Gerçek Saygısı, edebiyat eleştirmeni Fethi Naci’nin ilk kitabının adıydı. Şimdi masamın üstünde duran birinci baskısına bakıyorum, 1959 yılında, Muzaffer İlhan Erdost’un kurduğu ve İkinci Yeni şiirin en önemli iki kitabını da bastığı Açıkoturum Yayınları tarafından yayınlanmış, ama mesele ne Naci’nin eleştirmenliğini tartışmak ne de kitabı hakkında bir şeyler söylemek. Sadece Naci’nin 1959’da saygısından söz ettiği gerçeğin artık ortadan kalktığını, siyasetin ve toplumsal yapının bu olgudan çok etkilendiğini, bu etkiyi, yiten gerçeğin birey üstündeki muazzam darbesinin meydana getirdiğini söylemek istiyorum. Türkiye’de şimdi tamamen kaybolduğunu düşündüğüm ve içinde yaşadığımız birçok toplumsal sorunun kaynağı olarak gördüğüm ‘gerçekten kopuk olmak’, gerçekle ilişki kurmamak problemi o yıllarda bambaşka bir anlayışla ele alınıyordu. 1950’lerin ikinci yarısında 1960’larda yaşanan en önemli yazınsal tartışmalardan biri yazar, şair ve akımların gerçekle kurduğu ilişkiydi. Edebiyatın belli çevreleri diğer kesimlerini gerçekten kopuk olmakla suçlardı. Kayboldu, gitti.
Belki o gün söz konusu edilen gerçekle bugün benim değineceğim gerçek arasında fark olduğu öne sürülebilir ama baştan söyleyeyim, kimse öyle bir ayrıştırmaya yeltenmesin. Gerçek daima gerçektir. Dönemlerin gerçekle kurduğu ilişki farklı olabilirse de gerçeğin zihinsel planda ifade ettiği anlam, çeki taşı gibi yerinde durur. Gerçek gerçektir sadece onu alımlayışımız (algılayışımız değil, alımlayışımız yani kabulümüz/resepsiyonumuz) farklılaşabilir. Öne sürdüğüm temel görüşten hareketle, içinde yaşadığımız dönem ve toplumlarda gerçeğin neden kaybolduğunu ele alacak, o yitimin siyasal yapı üstündeki etkisini dile getirecek, o etkinin otokratik, otoriter, popülist yapılara etkisini işaret edecek, gerçeğin gerçekliğini ayakları üstüne dikecek bir siyasal dönüşüme neden ihtiyaç olduğunu vurgulayıp, o işi ancak yeni bir sosyal demokratik siyasetin gerçekleştirebileceğini, olanaklarıyla birlikte göstermeye çalışacağım. Türkiye’nin gerçeğin yitimi ve gerçek dışı bir dünyada yaşamak bakımından özel bir yeri var. O soruna ayrı bir yer vereceğim.
*
Gerçeğin ne olduğu felsefi bir konudur onunla nasıl ilişki kurduğumuz ise felsefenin bir uzantısı olan veya felsefi uzantıları olan ideolojinin bağlamında yer alır. Felsefe gerçeğin ne olduğunu sorgular. Hukuk, sanat, din, siyaset vd, felsefenin gerçeği irdelediği alanlar olduğundan hukuk felsefesi, din felsefesi, siyaset felsefesi gibi alanlar teşekkül eder. Bilim ise gerçeği somutlaştırır, mevcut ve geçerli kabuller çerçevesinde, kabuller değişince bilimsel gerçek de değişir. Bilim felsefesi de o gerçeği somutlaştırma edimini ele alır.
