1980’lerle birlikte ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margareth Thatcher, Almanya’da geçenlerde yaşamını yitiren Helmut Kohl, Türkiye’de ise Turgut Özal’la hız kazanan özelleştirme, kuralsızlaştırma, liberalizasyon dalgası 2007’de patlak veren küresel kriz sonrası giderek hız kesti.
Hatırlanırsa, Kuzey’in sanayileşmiş ülkelerinde piyasa toplumunun derinleşmesi, Güney’de ise yapısal uyum programlarıyla kendini gösteren neoliberal yeniden yapılanma, bu şekilde sermaye birikimine hayatiyet kazandırmayı amaçlıyordu. Böylelikle sermayenin büyümesi, kullanımı ve akışında devlet ayak bağı olmaktan çıkacak, gelirin emekçi sınıflardan mülk sahibi sınıflara doğru paylaşımıyla, zenginlerin risk iştahı kabaracak, yatırım yapmak ve ekonomik büyümeyi yeniden ateşlemek için motivasyonları artacaktı.
“Arz yönlü ekonomi” diye de adlandırılan bu tasarıma göre, yoksullar da yeni iş olanaklarının artması, zenginliğin “akmasa da damlaması” sayesinde söz konusu süreçten avantajlı çıkacaktı. Kapitalist küreselleşme ise, yarı-kapitalist, kapitalist olmayan ve pre-kapitalist coğrafyaların piyasa ekonomisine hızla entegrasyonu hamlesiydi. Bu kurgu dış ticaretin liberalizasyonu, küresel sermayenin akışkanlığı ve doğrudan yabancı yatırımların önündeki engellerin kaldırılmasıyla başarılacaktı.
1990’larla birlikte, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Çin’in küresel kapitalist ekonomiye entegrasyon çabalarıyla birlikte küreselleşme hız kazandı. Neoliberalizm ve küreselleşmenin aşırı üretim sorununa getirdikleri sınırlı çözüm, “finansallaşma” sürecine hız verdi. Artık emekçiler de, ceplerinde kredi kartları, boyunlarında çocuklarının üniversite kredi borç yükleri, ihtiyaç kredileri, “mortgage”ler derken, finansallaşmanın parçası haline gelecek; finans ve bankacılık sektörü yaratılmış değerden kar sızdırma işlevine ağırlık verecekti.
Küresel krizden sonra işsizlik ve yoksulluğun yaygınlaşması, gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerinin yakıcı bir hale gelmesiyle, geniş halk kesimleri belki de adını koymadan kapitalist sisteme yabancılaşmaya başladılar. “%1’e karşı %99” sloganıyla yola koyulan Wall Street eylemleri dünyanın farklı köşelerinde yankı buldu. Küreselleşme, piyasa toplumu, neoliberalizm kavramları çekiciliklerini yitirdiler. Ne var ki, ABD’de kendini “sosyalist” olarak adlandıran Bernie Sanders’in Demokrat Parti’de başarılı adaylık kampanyası, Britanya’da Jeremy Corbyn’in 8 Haziran 2017 seçimlerinde İşçi Partisi’nin oylarını %40’lara çekmesine kadar kamu ve kamuculuk kavramları yaygın kabul görmedi.
Corbyn’in, seçim manifestosunda, posta ve demiryolu sistemlerinin yeniden ulusallaştırılacağı vaadinde bulunması, “kamuculuk” tartışmasına yeni bir canlılık kazandırdı. İlginç bir rastlantı; tam da aynı dönemde, 5 Haziran’da, Donald Trump hava trafiği kontrolünü özelleştirme niyetini ilan ediyordu. Ana akım medyada, Trump ve Corbyn gibi, zihniyetleri, emek-sermaye çelişkisinde konumları tamamen farklı figürlerin “popülist” yaftasıyla aynı çuvala sokulmalarının isabetsizliği bu tartışmada daha açık ortaya çıkıyordu. Ortak yönleri, kapitalist küreselleşme sürecinden yaşamı ve çıkarı zarar gören kesimlerin duygularına hitap etmeleri olabilirdi. Trump gibi “sağ popülistler” yaşanan süreçlerin sorumlusu olarak göçmen işçileri, Çinlileri, Müslümanları hedef gösterirken; Corbyn neoliberal kurguya, piyasa egemenliğine, tahakküm ve mülkiyet ilişkilerine işaret ediyordu. Nitekim mülkiyet yapısı söz konusu olunca, Trump daha fazla özelleştirmeye sarılırken, Corbyn kamu mülkiyeti seçeneğini tekrar tartışma gündemine taşıyordu.
Alternatif Mülkiyet Modelleri
Corbyn’in seçim kampanyası sürecinde üniversite harçlarını kaldırma, Ulusal Sağlık Sistemi’ni güçlendirme vaatlerinin seçmen nezdinde karşılık bulması, neoliberalizmin ipliğinin pazara çıktığı bir dünya konjonktüründe muhtemelen başka ülkelerde de “kamucu ekonomi” seçeneğinin tartışılmasını gündeme getirecek.
