Bana ”Türkiye de Kadına yönelik şiddet ve muhafazakarlık ilişkisi üzerine ne düşünmeli” diye bir soru sorulduğu için bu yazıyı yazıyorum. Size sorulsa ne düşünürdünüz? Pek çok şey değil mi? Çünkü her başlık da muazzam geniş. Türkiye, on üç yıldır kendini muhafazakar-demokrat olarak tanımlayan AKP hükümetleri tarafından yönetiliyor. Türkiye’de son on yıldır daha da fazla sayıda kadın, yakınları olan erkekler tarafından öldürülüyor. Bu yıl 14 Şubat’ta genç bir üniversite öğrencisi olan Özgecan’ ın öldürülmesi sonrası Türkiye‘nin her yerinde büyük bir öfke yaşandı. O 14 Şubat gününden bu yazıyı yazdığım ana kadar 31 kadın daha öldürüldü. İsimleri her gün anıt sayaca ekleniyor. (http://www.anitsayac.com/). Sayaçtaki sonuncu isim nişanlısı tarafından bıçaklanarak öldürülmüş.
Erkek şiddeti üzüntü ve korku yaratıyor. Öte yandan Türkiye’de her gün mahkeme kapılarında dava takip eden, gösteri yapan, yayın yapan kadınlar var ve onların sloganı da topluma yayılıyor: “yasta değil, isyandayız!” İsyanımızın hedefi, erkeklere kadınların bedenini ve hayatını denetleme ruhsatını veren her türlü düşünce.
Kadın cinayetleri ve muhafazakarlık
AKP’nin kendini “muhafazakar demokrat” ilan ettiği Yalçın Akdoğan imzalı manifestonun yayınlandığı yıllardan bugüne kadar Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, siyasi düzeni büyük değişiklikler geçirdi. İşbaşına geldiğinde uluslararası liberal yeni ekonomi düzeniyle, Avrupa Birliği ve ABD ile bütünleşen AKP toplumun muhalif kesimleri, sermaye grupları ve kanaat önderleri tarafından” demokrat “ olarak nitelendirildi ve desteklendi. Bu dönemde uluslararası kadın hareketinin ve Türkiyeli kadın kuruluşlarının doksanlı yıllarda başlayan çalışmalarının baskısı ile kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik pek çok adım atıldı. Medeni yasa ve miras hukukunda kadınlar lehine yapılan reformları onaylayanlar, bu yasaları aile hayatını düzenlemesi gereken esas kurallar olarak benimsemediler. Aileyi, yani “özel alanı “düzenlemeye yönelik ayrıntılı İslami kurallara kafaca bağlı kaldılar. Kadınlara yönelik şiddeti önlemek için bağımsız kadın kuruluşlarının yaptığı önerilerle çıkan yasalara, ticaret kanunlarına verdikleri değerin binde birini vermediler. Aile hayatına aile büyüklerinin, aşiret reislerinin, aile reisi olan erkeklerin, dini büyüklerin yön vermesi onlara daha normal geliyordu; hala da öyle geliyor.
Yasta değil isyandayız
Kadınlara yönelik şiddet, tüm dünyada feminist hareketler tarafından ortaya çıkarılmış, kavramsallaştırılmış yaygın ve sistematik bir eziyet türü. Türkiye’de ev içinde yaşanan erkek şiddetini açık eden hareket, 1987 yılında feministlerin yürüttüğü “kadınlar dayağa karşı dayanışma” kampanyasıdır. Anneler gününe denk getirmeye çalıştığımız, 17 Mayıs ta yapılan yürüyüşün baş sloganlarından biri “dayak nereden çıktıysa oraya “ idi. Dayağı annelerin ayağının altında olduğu söylenen cennete geri göndermek istemiştik; gönderemedik, ama çıktığı yerin cennet olduğunu kabul etmediğimizi bağırmak cesaretini gösterdik. O yıllarda erkeklerin kadınları bu kadar kolay dövebilmelerinin, öldürebilmelerinin altında cehalet, canice hisler, saplantılı düşünceler, Batı kaynaklı dejenere fikirler, ahlaksızlık, feodal değerler değil başka şeyler olduğunu düşünmeye başlayan kadınlar, bu şiddetin tıpkı sınıf düzeni gibi bir cinsiyet düzeninin bir aracı olduğu sonucuna varmışlardı. Kadınların erkek şiddetine karşı mücadelesi o günden bugüne çeşitli iniş ve çıkışlarla sürüyor.