Bilimden hareketle belirtelim, gerçeğin tamamını kavramak ya da tamamını ‘bulmak’ veya gerçeği değişmeyecek şekilde sabitlemek olanaksızdır. Thomas Kuhn, 1962 yılında yayınladığı galiba adı artık çok iyi bilinen ama hiç kimsenin okumadığı Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli kitabında bu tartışmayı yapar. Gerçi sonradan Kuhn’un savunduğu görüşlerin bir vakitler dersine girdiği Karl Polanyi’ye ait olduğu söylenir, o da kitabının ikinci baskısında daha önce adını zikretmediği Polanyi’yi anarsa da o zıtlaşmanın veya yakınlaşmanın nedeni bellidir. Felsefecilerin düşüncesi aynıdır. Derler ki, her şeyin bilim olduğunu belirten ve bilimsel olanın dışında bir gerçek bulunmadığını söyleyen görüş yanlıştır. Bilimin, dolayısıyla da gerçeğin öznel (sübjektif) bir yanı vardır.
Çok uzun yıllar bu düşünürlerin yazdıklarıyla, bilim felsefesiyle ama özellikle siyaset felsefesiyle haşır neşir oldum. Polanyi ve Kuhn’un vardığı sonucu tamamen destekliyorum. Yine de gerçeğin gerçek olduğunu savunuyor ve özellikle toplumların gerçekle kurduğu ilişkinin ayrı bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar çok itilip kakılan post-modern düşüncenin (yozlaştırılmış örnekler bir yana) gerçeğin tekilliği ve değişmezliği görüşüne ciddi ve kalın bir darbe indirdiğini belirteyim. Tartışmayı uzatmayacağım, başka bir mecrada sürdürürüz. Ben siyaset alanında kalayım ve bir adım ileri gideyim.
*
Bugün demokrasilerin tükendiği gibi çok üzücü ama çok güçlü bir önermeyi dile getirerek, toplumların artık otokratik yönetimlerle idare edildiğini söyleyenler haklıdır. Demokrasiler öldü, ölüyor, çünkü, toplumların gerçekle olan ilişkisi kopuyor. Gerçeği yitirmiş bir toplumun avutulması da aldatılması da sorun teşkil etmez. Ortadan kalkmışsa, önerilecek herhangi bir şeyle gerçek ikame edecektir. Ondan sonrasında kendilerine önerileni gerçek sayan, gerçek kabul edilen kitlelerin hamur gibi yoğrulması işten bile değildir. Demokrasinin tükenişini çok kişi söz konusu ediyor ama işin bu yanına değineni hemen hiç görmedim, halbuki çok ağır ve vahim bir sorundan söz ediyorum.
Gerçeğin yitimi elbette kapsamlı bir kavram. Toplumların gerçeği yitirdiğini söylemek de bir o kadar iddialı. 1940’larda konu üstünde düşünen Frankfurt Okulu sosyologları ve felsefecileri bazı sonuçlara ulaşmıştı ve kitle iletişim araçlarının, propagandanın toplumları yönlendirmeye dönük tesirini saptamıştı. Bir dönemin etkili aracı radyonun hatta televizyonun yerini bugün sosyal medya tutuyor. Fakat işin özü değişmiyor: propaganda ve yönlendirme. Soğuk Savaş yıllarında sağ kesimin sol kesimi lanetlemek için kullandığı bin bir kavramdan biri de ‘beyin yıkamak’ idi. Hiç unutmam, Lise’de edebiyat hocamız Nazım Hikmet’in Moskova’da, geceleri uykusundan uyandırılıp ‘beyninin yıkandığını’ söylemişti (!).
Bugün beyin yıkama süreçlerini o araçlardan çok daha güçlü araçlarla, çok daha bilimsel ve karmaşık bir düzen içinde gerçekleştiriyoruz. Önce kapitalizmin reklam endüstrisi bu yenilenmeyi sağladı, ardından siyaset kapitalizmin araçlarını kullanmaya başladı. Sosyal medya ise, kim ne derse desin, başlı başına bir bilinç zehirleme aracıdır. Gerçekliği, gücü ve işlevi kesinlikle yadsınamaz ama sosyal medyanın her amaca açık bir alan olduğu da bir o kadar yadsınamaz.
