlar unutmamalıdırlar ki, anayasada belirtilmeyen bir yetkileri yoktur. Yani, “beni halk seçti, ben milli iradeyi temsil ediyorum, bu yüzden de şöyle bir yetki daha kullanacağım” diyemez. 1982 Anayasası’nın 11. maddesi “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” diyerek bu ifadeyi daha da netleştiriyor. Anayasa 10. maddesi “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” ifadesi ile cumhurbaşkanına herkese karşı eşit hareket etme yükümlülüğü getirmiştir. Kısaca, yürütme organı içinde olan cumhurbaşkanı, anayasanın devletin nitelikleri arasında saydığı demokratik ve hukuk devleti olma gibi temel ilkeleri de göz önüne alarak, görev yapması gerekiyor. Bu bağlamda, anayasal geleneklere de dikkat edilmesi gerekiyor.
Şüphesiz anayasanın öngördüğü cumhurbaşkanlığı etme biçimi dışında, Türkiye’de cumhurbaşkanına biçilen rolün önemi ve gerekliliği de gözden kaçırılmamalıdır. “Vesayet rejiminin uzantısı” olarak eleştirilen cumhurbaşkanına biçilen rol, 1960 öncesinde yaşananların bir daha tekrarlanmaması için, 1961 Anayasası ile siyaset üstü olmuş ve bu doğrultuda adımlar atılmıştır. 1982 Anayasası ise, bu rolü benimsemiş; hatta bu doğrultuda parlamenter sistemi oldukça zorlayan güçlendirmeye de gitmiştir. Anayasal geleneklerin oluşturulması, siyasal rejimin demokratik özelliğini güçlendirecek olan kurumsallaşma açısından çok önemlidir. ‘İleri demokrasi’ iddiasında olanların, kurumsallaşmaya yani anayasal geleneklere daha titiz yaklaşmaları gerekir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan olunca
Başa dönüp yukarıda görev ve yetkilerinin sınırlarını belirttiğimiz cumhurbaşkanının, “yetkilerini sonuna kadar kullanacak” olma iddiasının anlamı üzerinde duralım. Böyle bir söz önümüzdeki süreçte cumhurbaşkanlığı kaynaklı anayasal düzenin nasıl işletileceği konusunda ipuçları vermektedir. İfadedeki ‘sonuna kadar’, yeni Cumhurbaşkanı’nın sadece çok aktif olacağını değil, mevcut Anayasa ve yasalarda belirtilmeyen düzeyde yürütme yetkisine müdahil olmayı anlatmaktadır. Zira zaten “Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’da belirtilen yetkilerini” kullanma ve görevlerini yerine getirme yükümlülüğü vardır. Burada vurgulanan, bu sınırların zorlanacak olmasıdır. Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde cumhurbaşkanını günlük siyasal tartışmalar içinde çok sık göreceğimiz gibi, anayasanın cumhurbaşkanı tarafından ihlal edildiği tartışmalarını ve bu çerçevede Anayasa Mahkemesi’ne başvuruları göreceğiz. Bu da, kurumsallaşmanın önemli olduğu demokrasinin ileriye değil geriye gidişine neden olacaktır.
Cumhurbaşkanının günlük siyasetteki varlığının önemli bir kısmını, TBMM’de AKP çoğunluğu devam ettiği sürece, kamuoyu duymayacak olsa da, kulislerde konuşulacaktır. TBMM’ye karşı sorumlu olan Bakanlar Kurulu (BK), karar alıcı olmaktan çok, çoğu karar kapalı kapılar ardında Cumhurbaşkanı tarafından alınacak olduğundan, uygulayıcı olacaktır. Bu, hem demokrasi hem de AKP açısından sorunlu olacaktır. Zira eskiye nazaran daha çok aniden ortaya çıkacak olan kararların veya karar değişikliklerinin kamuoyuna anlatılmasında sıkıntılar yaşanacaktır. Diğer bir sorun da, Cumhurbaşkanı ne kadar istese de BK’na çok sık başkanlık edemeyeceği için, karar alma süreci yavaşlayacaktır. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’a danışmadan, onun onayını almadan hiçbir bakan karar almayacak, alamayacaktır. ‘Evet, efendim’cilik özelliği, bakan seçilecek kişilerde aranacak en önemli özellik olacaktır. Bir tahmin de, TBMM dışından bakanların sayısı artabilir, zira Cumhurbaşkanı BK oluşumunda temel belirleyici olacağından, TBMM desteği ikinci plana düşecektir.
Günlük siyaset içinde olan, BK’nu yönlendiren bir cumhurbaşkanının varlığının Türkiye’de siyasetin yapılış biçimi üzerinde olumsuz etkileri olacağını ileri sürebiliriz. Bugüne kadar demokrasiyi seçimlerle sınırlı tutan iktidar ve onun liderinin siyaset yapış biçimi, iktidardan dışlanmışlık duygusunu daha da derinleştirecektir. Bu da Taksim Gezi Olayları benzeri toplantı ve gösterilerin daha da yaygınlaşması sonucuna götürecektir. Bir süredir yaşanan siyasal kutuplaşma, toplumsal düzeyde de yaşanmaya başladığında, Türkiye’yi daha sıkıntılı günlerin beklediğini maalesef görmezden gelemeyiz.
Şu an için düşük olasılık olan 2015 milletvekili seçimlerinde AKP’nin çoğunluğu kaybetmesi ile oluşacak durum, çok daha önemli sorunlara gebedir. Zira cumhurbaşkanının mevcut seçiliş yöntemi, siyasal yürütme içinde ikilik çatışma çıkarma potansiyeli taşımaktadır. Sayın Erdoğan gibi ‘yetkilerini sonuna kadar kullanacağını’ beyan eden bir Cumhurbaşkanı tarzı, bu potansiyeli gerçeğe dönüştürecektir.
Peki AKP’nin bu tek adamlığa doğru evrilmiş olan siyaset tarzına karşı yanıtımız ne olmalı? Demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla benimsemiş olan sosyal demokrasiyi tutarlı kamu politikalarıyla savunmamız gerekiyor. Bu çerçevede eğer CHP bu çizgide gitmek istiyorsa, yerel yönetim uygulamalarından başlayarak, kadrolarında ciddi değişimi gerçekleştirmesi gerekiyor. Ancak yerel kadrolar, bu değişimi gerçekleştirecek motivasyondan / amaçtan maalesef oldukça uzaklar.
*Yrd.Doç.Dr. İhsan Kamalak,
Mersin Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümü,
ihsanmersin33@gmail.com