Türkiye önemli bir deprem kuşağı üzerindedir. Ülke alanının %70’ini oluşturan birinci ve ikinci derece deprem bölgelerinde büyük depremler ‘beklenmeyen olay’ değildir. Türkiye gibi bir deprem kuşağı üzerinde her hafta 4 büyüklüğünde, her ay 5 büyüklüğünde deprem olması biz yerbilimcilerce olağan dışı bir durum olarak tanımlanmaz. Nüfusun %75’inin şehir merkezlerine yakın yaşadığı Türkiye, “şehir depremleri” sürecine girmiştir. Birinci ve ikinci derece deprem bölgelerinde kalabalıklaşan şehirlerde önlem ve hazırlık uygulamalarının eksiklikleri nedeniyle kayıp riskleri de artmaktadır.
Jeolog ve jeofizikçiler depremlerle ilgili bilimsel çalışmalarını durmaksızın ve arttırarak sürdürmektedirler. Deprem tehlikesi ve risk azaltma konuları ile ilgili saptamalar yapılmakta ve raporlar tüm ilgililere sunulmaktadır. Asıl sorun tehlikeye yönelik yapılan bilimsel saptamaların risk ve kayıp azaltma doğrultusunda radikal biçimde uygulamaya konulamamasıdır. Yani sorun teknik değil, yetersiz afet politikaları ve idari işleyişin ortaya çıkardığı aksamalardır. UNDP’nin araştırmasına göre Türkiye afet kayıplarında dünyadaki 191 ülke arasında 5. sırada yer almaktadır. Afet nedeniyle yılda ortalama 900 ölüm sayısı ile dünyada 3. sıradayız.
Tarihsel kayıtlar ve yeraltındaki durum ışığında…
Yıllardır yapılan araştırmalar, ülkenin en tehlikeli fay hattı olan Kuzey Anadolu Fayı’nın Sakarya’nın batısında kollara ayrılarak Marmara Bölgesi’ne yayıldığını ve bu fayların büyük çoğunluğunun aktif (diri) olduğunu göstermiştir. Marmara Bölgesi’nde Doğu Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti dönemindeki yerleşimleri zaman zaman tahrip eden depremleri Marmara’daki bu faylar yaratmıştır. Son 2000 yılda büyüklükleri 6.8 ve daha büyük olan kırkdört tane depremin başta İstanbul olmak üzere Marmara Denizi çevresindeki yerleşimlerde önemli hasar ve kayıplara neden olduğu tarihsel kayıtlara geçmiştir.
Kuzey Anadolu Fayı’nın en önemli kolu İzmit Körfezinden girerek Marmara Denizi’nde İstanbul’un güney kıyılarından 10-15 km uzakta Saros Körfezine doğru uzanmaktadır. Bu faya Kuzey Marmara Fayı adı verilmiştir. Marmara Bölgesi ironik bir durumla karşı karşıyadır. Deprem tehlikesi böylesine yüksek olan bu bölge aynı zamanda en yüksek nüfus artışının yaşandığı ve Türkiye GSMH’sının en fazla olduğu bir yerdir. 500 büyük sanayi kuruluşundan 250’si bu bölgededir. Nüfus ve ekonomik değer artışına bağlı olarak zaman içerisinde kayıp riskleri de sürekli artmaktadır. Marmara Bölgesi için 7 ve daha büyük bir depremin büyük bir yerleşim birimine yakın olması durumunda kişi başına fiziksel kayıp değeri 10.000 -15.000 dolar arasında olabilecektir. Merkezi ve yerel yönetimlerin bu nüfus artışını azaltma ve Marmara’nın çekim merkezi olmasını durdurma gibi bir strateji ve politikaları yoktur; tam aksine bir gidişat vardır.
Her büyük depremden ve afetten sonra aldığımız ancak ödevini yapmadığımız dersler gibi, 17 Ağustos 1999 Depremi de Türkiye’de deprem kökenli risklerin azaltılması konusunda yeniden bazı değerlendirmeler yapmayı gerektiren çok acı sonuçlar oluşturmuştur. Bu deprem, hatalı afet yönetim ve anlayışın ortaya çıkması açısından belediyecilik ve her ölçekte planlama tarihine damgasını basmıştır. Hem de her 5 yılda kalkınma planları yaparak planlı gelişme(!) yapmaya çalıştığımız halde.
