“Hangi seçim kanununun uygulanacağına, kimlerin aday olabileceğine, olası siyasi rakiplerinin kendisiyle yarışıp yarışamayacağına, siyasi partilerin hazine yardımı alıp alamayacaklarına, olağan seçim takviminin dışında bir seçim günü belirlenip belirlenemeyeceğine, karar vermeye ve benzeri usul ve esasları oluşturmaya görevli ve yetkili merci X kişisidir. X kişisinin kararları, yine X kişisi tarafından düzenlenerek yürürlüğe girmiş mevzuat hükümlerine aykırı ise, X kişisinin kararları uygulanır. X kişisinin kararlarına ilişkin uyuşmazlıklar, X kişisinin atadığı organlar tarafından karara bağlanır. X kişisinin kararları doğal hakim ilkesine aykırı ise, X kişisinin kararları uygulanır.”
Yukarıdaki kurgusal kanun metnini, “demokratik olmayan rejimlerle yönetilenler dahil olmak üzere”, dünyanın herhangi bir ülkesinde teklif etmeye cesaret edebilecek bir politik irade mevcut değildir.
Söz konusu kurgusal metin, bir politik mizah malzemesi olarak karşımıza çıksaydı; kurgudaki abartının mantık ve tutarlılık sınırlarını zorladığı ve inandırıcılığını zedelediği gerekçesiyle eleştirebilirdik. Oysaki; gerçek hayatın kurguyu aştığı bir seçim mühendisliği ile karşı karşıyayız. Bu öznel bir değer yargısı veya kanaat değil, bir gerçektir.
Mevcut hükümlerle çelişmeler
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının “Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakları” başlıklı 67. maddesinde “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamaz.” hükmü açıkça düzenlenmiştir. Hukuk, toplumsal ihtiyaçlardan doğar ve bu ihtiyaçlara göre biçimlenir. Yukarıda belirtilen Anayasa hükmünün düzenlenmesine yönelik doğan ihtiyacın, iktidarların sayısal güce dayanarak seçim kanunlarını ve uygulamalarını kendi lehine sonuç oluşturacak bir surette, partizan bir anlayışla değiştirememesine ilişkin olduğu; amacın, demokratik değerlerin keyfi müdahalelerden korunması olduğu açıktır.
Anayasa ve kanunlar, sözüyle olduğu kadar, düzenleme amacı ve gerekçesini de kapsayan ruhuyla da bağlayıcıdır. Türk hukukunda olduğu gibi, tüm modern hukuk sistemlerinde de kabul gördüğü üzere, hukuk metinlerinin öznel ve sınırlı süreli menfaatler doğrultusunda yorumlarla daraltılması, amacından saptırılması veya metnin düzenlenmesi ile hukuken korunan değerlerin zedelenmesine yol açacak uygulamalara başvurulması, meşruluk iddiasında bulunamaz.
Anayasadaki “seçimler” ifadesinin hangi zaman dilimini kapsadığına, Anayasa yapıcının neyi kast ettiğine yönelik herhangi bir yoruma ihtiyaç bulunmayacak düzeyde açık olduğu ortada iken; çeşitli öznel yorumlar ve hukuk metodolojisine uygun olmayan gerekçelerle, Anayasa’nın 67. maddesinde yer alan 1 yıllık sürenin uygulanmasından kaçınılmasına yasal zemin hazırlama çabası, hatta bu çabaya “seçim kelimesinin oy verme gününden ibaret sayılabileceğine” ilişkin bir tanımlama getirmeye çalışılması hukukilik iddiası taşıyamayacaktır.
2839 Sayılı Milletvekili Seçimi Kanununda, seçimlerin “öncesi, oy verme günü ve sonrası” olarak tanımlanmış olması ve 26/01/2012 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6271 Sayılı Cumhurbaşkanı Seçim Kanununda ise “Oy verme gününden geriye doğru hesaplanacak altmış günlük sürenin ilk günü seçimin başlangıç tarihidir.” düzenlemesi vardır. Bununla, “seçimin oy verme gününden ibaret olmadığı”, süreleri belirlenmiş bir süreçten oluştuğu, sürecin başlangıcının seçimin başlangıç tarihi olduğu yaklaşımının kanunlar tarafından benimsendiğinin tartışmasız bir açıklık kazanmıştır. Öte yandan, Anayasal yapının iki defa değiştirildiği, Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkındaki Kanunun 190, Siyasi Partiler Kanunu’nun 39 kez değiştirilmesiyle seçim mevzuatında toplam 229 değişiklik yapıldığı son 20 yılda, yapılan seçim mevzuatının uygulanmasından, aynı 20 yılın mimarı olan politik yapının kaçınması, halkın hukuk ahlakı ve demokrasi biriktirmişliği ile bağdaşmamaktadır.
Süreleri ve kuralları saptamada keyfi tutumlar
Şairlerin tabiatı yorumlamada gösteremediği keyfiliğin, gerçekleri yorumlamada gösterilebildiğine bir örnek olarak; şairlerin “havada kuş/havada kuş soluğu kokusu /hava leylak/ve tomurcuk kokuyor” diye betimlediği haziran ayı gösterilebilir. Bu ayda “seçim yapılmasına engel teşkil edebilecek mevsimsel şartların” neler olduğu konusu belirsizliğini korumakla birlikte, yasal mevzuat kapsamında açık olan bir husus vardır ki; bu da yasal seçim takviminde, seçimin başlangıç tarihinin 20 Nisan 2023; oy verme gününün 18 Haziran 2023 olduğudur. Oy verme gününün 18 Haziran tarihinden önceki bir tarihe alınabilmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 360 milletvekilinin oyuyla alınan karar doğrultusunda veya Cumhurbaşkanın seçim kararı almasıyla yapılabilecek olan erken seçimdir.