Sosyal medyanın kitleler üstündeki etkisinin ikili olduğu biliniyor. Hem doğrudan manipüle ediyor sosyal medya hem de bu alanın kullanıcılarının kendi kendilerini manipüle etmesine olanak sağlanıyor. Sonuç ortada: troller ve siyaset! Şunu da ekleyeyim ki, sosyal medya aynı zamanda bir ayna, insanların istedikleriyle bir arada olduğu, istemediklerini dışarıda bıraktığı, sadece duymak istediklerini kendilerine söyleyen bir ayna. Bir narsisizm alanı. Sosyal psikolojinin bu konuda yaptığı araştırmalar ortada.
*
Yeniden siyasete döneyim. Siyaset bir alan işidir. Daima bir alanda yapılır ve kendisi de bir alandır, siyasal alan. Siyasetin alanı antik Yunan’da meydanlar ve polis’ti, kentti. Sonra, siyasetin doğrudan doğruya kendi örgütlenmesine bağlı olarak, siyasal alan doğdu. Parti veya örgütlenmenin birimi, her neyse artık o, bir alandır, üstünde, daha doğrusu içinde insanlar bulunur. Aralarında farklar bulunsa da o insanlar tıpa tıp aynı olmasa bile çok benzer düşüncelere sahiptir. Bu soyut alan, gerçeğin de özgül (specific) şekilde biçimlenmesini kabul eder, hatta gerçeği o özgüllük etrafında biçimlendirir.
İdeoloji budur ve bu nedenle Marx, ideolojiyi, dünyanın yetersiz, eksik bilgisi olarak tanımlıyordu. Şuna gelmek istiyorum: siyasetin gerçeği, gerçeğin kendisi değildir, o düşünce yapısının gerçeğin görmek, duymak, bilmek, kabul etmek istediği şeklidir. Siyasetin gerçeği, kendi gerçeğini öne sürmesi son derecede meşrudur ve siyaset zaten onun için yapılır. Bu farklılaşma olmasaydı siyaset yapılamazdı. Siyaset sınıfsaldır. Her sınıfın ‘o’ gerçeği alımlayışı diğerinden farklıdır ve her sınıf kendi gerçeğinin peşindedir. Siyasal örgütler aynı gerçeğin etrafında birleşmemiştir, farklı gerçeklerin çevresinde ayrışmışlardır. Demokrasinin niteliğini tam da bu ayrışma olgusu meydana getirir.
Siyasal propaganda, kitleleri gerçeğin o haline inandırmak işidir. Gerçeğin ayrılmaz parçası olan doğru da aynı alanda, ideolojik planda, biçimlenir ve o ideolojiyi benimseyen insanlar o gerçeğin doğru olduğuna inanır. Tersi de geçerlidir. O söylenen, önerilen, iddia edilen doğruysa, insanlara göre, gerçektir. Halbuki, işin böyle olmadığı bize söylendi ve gerçek-sonrası bir dünyada yaşadığımızı öğrendik. Daha önce gerçeğin tekil olmadığını, sabit olmadığını biliyorduk ama şimdi, gerçek-sonrası dünya, gerçeğin dışında bir zeminde yaşadığımızı bize benimsetti. İşte gerçeğin bu tükenişi, bu sonlanışı ertesinde onu ikame edecek araç olarak gelişti sosyal medya.
*
Bizim doğrusunu ütopya diye bildiğimiz sözcüğün aslı u-topia’dır ve olmayan yer anlamına gelir. Siyaset bugün ütopik bir zeminde yapılıyor, olmayan bir alanda gerçekleşiyor siyaset, siyasetin zemini yok bugün. Zaten soyut bir alanın üstüne kurulu olan siyasetin, gerçeğin yitiminden sonra tam manasıyla olmayan bir yerde/zeminde yapıldığını, evet, belirtmek zorundayım ve sanırım bu açıklama sosyal medya denen olgunun hakikatini de açıklıyor. (Sosyal medyayı, elbette başka türlü kullanmak ve gerçeğe erişim doğrultusunda işlevlendirmek mümkün, öyle yapılıyor da, fakat bahsettiğim şekilde kullanımının yanında bu maksada dönük gücü çok sınırlıdır sosyal medyanın.)