Ev içinde yaşanan şiddetin, feminist kadınlar dile getirene kadar toplumsal bir sorun olarak görülmemiş olması, kadın hareketinin yırttığı perdenin ne kadar ağır olduğunun bir işareti. Kadın cinsinin tüm dünyada ezilme ve sömürülmesi konusuna kör olan gözler, yüzyıllarca evlerden yükselen kadın çığlıklarını duymamış; duymamış gibi yapmış ve en kötüsü duymuş ve sessizce onaylamıştır. Oysa bu şiddet hepimize annemiz, babamız mesafesinde yakın olan bir şiddet türü. Yatak odaları ve salonlarda gerçekleşen eziyetler, hakaretler, cinayetler egemen ahlakın gücü sayesinde, erkek egemen toplumbilim, tarih ve iktisat araştırmalarının, tıbbın, psikolojinin, kültürün konularının dışında, kör karanlıkta bırakılabilmiştir. Kadınlar kutsal aile mahremiyeti cenderesinin onları zorladığı suskunluklarını terk edince, dünyanın her yerinde bir kabuk kırıldı. Bugün kadınlara erkeklerin yaşattığı şiddetten bahsetmek ayıp karşılanmıyor, böyle bir derdin varlığı kabul ediliyor. Kadınların sadece kadın oldukları için yaşadıkları ekonomik-toplumsal koşullar daha yeni yeni analiz ediliyor. O yüzden kadınlar tekrarlara ve geriye düşmelere aldırmadan isyan çizgisini sürdürmek zorundalar.
Kadına karşı şiddetin işlevi; aile ve evlilik dışında güvenlikli hayat
1987 yılında, Feminist dergisinde Stella Ovadia kadınlara karşı şiddetin işlevi nedir diye sormuş ve şöyle yazmıştı: “Kadınlara karşı tehdit ve şiddet kadınları belirli davranışlara zorlamayı ve bazı alanlardan dışlamayı ya da etkinlik alanlarını sınırlandırmayı amaçlıyor… Kadınlara erkekler tarafından reva görülen şiddet çok iç burkucu ve çetrefil bir konu. Çetrefil çünkü biz kadınları en çok dövenler sevdiğimiz, seviştiğimiz, birlikte çocuk büyütmeye çalıştığımız erkekler veya babalarımız, abilerimiz oluyor. Hepsi geniş veya çekirdek aile içindeki yakınlarımız. Mahremimizden kaçamıyoruz. Oysa kadınların baba evi ve koca evi dışında gidecek bir yeri olmaması o kadar normal karşılanan bir durum ki! Feministler dayağın çıktığı yer olan aileyi istemiyoruz derken çok haklıydılar. Dolayısıyla aileyi kendi başına cinsiyet egemenliğinin örüldüğü birim olarak görmek ve o yüzden değişmesini istemek zaman içinde çok meşru bir görüş haline geldi; pek çok kadın hayatını verili aile anlayışı dışında yaşamayı kendinde hak görmeye başladı. Feminizmin etkisinin yaygınlaştığı yıllarda İslamcı düşünceler de büyük bir yükseliş yaşadı. Türkiye’de 1980’lerde yükselen İslamcı hareketle, bu hareketin içinden koparak gelen AKP arasında “kadın ve aile” konusunda bir görüş farklılığı olduğunu düşünmüyorum. Egemen İslamcı öğretinin farklı ekolleri, tarikatları, hocaları pek çok konuda ayrılığa düşmüş, ama aile ve kadın ahlakı konusunda hiç ayrılığa düşmemiştir. Bunun ispatı yayınlarıdır. Egemen Sünni düşünce, değişmeyen bir aile anlayışına sahiptir. Bu anlayış İslami aileyi toplumun temeli olarak görür. İnternette “İslam ve aile “diye bir tarama yapınca karşılaşacağınız metinler binlercedir. Rastgele alıntılar yapmak istiyorum:
“Allahu Teala, ev idaresi ve ihtiyaçlarını temin etme vazifesini, kısaca ev reisliğini erkeğe vermiştir. Ev hanımlığı, ev reisine itaat etme ve ailenin şerefini her halükarda koruma vazifesinden de hanımları sorumlu tutmuştur.” (Semerkand)
“Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Karşılıklı hakların denkliği yanında tek istisna kocanın aile reisi olmasıdır. Bu reislik bir tahakküm değil, bir himaye ve düzeni koruma vasıtasıdır.“ (İslam’da Hayat)
“İslamiyet’te erkek aile reisidir, evin girdisinden çıktısından o sorumludur.O yüzden kendisine karşı başkaldıran eşini dövebilir. Evlilik birliğini doğrudan doğruya veya dolaylı yollarla yıkmaya yeltenen bir kadın dövülmeyi hak etmiş demektir. Yine Allah emirlerinden birine yan çizen veya O’nun yasaklarına aldırış etmeyen kadın da dövülür. Çünkü daha birçok yerde de söylediğimiz gibi; «Yaratana isyan olan yerde, yaratılmışlara itaat yoktur .»Bu sıraladıklarımızın dışında erkek, eşini dövmek yetkisine sahip değildir. Nitekim Peygamberimiz (S.A.V.):«Hiç kimse eşini, kölesini döver gibi dövmesin. Çünkü olabilir ki gün bitiminde onunla münasebette bulunabilir» diyerek kadınlarla iyi geçinmeyi öğütlemiştir. .(Cüppeli Ahmet Hoca)
Ben İslamcı yayınların kadınları ve erkekleri küçük yaştan itibaren şekillendiren etkisini her zaman ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. Egemen İslami düşünce kalıplarını benimseyen kişilerin aile kurumunu kadınlara yönelik şiddetin kaynağı olarak görüp eleştirmesi, bana kalırsa imkansız. Tam tersine, egemen İslamcı düşünce aile huzurunu bozan tavır ve davranışlara karşı şiddet uygulanmasını, fertleri belli sınırlarda tutmak adına her zaman meşru görmüş.
Eşitsizler toplumuna hayır!
İslamcılığın Türkiye’de ideolojik bileşenlerinden biri olan AKP kendinden önce başlamış bir sürece ivme kazandırdı. AKP bizleri neo-liberalizmin kuralsız piyasa düzeninin kollarına hiçbir devlet güvencesi olmadan bıraktı. Bunu yaparken laisizmi eleştiren bir cepheden güç aldı. Bunu Allah rızası idealini sömürerek yaptı. Bu on üç yıl içinde erkekler ve kadınlar için parasız okumak ve güvenceli işlerde çalışmak çok zorlaştı. AKP her fırsat bulduğunda “kreş eken huzurevi biçer” diyerek kadınların çalışmasına karşı çıktı. Ama kadınların eşitlik ve özgürlük arayışı durmadı. Kadınlar 1980’li ve 1990’lı yıllarda kazandıkları hareket alanını, zorlanmadıkça terk etmeye yanaşmadılar. Türkiye’de kadınlar, bu kadar baskıya rağmen, imkanları varsa boşanmayı ayıp bulmuyorlar; çok çocuk doğurmaya hemen ikna olmuyorlar; kazandıkları parayı kocalarına emanet etmek istemiyorlar; sokaklarda geziyor, süsleniyor, dansa gidiyorlar. Hal böyle olunca kendine çizilen sınırları aşmaya cüret eden kadınlardan üstün olduklarına inandırılmış erkekler daha çok ve daha kolay öfkeye kapılıyor. Yoksul erkekleri ve kadınları isyan ettikleri zaman tekmeletmekten çekinmeyen muhafazakar iktidar, feministlere ve “biz erkekler tarafından denetlenmek, korunmak istemiyoruz” diyen kadınlara da çok sinirleniyor. Öyle ki, Cumhurbaşkanı “Siz bize Allah’ın emanetisiniz; biz sizi koruyalım diyoruz, daha ne istiyorsunuz?” diye bağırıyor.
Biz de diyoruz ki, erkeklerin ”güçlüler” olarak görülüp bizi koruduğu, kadınların “güçsüzler” olarak tanımlanıp erkeklerce korunduğu bir düzen istemiyoruz. Eşitsizler fikriyatını, bunu sürdürmeye imkan veren ilahiyatı, buna dayalı aile içi iş bölümünü reddediyoruz. İnsanların eşitçe birbirlerini esirgedikleri bir düzen istiyoruz. Hal böyle iken, “kadınlar fıtraten güçsüzdür” diyenlere ve onlara destek verenlere, kim olurlarsa olsunlar kızmak gerekmiyor mu?
*Handan Koç,
Yazar,
handankoc1978@gmail.com