Ekim başında Türkiye, Kobani odaklı fakat politik olarak AKP’nin Sünni referanslı dışlayıcı siyasetini hedef alan Kürt muhalefetinin sokak hareketlerine sahne oldu. Kürt sokak hareketi Gezi’yle kıyaslandığında müthiş orantısız bir can kaybıyla neticelendi. “Cezalandırıldılar” söylemi, Bingöl cinayetlerinin 12 Eylül sonrasını andırır şekilde benzer reflekslerin su üstüne çıkarılmasına yol açtı. Daha kötüsü ise bunun küçük bir kesim dışında tepkiye yol açmaması, ülke-aydın vicdanının sarsılması beklenen böylesi bir manzarada, önemli bir şey olmamış gibi yola devam edilebilmesiydi. Hükümet, gösterileri vandalizm olarak niteleyip kısa vadede Kürt hareketinin sol kanadı olarak gördüğü HDP’nin arzu edilen merkez tavra yeniden sokulması için kullandı. Çünkü onlar tarafından Kürt açılımının ideolojik altyapısı İslam kardeşliği olarak benimsenmişti. Kürtlerin Müslümanlığını başlı başına belirleyici bir öğe olarak ayrıştıracaklar ve Türklerin Müslümanlığı ile buluşturacaklardı. Böylece yeni bir bütün inşa edilecek, yani kısaca ümmet ile ulusal sorun alt edilecekti. Destek olarak parti içinden Altan Tan gibi İslamcı Kürtleri de harekete geçirdiler. Ancak Ortadoğu’da denenen ve başarısızlık duvarına çarpan İslam kardeşliği, aynı şekilde Türkiye’de böylesine kritik bir sorunu çözebilecek güce sahip değildi. Ayrıca gezi direnişi Ortadoğu’dan çok önce İslamlaştırmanın Türkiye toplumundaki sınırlarına işaret etmiş, dinselleştirmenin belirli bir çizgiyi ihlal ettiği anda, birleştirici değil ayrıştırıcı olduğunu göstermişti.
Ortadoğu’daki kanlı olaylardan önce Gezi, Kürt açılımının ideolojik yapı taşlarını sarsmıştır. Gezi Direnişi’nin başlangıcında Kürt hareketinin bazı temsilcileri direnişin içinde yer almış hatta Sırrı Süreyya Önder sözcülük görevinde bile bulunmuştur. Ancak hareketin içinde olma görüntüsü, hareketin kitlesel bir patlamaya dönüşmesi ile silikleşmiş; BDP, Hükümet’in istifası talebinin gündemlerinde olmadığını belirtmiş, daha sonra da “alanların darbeci ve milliyetçilere bırakılmaması” çağrısında bulunmuştur. Bazı Kürt önderlerinden tersine yorumlar da gelmiş, ancak Gezi Direnişi ile olan ilişki genel olarak belirsizliğe terk edilmiş ve Sırrı Süreyya Önder alandan toz olmuştur.
Gezi, kendi içinde türdeş olmayan, çeşitli çıkar gruplarına ve sınıflara ayrışmış bulunan Kürt toplumunu çarpmıştır. Kürtlerin bir kısmı Taksim Meydanı’ndan onlara doğru uzanan eli fark etmiş, Kürt sorununa sahip çıkmaya hazır alternatif başka bir kanalın açıldığını görmüştür. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, hümanizm ve dayanışma ile donanmış bu eldeki hoşgörü ve tolerans, Kürt yurttaşları etkilemiş hatta Gezi’ye dönük özeleştirel bir yaklaşıma doğru yönelmelerine neden olmuştur.
AKP döneminin ikinci en büyük sokak hareketi olan Kobani direnişinin de benzer şekilde sosyal demokrat kitleyi etkileyeceğini öngörmek yanıltıcı olmaz. Sosyal demokrat hareketin iki büyük bileşeni ulusalcılar ve sol kanattır. Daha önce büyük problemlere verilen cevapların ve gelecek tahayyüllerinin benzeşmesi aynı eylemlilik çizgisinde hareket etmelerinin temelini oluşturmuştur. Ancak gelinen noktada bir yüzyıl önce, ulusal kuruluş dönemindeki koruyucu refleksleri politikalarında birincil belirleyici olarak barındıranlarla, sosyal demokrasiye ve ülke sorunlarına aydınlanmanın temel ilkeleri ve yurttaşların mutlu birlikteliği açısından bakanlar arasında sorulara verilecek cevaplar farklılaşacaktır. Önümüzdeki süreç buna gebedir.
Çapulcular ve vandallar yan yana gelir mi?