Otokratik yönetim, gerçeği, bildiği, işine geldiği gibi sunan yönetimdir. Gerçek-sonrası dönemle otokratik yönetimlerin dünya ölçeğinde eşzamanlı olarak yükselmesi tesadüf değildir. Gerçeğin ortadan kalkması, insanların, çok zorlu bir iş olan gerçeği araması, bulması, onun için düşünmesi, irdelemesi, çözümlemesi gibi bir darlıktan onları kurtardı sosyal medya. Birileri nasılsa onların yerine düşünüyor şimdi ve gerçek artık tek değil, neredeyse kim neyi seviyor, seçiyor ve inanmak istiyorsa, gerçek o. Herkese göre bir gerçeğin bulunduğu, gerçeğin herkese göre biçimlendiği bir dünyadayız. Eskiden gerçek insanları biçimlendirirken şimdi gerçek insanları biçimlendiriyor.
Hayli rahat bir yaşam. İnsanlar, yeni moda terimle, konfor alanlarının dışına çıkmak zorunda kalmıyor. Oysa gerçek rahatsız edicidir, insanı inandığından, bildiğinden uzaklaşmak zorunda bırakır. İnsanlar, bugün, gerçeğe değil kendilerini huzursuz etmeyecek bir yalana inanmak istiyor ve ‘dezenformasyon’ o yalan dünyasının sistemik adı. Siyasetin, otokratik yönetimlerin ve dezenformasyonun nasıl at başı gittiğini öğrenmek isteyenler Maximilian Conrad ve arkadaşlarının hazırladığı Europe in the Age of Post-Truth Politics: Populism, Disinformation and the Public Sphere (Gerçek-Sonrası Dönem Siyasetinde Avrupa: Popülizm, Dezenformasyon ve Kamusal Alan).
*
Türkiye bu dünyanın kurucularından biri. Öteden beri yinelediğim ve inandığım görüş, bizde düşünülenin tersinedir. Biz genellikle şu veya bu toplumsal ya da siyasal hareketin dışarında başlayıp Türkiye’ye aktarıldığını düşünürüz. Kesinlikle yanlıştır. Türkiye’de başlar ve dünyaya aktarılır. 1908 Jön Türk devriminden bu yana bu iş böyledir. Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm şu veya bu şekilde dışarıya taşmıştır. Özal dönemi politikaları dünyada hayli izlenmiştir. 2002 sonrası Türkiye’de yaşananlar yine dünyada yer yer model oluşturmuştur ve son seçimlerde yaşanan değişiklik yine dünyayı etkileyecektir.
Bir bütün olarak bakınca 2002 sonrasında yaşanan toplumsal dönüşüm çok kapsamlıdır ve dikkatle ele alınması gerekir. AKP dışındaki siyasetler o dönüşümü yeterince irdelemediğinden bugüne değin sistemi dönüştürecek önerilerde bulunamadı. Çünkü tüm partiler, başka yazılarımda ifade ettiğim gibi ‘AKP’lileşmeyi’ daha kolay, ‘gerçekçi’ ve yararcı/çıkarcı buldu.
AKP dönemi artık bir çeyrek yüzyıla uzanıyor. İnsan ömrü için de siyasal analiz için de gereğinden uzun bir süre. Tek bir unsurla ele almak ve değerlendirmek olanaksızdır yirmi beş yılı. Özellikle 2013 sonrasında hızla gelişen politikalar bahsettiğimiz dezenformasyon ve propaganda süreçlerini yoğun şekilde kapsıyor. Bugünün dünyasında propaganda çok karmaşık bir olgu. Sadece dizi filmlere dikkat çekmek bile yeterli. Kurtlar Vadisi’yle başlayan dönem önce Muhteşem Süleyman’la devam etti (ve Ertuğrul Günay’ın Kültür Bakanı olarak kellesinin alınmasındaki etkenlerden biri oldu), oradan Selçuklu, Osmanlı dönemlerine atladı. Devam ediyor. Dizilerin kahramanının esasen kim olduğu, sözlerin hangi mesajları içerdiği besbelli.