Marmara Bölgesi ulusal yığılma alanı konumunda
1999 Kocaeli ve Düzce depremlerinden sonra Marmara Bölgesi’ndeki tarihsel ve aletsel dönem deprem verileri ve fay bilgileri yeniden derlenmiş ve Marmara’da deprem tehlikesinin olasılık değerlendirmesi yeniden yapılmıştır. Bulgulara göre, 2004 yılından başlayarak önümüzdeki 30 yıl (bina teknik ömrü baz alınarak verilen yıl) içerisinde, büyüklüğü 7 ve daha fazla büyüklükte bir depremin oluşma tehlikesi bölgenin çeşitli yerlerinde %35 ile %70 arasındadır. Olasılıksal tehlike hesabı açısından bu çok yüksek bir değerdir. Başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesi; halkı, idarecisi, sanayicisi ve politikacısıyla bu gerçeği görmek ve deprem kayıp risklerini azaltma yönünde vakit kaybetmeden bilimsel rapor ve eylem planlarında önerilen planlamaları ve yeniden yapılanma çalışmalarını hızlandırmak zorundadır. Başta meslek örgütleri olmak üzere birçok sivil toplum örgütü, üniversiteler ve kuruluşlar riskin azaltılması için önemli çözüm önerileri içeren raporlar sunmuşlardır.
İstanbul İli’nin nüfus artış hızı -%3,5-4,0 ile- ülke genelinin iki katından fazladır. İstanbul dünyadaki en büyük 25 kentten biridir. Hızlı göç altındaki kent, deprem ve diğer doğal ve teknolojik riskleri hiçe sayılarak büyümüş ve büyütülmektedir. Anadolu’da sanayi ve ticari çekim merkezleri yaratamayan politikalar yüzünden oluşan göç ve nüfus artışı, risk azaltma ve önlem çalışmalarını felç etmektedir. Plancılık imar talanına kurban edilmiştir. Önce yerleş sonra plan yap sarmalına girilmiş, hakkaniyet yerini ranta bırakmıştır. Eşsiz tarihi ve doğal mekanlar da nüfus artışına koşut olarak yapılaşma baskısı altındadır. İzmit Körfezi Köprüsü, 3. Boğaz Köprüsü, 3. Havaalanı ve Çanakkale Köprüsü otoyollarla Marmara Bölgesi’nin güneyine bağlanacak, böylece Altın Taç projesi gerçekleştirilerek Marmara Bölgesi 40 milyonluk bir nüfusu barındıracak bir çekim merkezi durumuna dönüştürülecektir. Bu paradoksal gelişme içerisinde İstanbul il alanının toplamının %58’i deprem etkileri bakımından en tehlikeli alan olan birinci (%16) ve ikinci derece (%42) alanlardadır. Bu alandaki nüfus, 2000 sayımına göre, 8.3 milyondur. İl alanının %30’u üçüncü derece (1.4 milyon nüfus) ve %12 si dördüncü derece (261 bin nüfus) deprem tehlike bölgelerinden oluşmaktadır. Toplam konut alanının %89’u birinci ve ikinci derece deprem bölgesindedir. Bu konut alanlarının %13’ü deprem sırasında en kötü davranan alüvyon ve dolgu zeminler üzerindedir.
Sanayi yatırımlarının gittikçe artan bir şekilde birinci ve ikinci derece tehlike alanlarında yığıldığı görülmektedir. Türkiye genelindeki en büyük sanayi kuruluşlarının %41’inin İstanbul il sınırları içerisinde yer seçtiği anlaşılmaktadır. Her türlü sanayi faaliyetinin bulunduğu alanların %15’i alüvyon ve dolgu zeminler üzerindedir. İstanbul’da mevcut çeşitli sanayi sektörlerinin 7 ve daha büyük bir depremde maruz kalabileceği makina, cihaz ve stok kaybı bazı sektörlerde %10’u geçmektedir. Bu gerçekler karşısında TOBB, TUSİAD, İSO gibi kuruluşların risk azaltma çalışmaları ve hazırlık politikaları ve faaliyetleri hakkında bilgimiz yoktur. Acaba bu kuruluşların misyonlarında deprem risklerinin azaltılmasına dair stratejiler ve uygulamalar nedir? Ülkenin sosyo-ekonomik durumu ve geleceği ile ilgili sıkça görüş bildiren bu örgütler Marmara’da oluşacak büyük bir depremin yaratacağı kayıpları, en azından kendi iş alanlarında nasıl azaltmayı düşünüyorlar?