Son bir aydır merkez medyayı da içine alan basında, iktidarın yükselen sokak hareketlerinin hedefi olacağına ve bu hareketlenmenin siyasal hayatı ciddi olarak değiştirme gücüne sahip olacağına ilişkin yazılar yayınlanmakta. İktidar sahiplerini uyarmak amacıyla iyi niyetli olduğunu düşündüğüm bu yazınsal hareketlenme Tarhan Erdem’in Radikal gazetesinde yayımlanan 13.10.2014 tarihli “Macerayı halk durdurur” makalesi ile başladı. Önümüzdeki seçim sürecinde mevcut siyasal aktörlerin siyasal alana müdahalesinin yetersiz kalacağını belirten yazar, olumlu yönde bir değişiklik beklemediğini söyledikten sonra, yazısını “Halkımız bu umutsuz görünen gidişi bir biçimde doğal kanalına yönlendirecek, başlayan maceranın felaketle son bulmasını önleyecektir! İnancım budur, beklentim budur” diyerek bitirmiştir. Erdem benzer değerlendirmeyi cumhurbaşkanlığı seçiminden önce verdiği bir röportajda Tayyip Erdoğan’ı aday olmaması için uyarırken de tekrarlamıştı.
Ahmet İnsel bir gün sonra aynı gazetede, fren sistemi felç olmuş AKP devletine karşı en etkili müdahalenin sivil itaatsizlik eylemleri olacağına dikkat çekti. Ancak çeşitli alanlarda yürütülecek bu eylemlerin her türlü şiddeti dışlaması gerektiğini özenle kaydetti. Aynı gün Habertürk Gazetesi’nde Fehmi Koru, istifa etmek zorunda kalan eski ABD Başkanı Richard Nixon örneğini vererek iktidarı uyarıyordu. Devamı Emre Uslu’dan 16 Ekim tarihli Taraf Gazetesi’ndeki köşe yazısında geldi. Sokak hareketlerine işaret ederek “Umarım yanılırım ama böyle giderse darbeci diye vatanından ettiği Mehmet Ali Alabora ile İngiltere’de komşu olabilir” eklemesini yaptı.
Yazılar; çözüm süreci, Gezi, otoriterleşen hükümet ve Kobane eylemlerinin etkisi altında yazılmış olsa da aslında söylenen, çok sayıda cana mal olan kargaşanın ertesinde farklı bir alternatif olasılığının yükselmekte olduğudur.
Ahmet İnsel’i saymazsak diğer gazeteciler, kurdukları ilişkiler ağı ile Türkiye’nin derinlerinden haber alma özelliğine sahip gazetecilerdir. Merkez medyadan atılan bu işaret fişeklerine, takip eden günler içerisinde diğer bazı gazete yazarlarından, siyasal parti temsilcilerinden ve bazı siyasal gruplardan benzer yönde yanıtlar geldi. Hasan Cemal T24’teki 13 Kasım tarihli köşe yazısında Diyarbakır izlenimlerini anlatırken halktan gelen “Çapulcularla biz vandallar kendi barışımızı yapamız mıyız?” sorusunu aktarıyordu. Gezi olaylarından itibaren sokak hareketlerinin Türkiye’de canlılığını koruması, bu tür düşüncelerin payandasını oluşturmaktadır. Ancak bugün Türkiye sokaklarına dışarıdan bakıldığında, ufak bir olasılık da olsa, böyle bir gelişme perspektifi mevcuttur. Güncel siyaseti takip eden ve az çok Türkiye toplum yapısı ile haşır neşir olmuş insanlar için bu olasılık sürpriz sayılmaz. Fakat bu tür bir isyanın arkasından sökün edip gelecekler hepimiz için sürpriz olabilir.
Bu iktidarla olmayacak, ama…
İktidar son yıllarında böyle bir hareketlenme için sokağa bol miktarda tohum ekmiştir. Ayrıştıran, aşağılayan, üstenci ve kibirli kadrolar, toplumsal gruplar arasında kin ve nefreti arttırma yarışına girmiş gibidir. Dinsel ayrıştırma, katledilmiş bir çocuğun ailesini seçim meydanlarında yuhalatma, anne ve babanın çektiği ızdırabı neredeyse alaycı bir dille görmezlikten gelip, rabia meydanında hemen hemen aynı dönemde öldürülen genç bir kızın acısına empati yapıp ağlamak. Kobani acısıyla sarsılmış ve derinden etkilenmiş Kürtlerin karşısına geçip üstenci ve kurnaz bir şekilde “işte görüyorsunuz düştü düşecek” ama böyle olmayabilirdi, kime yaslanacağını bilseydiniz bu acıları yaşamayacaktınız anlamında şark kurnazlığı sergilemek, yolsuzluk iddialarının üzerini pişkince örtmek, şiddetsiz başlayan Gezi Direnişi’ni darbe olarak lanse etmek. İşte sokaktaki hava, bunlar ve benzerleri yüzünden ağırlaşmış, boğucu bir karakter kazanmıştır.