*
Ortada ‘uyuşturulmuş’ bir insanlık ve toplum var. Türkiye, lise öğretimini, hatta ilk öğretimini heba etti. Okullarda ciddi felsefe, tarih, edebiyat öğretilmiyor. 1900’lerden kalma bir hevesle tüm öğrenciler mühendis olsun isteniyor. Analitik düşünce, eleştirel düşünce kalmadı. Sosyal medyaya dönük sınırsız bir ilgiye sahibiz. Günde 2 saat 45 dakikamızı sosyal medyada harcıyoruz ve bu süre dünya ortalamasının bir katı üstünde. Kitap okumak söz konusu değil. Yeni kuşak okumayı da bilmeyecek.
Böyle bir dünyada siyasetin anlamı farklılaşıyor. Bugün, makro sosyolojiler, bir Durkheim, Weber, Parsons yok sosyolog olarak. Mikro sosyolojiler çok daha büyük bir önem kazandı. İnsanların davranış kalıpları, toplum değişkenlerinin ölçülmesi, hiç akla gelmedik bir olgunun çözümlenmesi şimdi daha büyük fikirler veriyor bize o toplum ve siyasal gerçeği hakkında. O açıdan bakınca Türk toplumunun durumu hayli vahim. Yıllardır (muhtemelen 1980 sonrasında) anlamsız bir lüks tüketim merakı insanları sardı. ‘Tüketiyorum o halde varım’ yeni insanlığın sloganı. Onu besleyen akıl almaz bir narsisizmden söz etmek gerekir ki, maalesef dünyada da durum bu. Siyaseti bu anlayış ve yapı biçimlendiriyor.
Politik açıdan bu kervana ‘ideolojiler bitti’ anlayışını eklemek gerek. İdeoloji insanın en büyük eğitimidir. Politik düşünce aynı zamanda bir yaşama biçimidir, kişilik terbiyesidir. Eğer ideolojiler ortadan kalktıysa insanlığın toplum bilinci de ortadan kalkar. Toplum bilincinin öne çıkmadığı bir düzende etikten söz açılamaz. O durum sadece toplum ilişkisini ve politik cemaat ruhunu değil, gerçek ve sağlam bir bireyselliği de yok eder. Öylesi bir bireylik etik dışı değildir ve o bireycilik, egoizm, ben-merkezcilik anlamına gelmez. Aksine çözümlemeci ve eleştirel düşünce evvela bireylik meselesidir. Dünya ve Türkiye otokratik yönetimlere ve araçlarına bu koşullarda erişti.
*
Çok uzun yıllardır Türkiye gerçek dışı bir dizi masalla avutuluyor. Olmayan bir geçmiş anlayışı insanları büyülüyor, zehirliyor, esir ediyor. Geçmiş, tarihin merceğiyle bakılan, gerçeğin arandığı bir alan değil artık. Bir büyü ve masal dünyası. Öte yanda Türkiye, içi boş, temeli olmayan bir böbürlenmeyle yaşıyor. ‘Sen kimsin’ bugün Türkiye’de herkesin birbirine sorduğu ana soru haline geldi. Elbette iki yanı var bu sorunun. Soran kişi, hem karşıdakinin kim olduğunu bilince alttan almaya başlayacak, yanlış yapmak istemiyor, bir tür güvence arayışı içinde, hem de eğer kendisi ondan daha üstünse karşısındakini alabildiğine ezecek. Aynı böbürlenmeyle insanlar kaldırımlarda motosiklet sürüyor ve ‘ne yapıyorsun’ diyenin üstüne yürüyor.
