Haldun Akgöz – Saray, İtaat ve Aydınlar

183024_10150102993479210_5858666_nYüzyıllar boyunca krallar, derebeyleri, din adamları, hükümetler, sanayici patronlar ve ebeveynler; itaatin bir erdem, itaatsizliğin ise ahlaksızlık olduğu konusunda ısrar etmişlerdir. Bunun nedeni, açıktır ki, mevcut durumu koruma kaygısıdır. İtaatsizlik değişime direnme gücünü kırar, eski kuralların hakimiyetini zayıflatır veya yok eder. Erich Fromm, insanın tarihinin itaatsizlik eylemiyle başladığını söyler (1). Kastettiği şey ‘ilk günah’ olarak bilinen, Adem ile Havva’nın Tanrı’nın emrine karşı geldikleri için cennetten kovulmalarına neden olan mitolojik olaydır. Dahası, Fromm, insanın itaatsizlik eylemleriyle evrimleşmeye devam ettiğini; toplumun hem ruhsal hem de zihinsel açıdan gelişmesini, vicdan ve inançları uğruna otoriteye hayır deme cesareti gösteren bireylere borçlu olduğumuzu öne sürer. Ancak tüm itaatsizliklerin bir erdem, her itaatin de bir ahlaksızlık olduğunu söylemez. Ona göre bir insan sadece boyun eğer ve itaatsizlik yapamazsa, o bir köledir; eğer yalnızca karşı gelebiliyor ama itaat edemiyorsa, o bir asidir. Asilik, akılcı otorite ile akıldışı otorite arasındaki farkı ayırt edemez ve doğal olarak da bir inanç veya ilke adına davranamaz.

 İtaat

İtaat, her türlü otoritenin veya iktidarın korunmasında güçlü bir araçtır. Otoritenin tesis edilmesi kolaydır ve kurulum süresi iktidar sahibinin zalimliği ile doğru orantılı olarak kısadır. İçinde bulunulan sistemin ister zor kullanarak, ister ideolojik hegemonya ile itaati içselleştirmesi, insanların itaate daha yatkın, itaatsizliğe daha uzak oluşuna yol açar. Kişi; kralın, aristokrasinin, mevcut dini yapının ya da modern devletin otoritesine itaat ettiği sürece kendini güvende ve korunmuş hisseder.

İnsanlık tarihi ise, olan biteni öylece kabul eden, değiştirmek için müdahale etmeyen, rezil bir şekilde de olsa yaşamını sadece sürdürmeyi amaçlayan, nefes almayı ve kendi kişisel standartlarını yükseltmeyi başlıca değer haline getiren sıradan yaşamlarla iyiye, güzele, adalete ulaşmak için otoriteye, geleneklere, batıl itikatlara, törelere karşı çıkan yani toplum için aklı kullanmaya cüret eden, “hayır” deme yeteneğine sahip olan yaşamlar arasında şekillenir. Bu itaatsiz aykırılara zaman zaman eylem ve düşüncelerinin bedeli acımasızca ödetilir. Sokrates baldıran zehri ile öldürülür. Çiçero’nun kesilmiş başı ve elleri her zaman konuşma yaptığı kürsüye asılır. Seneca imparator tarafından intihara mahküm edilir. Romalı komutan Pontus Pilatus dövülmüş yaralanmış ve başına dikenden bir taç oturtulmuş İsa’yı kalabalığa takdim ederken “Ecce Homo” der yani “İşte İnsan”. Amaçlanan, tanrısal olması beklenenin aşağılanarak çarmıha gerilmeden önce zihinlerde yok edilmesidir. Yazdığı “Ütopya” ile maddi zenginlik ile erdem arasında ters ilişki olduğunu gösteren Thomas More başı kesilerek idam edilir. Ütopyayı düşleyen baş bedenden uzaklaştırıldığında seyreden ve ders alması gereken kitleler için Thomas More da “Ecce Homo” dur. Liste böyle uzatılabilir ve muhtemeldir ki gelecek zamanların da -böyle kanlı olmasa da- benzer bir listesi olacaktır.