Sokoto Kishimoto, Olivier Petitjean ve Lavinia’nın bu yıl yayımladığı, “Kamu Hizmetlerini Yeniden Kazanmak”çalışması 45 ülkede, 835 örnek üzerinden kamusal hizmetlerin yeniden yerel yönetimler tarafından üstlenilmesi pratiklerini yansıtıyor. Yeni Delhi’den Barcelona’ya, Arjantin’den Almanya’ya dünya üzerinde temel hizmetlerin karın egemenliğinden çıkarılıp toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi örnekleri inceleniyor. Çalışmada, yerel yönetim hizmetlerinin taşeronlardan alınıp yeniden kamusal alana taşınmasıyla beraber emekçilerin hak ihlallerinin ortadan kaldırılması, yerel ekonomi üzerinde kontrolün tekrar sağlanması, halka hizmetlerin makul bedellerle ulaştırılması, daha iddialı iklim değişikliği stratejilerinin uygulanmasının amaçlandığının altı çiziliyor.
Tüm bu çabaları izlemek değerli olmakla birlikte, 1979’da, Thatcher’ın başbakanlığıyla beraber en iddialı özelleştirme atağını gerçekleştiren Birleşik Krallık’ta Corbyn ile başlayan kamuculuk hamlesinin özel bir anlam ve önemi bulunduğu açık.
Gölge Maliye Bakanı John Mc Donnel’e sunulan “Alternatif Mülkiyet Modelleri” raporu, kamuculuk tartışmasının temel belgesi olma niteliği taşıyor. Raporda, özel mülkiyet sahipliğinin uzun vadeli yatırımlara engel oluşturduğu, üretkenlik kayıpları yarattığı, demokrasiyi baltaladığı, ülkenin bazı bölgelerini ekonomik açıdan ihmal ettiği ve artan gelir eşitsizliğiyle, finansal güvencesizliğin artışına neden olduğu vurgulanıyor.
Bu noktaların, ekonomide otomasyonun artmasıyla daha belirleyici olacağı öne sürülüyor. Otomasyon ülke nüfusu için özgürleştirici potansiyel barındırmakla beraber, özgürleştirici imkanların ancak yeni kolektif mülkiyet biçimleriyle ortaya çıkacağı, artan işsizlik tehdidine ve sermayenin emek üzerinde egemenliğine sadece böyle karşı durulabileceği savunuluyor.
Rapora göre, üç kolektif mülkiyet biçiminden, kooperatif tarzının istihdam istikrarını artırma, üretkenlik düzeyini yukarı çekme ve firmaları daha demokratik yapma kapasitesi bulunuyor. Özellikle, finansa kolay erişimin sağlanması yanında, İspanya’daki Mondragon ve İtalya’daki Emilia Romagna’daki gibi örneklerin yakından incelenmesi gereği üzerinde duruluyor.
Yerel yönetimlerin öncülüğündeki kurumsal yapılara ise, hizmet kalitesini geliştirme ve ekonomik refahın ülkenin belli bölgelerinde yoğunlaşmasının önüne geçme anlamında gereksinme duyuluyor.
Ulusal mülkiyet altındaki sektörlere gelince, ekonominin uzun vadeli planlaması, altyapının modernizasyonu, sağlık ve toplumsal bakım hizmetlerinin kalitesinin yükseltilmesi ve iklim değişikliğine karşı önlemler bağlamında bu model öne çıkıyor. Devlet mülkiyetinin geçmişteki fazla merkezileşmiş, gücün şirket yönetim kurulları ve yönetici elitlerde toplandığı kötü örnekleri yerine, demokratik hesap verilebilirliğin geçerli olduğu yeni formları tasarlamak gerekiyor. Yönetimde, hem çalışanların, hem de yöre halkı ve verilen hizmetten yararlanan paydaşların söz hakkı bulunduğu yeni modellerin denenmesi gerektiğinin altı çiziliyor.
Sonuç
Türkiye’de de Varlık Fonu uygulamasının yeni bir yolsuzluk ve beceriksizlik konusu olması kaçınılmaz görünüyor. Gerek mega projelerde, gerekse memleket hastanelerinde kamu-özel sektör birlikteliği bütçeye, dolayısıyla sade yurttaşa yeni yükler getiriyor. AKP rejimini siyasal anlamda nasıl aşacağımızı, ülkeyi siyasal anlamda nasıl demokratik bir düzleme taşıyacağımızı tartışırken; kamuculuk anlayışını nasıl canlandıracağımızı, kamusal hizmetlerin yurttaşlarımıza ne şekilde eşit, parasız ve kaliteli ulaşmasını sağlayacağımızı da göz ardı etmemeliyiz. Kolektif yapıları reddeden, bireyciliği ve rekabeti kutsayan, toplumsal hayatın düzenlenişini özel mülkiyet ve kendini düzenleyen piyasa zeminine yerleştiren tasarımın karşısına; toplumsal yarara, istihdama, çalışanların eğitimine, yörenin sosyal sorunlarına, ekolojik dengelerin gözetilmesine dayalı kamucu çözümü koyabilmeliyiz. Çalışanların, hizmet alanların, yöre halkının, “söz, yetki, karar” sahibi olduğu bir ufku canlı tutabilmeliyiz.
*Hayri Kozanoğlu
Prof.Dr., Altınbaş Üniversitesi
hayrikozanoglu@mynet.com