Düşüncelerin ve isteklerin üzerine, dile getirilmelerini engellemek için iktidar yoluyla baskı uygulanması, toplumun çok kısa sürede ama umulmadık bir şiddetle boşalmasını engellemeye yetmeyebilir. Böyle dönemlerde toplumun çoğul demokrasi yönünde harekete geçirilmesi, toplumsal geleceğimiz için hayati önemde olabilir. Çünkü bu tür bir şiddet boşalmasının faşizme uzanmayacağı önceden kestirilemez. Bu gün sokak hareketlerini kontrol edecek veya onu uygun politik hedeflere yöneltecek herhangi bir güçlü siyasal yapı yoktur. Aksine, siyasal aktörler dağınıktır ve derin çelişkiler ile birbirinden ayrılmıştır. Kontrolsüz sokak hareketleri provokasyona açıktır. Kısa süreli mini bir iç savaş sonrası sonu belirsiz bir faşizm karanlığına girilebilir. Bu, bir tür İslami faşizm de olabilir. Düşük olasılıklı bu gelişme tüm dünyayı sarsacak derin bir ekonomik kriz ve buna eşlik eden çok sayıda yerel savaş varlığında gerçeklik kazanabilir. Yüksek olasılıklı ikinci seçenek ise askeri darbedir. İnsanlar yoksulluk ve özgürlük ikilemi ile karşı karşıya kaldıklarında, özgürlüklerini geçici olarak feda etmenin bir çıkış yolu olabileceğini düşünebilirler. Baskıcı faşizan bir rejimin ideolojisinin bile pek öneminin kalmayacağı böyle dönemlerde kaybeden Türkiye olur.
Zamanın yeni ruhunun çoğulcu demokrasi olduğunun kabul edildiği günümüzde, eskinin kullanma ömrü tükenmiş çoğunluk demokrasisi ancak otoriter yönetimler ile toplum ıslahı görevine soyunabilir. Zorbalık ile ulaşılacak yer, ufkun ardından yaklaşmakta olanın niteliği ile sınırlanabilir. Ufkun ardında, yaklaşmakta olan iktidarın söylediği gibi müreffeh ve mutlu bir Türkiye değil yukarıdaki yazarların işaret ettiği gibi hepimize zarar verici kontrol edilemez bir fırtına olabilir.
Çoğunluk demokrasisinin ülkemizde yaşadığı haddinden uzun macera soğukkanlı olarak değerlendirilmeli; insanlara yeni bir ufuk sunulmalıdır. Ancak insanlar önce tasarlayıp sonra yaratırlar. Bu nedenle toplumsal dönüşümü hedeflemek, önce düşünmeyi ve var olan düşünce kalıplarını da değiştirmeyi içerir. Burada sürüp giden toplumsal pratikten bir teori arama kolaycılığına düşmeden ama onu da yok saymadan düşünmeyi becermeli, eski toplumsal reflekslerimizin neden eskidiğini anlayarak ve yenisini sınayarak yerine koymalıyız. Düşünmeyle başlayan ve akla inanan gelenek, var oluşundan itibaren bu işleyişin rolünü; aklın ortaya konulması, akla karşı çıkılması ve aklın yeniden oluşturulması olarak formüle etmiştir. Sosyal demokratlar açısından eğer radikal ve toptancı bir reddediş ile sosyal demokrasiyi bir düşünce ve hareket olarak farklı bir zeminde ve farklı bir mecrada yeniden kurmak gibi bir niyetimiz yoksa, önümüzde gerçekçi olduğuna inandığımız tek seçenek vardır. Geleceği kurgulamakta önemli olduğunu kabul ettiğimiz toplumsal problemleri, partinin teorik duruşunu, buna paralel örgütlenme ve eylem planını da kapsayacak şekilde yeniden ve yeniden tartışmak ve bir önceki cümlede verilen önerme çerçevesinde sonuçlandırmaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu fikri durgunluğu aşacak yolun buradan çıkacağını ummak mantıklıdır.
Bugün için demokratikleşme ve Kürt sorunu birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmiştir. Birini görmezden gelerek ilerlemek mümkün değildir. Parti kendi gelecek hayalini tasarlamak için yetkili organları, aydınları ve üyeleriyle bu tahayyülü ortaya koymak zorundadır. Zorundadır; çünkü siyasal pratikte bu boşluk başka güçler tarafından doldurulduğunda size sadece dışarıda kalmak, takip etmek ya da onun etrafında debelenmek gibi bir sonuç bırakır. Böyle bir durumda sosyal demokratlar bulundukları yerden baktıklarında kendilerine çok önemli gelen ama toplum nezdinde unutulmaya mahkum çaba ve projelerle vakit geçirirler. Ta ki dibe vurduklarını ya da kaybettiklerini anlayana kadar!
*Dr. Haldun Akgöz,
Tıp Doktoru,
haldunakgoz@hotmail.com