Saray

İtaatsizlik özgür düşüncenin ayrılmaz bir parçasıdır. Gerek bilim insanları gerekse sanatçılar ve düşün insanları için gelişme, eskiyi aşmak ve ondan daha iyi olan yeniye kavuşmaktır. Durumunu muhafaza etmek isteyenler içinse yenilik sadece bilinmezlik demektir. Bilinmezlik, mevcut çıkarların zedelenme korkusunu içerir. Değişime direnme, hem sanat ve bilim hem de siyaset dünyasında bu nedenle sıkça karşımıza çıkar.

Yeniliğin peşinden koşanlarla, değişime direnenler arasındaki bilinen en büyük kavga Ortaçağ’dan kopuşu simgeleyen Aydınlanma ile yaşanmıştır. Toplum bu kavganın ilk muharebesinin kazanıldığını, aristokratların ve ruhbanın davranışlarından öğrenmiştir. Michelangelo ünlü Sistine Kilisesi’nde çalışırken, ziyarete gelen papayı tersler ve kaba bir şekilde kiliseyi terk etmesini ister. Sanatçı şımarıklığı olarak da değerlendirilecek bu davranış karşısında papa koşar adım dışarı çıkar. “Michalengelo yalnız çalışmak istiyor. Kapıları kapatın” der ve bir şey olmamış gibi çekip gider. Olayın tarihe kaydedilmesi ve bugün bile anlatılmasının nedeni, beklenenin dışında aykırı bir içerik taşımasıdır. Ruhbanın kralı papa, şımarık bir sanatçının kaprisleri karşısında -kendinden önceki tüm papalardan farklı olarak- şaşırtıcı bir biçimde sanatçının yaratıcılığını kutsamış ve yenilgiyi başlatmıştır.

V. Karl, sarayında resim yapması için görevlendirdiği bir köylünün oğlu olan yetenekli bir ressamın düşen fırçasını yerden bizzat kendi almış ve ressama geri vermiştir. Çevresindeki saray görevlileri olanları şaşkın bakışlarla izleseler de sonuçta değişimin başladığını hissetmişlerdir. Ortaçağ karanlığını Rönesans ile sanatçılar yırtmış ve onların başlattığı bu kavga düşün insanlarının da biat geleneğinden ayrılmasına, toplum içinden itiraz haykırışlarının yükselmesine yol açmıştır. İtiraz eden aydınlar kendi ülkelerindeki yönetimden, onların sarayından kaçarken başka ülke saraylarının himmetine sığınmıştır. Descartes İsveç Kralı’nın sarayında; Voltaire, materyalizmin öncüllerinden La Mettrie ile birlikte Frederick’ in sarayında; Diderot, Çariçe Katerina’nın sarayında boy göstermiştir. Ancak onlar, günümüzde olduğu gibi saraya kapılanma anlamında değil, yaşamlarını kurtarmak ve düşüncelerini özgürce açıklamak veya üretirken ekonomik saiklerin baskısından kurtulmak için bu yolu tercih etmişlerdir. Çünkü onlar, Sokrates’ten beri bilimin yükselişinin aklın menfaatden uzaklaşması ile mümkün olduğunu bilmektedirler. Onlar, aklı başka bir alana, krala veya otoriteye yaranmak yerine özgürlük, eşitlik ve hümanizma alanına çektiler. Otorite için kullanışlı olup olmamasına bakmaksızın evrensel doğruların peşine düştüler.

Sonraları aydınlar ile saray arasında Ortaçağ’da gördüğümüz aşağılık ilişki uzun bir süre görülmedi; ta ki 20. yüzyıla kadar. Bu yüzyılda sosyalist deneyimlerden gözü korkan liberalizm kendi kullanışlı aydınlarını yaratma yolunu seçti. İtaatin sağlanmasında yeni bir proje olarak, düşün insanlarına ve sanatçılara kendi istekleri ile liberalizmin parayla örülmüş projelerinde yer verildi.