Seçim tarihleri ve seçim takviminin hukuki niteliği üzerinden yaratılan yapay hukuki kargaşa ortamında seçim sürecinin hazırlanması başlı başına anti demokratiktir.
Hukukun toplumsal ihtiyaçlar tarafından belirlendiğini; yapılan her düzenlemenin korumayı amaçladığı hukuki değeri de kapsayan bir şekilde yorumlanıp uygulanması gerektiğini yazının başında belirtmiştik. Bu bağlamda, Yüksek Seçim Kurulu teşkilatının bütünlüğü içinde, taşradaki il seçim çevrelerindeki yapıyı ifade eden il ve ilçe seçim kurullarının oluşmasına yönelik yapılan müdahalenin, hangi hukuki değeri kimin lehine koruduğunu sorgulamamak mümkün değildir. Mevzuatımızda, il ve ilçe seçim kurullarının en kıdemli hakim başkanlığında oluştuğunu düzenleyen hüküm; 06.04.2022 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 31.03.2022 tarihli ve 7393 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 5’inci maddesi ile 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 15’inci maddesinin birinci fıkrası ve aynı Kanun’un 6’ncı maddesi ile 298 sayılı Kanun’un 18’inci maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yapılan değişiklikler ile, “birinci sınıf hakimler içinden ad çekme yöntemiyle belirlenmesi”, ad çekmeye katılacak hakimin bulunmaması durumunda ise en kıdemli hakimin kurulun başkanı olacağı şeklinde değiştirilmiştir. Seçim kurullarına başkanlık edecek olan hakimin kıdem usulüyle, hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde belirlenmesi yönteminin terk edilerek; ad çekme sürecinin yönetilmesine ilişkin sorumluluğu da kapsayan bir belirsizlik ve güvensizlik ortamını kaçınılmaz olarak oluşturan belirleme yönteminin amacı ve bu amaçla korunan hukuki değer, düzenlemenin mimarları tarafından kamuoyuna izah edilememiştir.
Yargı ve yargıç üzerindeki siyasal baskının aleniyet kazandığı, hukukun üstünlüğü ve yargıya güven endeksi sıralamalarında her geçen yıl daha vahim bir tablonun ortaya çıktığı bir ülkede; yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığını güvence altına alan, güçlendiren, başta Yüksek Seçim Kurulu olmak üzere tüm düzeylerdeki karar süreçlerinin şeffaflığı ve tutarlılığı ile kurumsal bağımsızlığını güçlendiren yasa ve uygulamaların hedeflenmesi gerekirken aksi yönde bir tutum izlenmesinin rasyonel bir açıklaması bulunmamaktadır. Eleştiriler, “Hakimlere güvenmiyor musunuz, hakimlere hakaret ediyorsunuz” türünde çıkışmalarla bertaraf edilmeye çalışılırken; topluma güven telkin etmeyenin yargıçlar değil, yargıçlar üzerinde oluşturulan siyasi tahakküm olduğu gerçeği sindirilmeye çalışılmaktadır.
Olması gereken
Devletin resmi daveti ve Yüksek Seçim Kurulunun akreditasyon onayı üzerine yapılan seçim izleme faaliyetlerine ilişkin en güncel rapor olan Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi Seçim İzleme Komitesi’nin 23 Eylül 2019 tarihinde düzenlediği CG/MON14(2019)06 Sayılı “Türkiye’de Yerel seçimler ve İstanbul’da yenilenen Belediye Başkanlığı seçimi (31 Mart ve 23 Haziran 2019)” Raporunda
“Kanun, YSK’nın görevlerini yerine getirirken ve yetkilerini kullanırken bağımsız ve tarafsız bir yapı olmasını öngörmektedir. Bununla birlikte, Venedik Komisyonu, 2017 Anayasa reformundan sonra, yargı bağımsızlığın önemli güvencelerinin kaldırıldığını kaydetmiştir. Buna uygun olarak, üyelerin çoğunluğu Cumhurbaşkanı ve Hükümet yetkilileri tarafından atanan Hakimler ve Savcılar Kurulu’na büyük ölçüde bağımlı olan YSK’nın bağımsızlığını da azaltabilmektedir. İddia edilen YSK siyasallaşması, özellikle YSK’nın tutarsız, kısmi ve Hükümet lehine görülen geçmiş tartışmalı kararların ışığında, çeşitli Kongre muhatapları tarafından sık sık gündeme getirilmiştir. YSK Başkanı›nın kendisi Kongre Heyeti ile yaptığı bir toplantıda her seçimde kurumun kendisini çeşitli aktörlerin büyük baskıları altında bulduğunu kabul etmiş ancak YSK›nın bu baskıya boyun eğdiğini reddetmiştir.”
şeklinde yer alan hususlar da değerlendirildiğinde, yargı bağımsızlığı ve kurumsal demokrasinin güçlendirilmesi yönünde yapıcı adımlar atılmasının önemi ortadadır.