İstanbul’da ticari faaliyetlerin yer aldığı alanların %56’sı birinci derece, %43’ü ise ikinci derece deprem bölgesindedir. Ticari kurumların %20‘si alüvyon ve dolgu alanlar üzerinde bulunmaktadır. Ticari kurumların yerleştiği alanların %15‘i birinci derece deprem bölgesinde ve alüvyon zeminler üzerindedir. İstanbul’daki otellerin %78’i birinci derece, %21’i ise ikinci derece deprem bölgesinde bulunmaktadır.
Yapılanlar ve yapılamayanlar
Önemli saptamaları içeren bir yol haritası niteliğindeki İstanbul Deprem Master Planı, İstanbul Çevre Düzeni Planı ve Deprem Şurası çözüm önerileri ve kararları görmezlikten gelinmiş, raporlar raflarda kalmıştır. Ne ilginçtir ki, sayısı hergün artan yüksek yapılar için hala deprem yönetmeliği yapılamamıştır.
Marmara Depremi Yeniden Yapılandırma Projesi çerçevesinde İstanbul’daki kamu binalarının depreme hazırlanması amacıyla oluşturulan İSMEP Projesi için 2006 yılından bu yana 4 farklı uluslararası bankadan alınan kredi 1,30 milyar Avro’dur (4.3 Milyar TL). 2013 itibariyle 640 okul binasının güçlendirme, onarım ve yenilemesi; 148 okulun yıkım ve yeniden yapımı; 9 hastane ve 40 poliklinik-aile sağlığı merkezinin güçlendirme, onarım, yenilemesi, 1 hastane ve 2 polikliniğin yıkım ve yeniden yapımı;7 yüksek öğrenim yurduna ait 20 binanın güçlendirme, onarım ve yenilemesi; Atatürk Öğrenci Yurdu Kampüsü yıkım ve yeniden yapımı; 8 çocuk yurdu ve huzurevine ait 16 binanın güçlendirme, onarım ve yenilemesi; 39 idari binanın güçlendirme, onarım ve yenilemesi yapılmıştır. Sağlık Bakanlığı istatistiklerine göre (2013) Türkiye’deki tüm hastanelerin %15.4’ü İstanbul’dadır. İstanbul’da, 55’i Sağlık Bakanlığı’na ait olmak üzere 4’ü kamu hastanesi, 12 üniversite, 162 özel, 400 civarında aile hekimliği binası bulunmaktadır. Çok sayıda hastane ve kamu binası hala beklemektedir. Altı ayda gökdelen dikilen İstanbul’da nedense bu işler çok yavaş yürümektedir. Bütçede kalan meblağ 1,40 milyar Avro’dur (4.6 milyar TL).
2012 yılında “Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında kanun” çıkarılmıştır. Anayasaya aykırılıkları nedeniyle kanundaki bazı maddeler iptal edilmiştir. Halk arasında “kentsel dönüşüm kanunu” olarak adlandırılan bu kanun, Türkiye’de yavaşlayan inşaat sektörünün hareketlenmesine yaramıştır. Tüm Türkiye’de ilan edilen afet riskli alanların beşte biri İstanbul’dadır. Boş kamu arazileri, ormanlık araziler, baraj ve su havzaları ve şehir merkezindeki askeri alanların önemli bir bölümü dahil toplam üçyüz bin dönüm arazi “rezerv alan” adıyla imara açılmıştır. Bütüncül bir planı, toplu dönüşümü ve katılımcılığı esas alan, çağdaş, hak sahibini ve kültürel ve sosyal dokuları koruyan bir dönüşüm eylemi gerçekleştirilememiştir. Kentsel dönüşüm adı altındaki uygulamalar giderek yüzlerce milyar dolarlık “rezidans ve ofis (!) projeleri”ne ve sebepsiz zenginleşme aracına dönüştürülmüş; dolayısıyla amacından sapmıştır. Uygulama alanlarındaki konut sahipleri mağduriyetler yaşamaya başlamış; biten proje alanlarında kentsel dönüşüm beklentisinin tam aksine yapı ve nüfus yoğunlaşmaları ortaya çıkmıştır. Deprem risklerini azaltması beklenen proje uygulamalarının büyük emsaller, donatı alan yetersizlikleri, nüfus yoğunlaşması ve inşaat standartları açısından deprem risklerini ne kadar azalttığı tartışmalıdır. Dönüşüm alanlarındaki sosyal ve kültürel yapı değişikliklerinin de ayrıca sosyal riskler açısından ele alınması gerekmektedir.
Prof. Dr. Haluk EYİDOĞAN
24. Dönem CHP Milletvekili
halukeyidogan@yahoo.com.tr