İtaat eden aydın

Şüphesiz ki itaat, katıksız güç kullanarak tesis edilebilir. Fakat bu yöntemin birçok dezavantajı vardır. Çünkü genellikle egemen otorite azınlıktır ve çoğunluğun bir gün gücü ele geçirmesi ile iktidardan inme ihtimali mevcuttur. Dolayısıyla sadece güçten kaynaklanan itaat yetersiz olabilir. Onun kalpten gelen itaate dönüştürülmesi gerekir. İnsan itaatsizlikten korkmak yerine itaat etmeyi istemeli, hatta ona ihtiyaç duymalıdır. Bunun olması için, güç kullanan otoritenin en iyi ve en akıllının niteliklerini de sarayında toplaması gerekir. Ancak bunun sağlanması kolay değildir; çünkü otorite bunu kendi başına gerçekleştiremez. İşte tam bu sırada sahneye, iktidara kapılanmış aydınlar ve sanatçılar çıkar.

Bizimki gibi Doğu toplumlarında bu tür aydın ve sanatçılar için toprak bereketlidir. Ülkemizde bunlara zaman zaman kullanışlı aptallar da denir. Kullanışlıdırlar, ancak kesinlikle aptal değillerdir. Çıkarlarını çok iyi gözetirler ve saraydaki muktedire emeklerinin karşılığını son kuruşuna kadar ödetirler. Kimi hak etmediği üniversite kürsüsünde, kimi köşe yazarlığında, kimi reklam yıldızlığında, kimi de televizyonlardan kaptığı programlar ile bonkörce ödüllendirilir. Ortak yanları normal zamanlarda ulaşamayacakları mevkilere gözlerini dikmeleri, bu gerçekleştikçe de peyderpey gerçeklikten uzaklaşıp halkın doğrusu olmaması gereken şeyleri körükörüne savunmalarıdır. Siyasetin mizahta yeri olmadığını fütursuzca söylerler. Muktedir ile futbol maçlarına çıkar, ona gollük ortalar yapar, sonra da film festivallerinde jüri başkanlığı ile ödüllendirilirler. Öte yandan Levent Üzümcü Şehir Tiyatroları’ndan atılırken sessizliğe bürünürler. Gerçekleri yazan gazeteciler gaddarca kıyıma uğrarken, onlar ihanetlerinin karşılığı olan yalılarında keyif çatarlar. Katledilmiş ufacık bir çocuğun miting meydanlarında yuhalatılmasına sessiz kalarak haysiyetlerini satarlar. Varto’da sokaklarda çıplak bedeni ile yerlerde sürüklenen Kevser’i görmezden gelirler. Halkın görüşünü, önyargıların bulanıklık yaratan sisi ile bilinçli olarak karartmaktan kaçınmazlar.

Halbuki ülke, bugün 30 yılı aşkın bir süredir devam eden, her iki taraf için de öldürücü, moral bozucu ve bitap düşürücü bir savaşın ortasındadır. Böyle çatışmalar fiziksel şiddetin en alçakça ve zalimce tutkuları serbest bıraktığı zamanlardır. Barış dönemlerinde suç kabul edilerek bastırılan dürtüler böyle dönemlerde kolayca  vatansever erdemlere dönüştürülür. Neredeyse iki nesli içine alacak kadar uzun zaman dilimi boyunca süren böyle bir mücadeleden kaynaklanan ahlaki yaralara hiçbir toplum dayanamaz ve hasar görmeden yoluna devam edemez. Yasa ve geleneklerin dokusu ürkütücü bir hızla parçalanır. Böyle dönemlerde ihtiyacımız olan şey görme denileni görmek, duyma denileni duymak ve söyleme denileni söylemektir. Ülke bugüne kadar olmadığı şekilde itaatsizlere muhtaçtır.