Gündelik olaylar gibi duran bu ‘sahneler’ bahsettiğim mikro sosyolojileri hazırlıyor ve ülkenin içinde yaşadığı gerçeklik (daha doğrusu gerçek-dışılık) hakkında bilgi veriyor. İnsanların yoksullaşması dahi siyaseten yararlanılan bir araç halinde, çünkü, peşinden sistem dışı dağıtım politikaları geliyor. Yıllardır devam eden ve bir başarı olduğunu kabullenmek gereken göç politikaları neticesinde şehir merkezi dışındaki uydu kentlerde yaşayan aileler, cemaat ruhu içinde, geleneksel hayatı sürdürüp siyasal ve toplumsal modernleşmeye erişemiyor, yeni bilinç geliştiremiyor.
Unutulan başka ama çok önemli bir siyasal modernleşme unsurunu anımsatayım: Anadolu yüzeyine yayılmış sanayileşme, fabrikalar, oralarda ciddi bir siyasal ve toplumsal bilinç dönüşümünün aracı ve altyapısıydı. Sanayinin bölgesel planda yaşadığı kısıtlamalar o olanağı ortadan kaldırdı. ‘Fabrika işçisi’ olmak son derecede önemliydi, bugün söz konusu bile değil. Son yirmi yılda artan tek şey kamu personeli sayısı. 2007’de 3 milyon olan memur sayısı bugün 5 milyonu geçmiş bulunuyor. Kamu personelinin devlet ve ideolojisiyle ilişkisini ayrıca belirtmeye gerek yok.
*
Dünya yeniden demokrasiye dönmek zorunda. En şiddetli örneklerini Trump Amerika’sında gördüğümüz popülizmin, Rusya’dan başlayarak neredeyse tüm Avrupa ülkelerine yayılan otokratik yönetimlerin demokratik yönetimlere evrilmesi şart. Bunu ancak yeni bir sosyal demokratik anlayış gerçekleştirebilir. Sosyal demokrasinin o atılımı ancak ve ancak yeni bir gerçek tarif etmesinde, daha doğrusu gerçeğe yeniden gerçekliğini kazandırmasına bağlı. İnsanları bu yalan, masal ve büyü dünyasından kurtarmadan, gerçeğin somutluğunu onlara duyurmadan Türkiye’de her siyaset bugünkü siyasetle özdeşleşir. Mevcut koşullar ancak gerçeğin dönüştürülmesiyle aşılabilir.
Mutlak bir şekilde uygulanan liberal ekonomilerin böyle bir şansı yok ve bu matematiksel bir gerçektir. Ayrıca yeni politika düzenlemesinde yeni solun bir komplekse girip liberalizmle sentez yapabilmek için zaman ve emek hazırlamasına gerek yok. Yol haritası arayanlar için Hilary Wainwright’ın son kitabı A New Politcs From the Left (Solun Yeni Politikası) çok işe yarayacak bir yol haritası çiziyor. İdeoloji gerçeğin kavrandığı alandır.
Yeni bir dünyaya ve Türkiye’ye ihtiyaç var. Bu umudun tazelenmesi gerekiyor ve onu ancak gerçek bir sol politika sağlayabilir. ‘Karizma’ kavramı üstünden geliştirilecek yeni bir siyaset anlayışı sadece sağın işine yarar ve kitleleri masal, büyü dünyasında tutar. Sokaktaki yoksul, çaresiz insanın ‘ben Cumhurbaşkanı olsam…’ demesi ne kadar sorunluysa, karizma gücü ve etkisiyle liderlik arayan sol politikacı da o kadar sorunludur. Çözüm dün de bir ideoloji ve siyaset işiydi, bugün de. Çözüm dün de gerçeğin somutlaştırılması ve politikanın o gerçek etrafında kurugulanması işiydi bugün de.
Kaldı ki siyasette her bugün yarın demektir.