İspanya İç Savaşı sırasında Unamuno’nun sergilediği direnç bunun çok belirgin bir örneğidir. O yıllarda İspanya’da faşistlerin sloganı “çok yaşa ölüm”dür. İç Savaş başladığı sırada Salamanca Üniversitesi Rektörü Miguel de Unamuno üniversitede hayatının son konuşmasını yapar. Buna yol açan, en sevdiği sloganı “Viva la Muerte” (çok yaşa ölüm) olan Falanjist (Falanjizm, İspanya’da Diktatör Franco tarafından uygulanan otoriter-kralcı ideolojidir) bir generalin üniversitede yaptığı konuşmadır. Generalin konuşması esnasında salondaki taraftarları bu sloganı atar. Konuşma bittiğinde Unamuno ayağa kalkar ve “Biraz önce nekrofil ve anlamsızca bir çığlık duydum: Çok yaşa ölüm. Ve hayatını, diğerlerinin anlayışsız öfkelerine yol açan tutarsızlıkları şekillendirmekle geçirmiş olan ben, uzman bir yetkili olarak söylemeliyim ki, bu tuhaf tutarsızlık bana itici geldi” der. Bu noktada General Millan Ashtray, kendini daha fazla tutamaz;  “kahrolsun akıl” diye bağırır ve ardından “çok yaşa ölüm” diye sloganı tekrarlar. Salondaki falanjistler gürültüyle destek verir. Ama Unamuno sözlerine devam eder: “Burası aklın tapınağı. Bu kutsal alanı kirleten sizsiniz. Kazanacaksınız, çünkü gereğinden çok kaba kuvvete sahipsiniz. Ama inandıramayacaksınız. İnandırmak için ikna etmeniz gerekir. Ve ikna etmek için ihtiyacınız olan şey sizde yok”. Unamuno çok kısa süre içinde rektörlükten uzaklaştırılmış, ev hapsine alınmış ve olaydan iki ay sonrada kalp krizi neticesi hayatını kaybetmiştir.

Biat ve itaatın toplumları sıkıca kavradığı dönemlerde hem bilimsel üretim, hem de edebiyat ve felsefe kendini çorak bir zeminde bulmuş, bireyin zihinsel üretimi mecalsiz kalmıştır. İdeolojik hegemonyanın etkisi altında kalan aydınlar toplumsal görevlerinden uzaklaşmış, gericiliğe karşı refleksleri zayıflamış, kendilerini biçimlendiren ve var eden özelliklerine karşı ihanet yarışına girmişlerdir. Böylesi dönemlerde kısır döngüyü kıracak olan inançlı, dirençli ve gözüpek aydındır ve Unamuno bunun tipik bir örneğidir.

Akılcı itaatsizler; özgürlüğün yerini diktatörlüğün, hoşgörünün yerini kaba kuvvetin, vicdanın yerini zorbalığın, ortak yararın yerini bencilliğin aldığı dönemlerde hızla artarlar. “Tarihin çok fazla vakti yoktur” der Zweig. Bizim tarafımızdan kolayca farkedilmesi için itaatsizin kazanması gerekir. Ancak tarihin akışı içinde haklı olmak çok fazla bir önem içermez. Haklı ancak kaybetmiş ve ömrünü sadece tarihin tozlu raflarında yer almak için harcamış, bir sürü itaatsiz kolayca hatırlanacaktır. Ama aynı şekilde, çektikleri acılarla orantılı olarak bıraktıkları büyük miras da kolayca fark edimelidir. Büyük idealler, her zaman kazanmasalar da taşıyıcıları ile birlikte yok olup gitmezler. Bugün ihtiyacımız olan tam da budur.

Kaynaklar

  • Erich Fromm. İtaatsizlik üzerine. Say Yayınları 1. Baskı 2014

*Doç. Dr. Haldun Akgöz,
Tıp Doktoru,
haldunakgoz@hotmail.com