İster zamanında, ister erken olsun Türkiye yakında kritik bir seçim dönemine girecek. Uzun zamandır beklenen bu seçim dönemi beraberinde büyük bir rekabeti de getiriyor. Rekabetin büyüklüğünün en temel sebebi, uzun bir süreden sonra ilk kez muhalefet partilerinin seçmenlerine iktidar vaat edebiliyor olması. Bu nedenle, her oyun ayrı bir önemi var ve her seçmen grubu kritik. Özellikle muhalefet partilerine oy veren seçmen grubunda beklenti bu seçimlerde oldukça yüksek. Beklenti yükseldikçe seçmenlerde farklı duyguların ortaya çıkıyor olması da son derece normal. Muhalefet partilerinin temel olarak yapmaları gereken noktalardan biri de, farklı duygulara sahip seçmen gruplarını yönetebilme stratejilerini geliştirmek olmalıdır.
Seçmen davranış analizlerinde demografi yeterli bir veri değil
Siyasal iletişimin ilk dönemlerinde demografik verilerin bir seçim kampanyası hazırlanabilmesi için yeterli olduğu düşünülürdü. Kadın seçmenler ne bekler, erkek seçmenler ne düşünür gibi geniş kümelerde seçmen beklentileri ve davranışları açıklanmaya çalışılırdı. Oysa şimdi çok net bir şekilde bilindiği üzere, aynı demografik kümede birçok mikro grup yer alıyor ve bir seçmenin ikna edilmesi için bu mikro grupları doğru analiz etmek gerekiyor. Yani artık sadece kadın-erkek gibi büyük kümelere ayırmanın yerini, öncelikle “Kim bu kadın?” , “Kim bu erkek?” gibi sorular aldı. Evli, 2 çocuk annesi, çalışan ve metropolde yaşayan bir kadın seçmen ile bekar ve kırsalda yaşayan kadın bir seçmenin duygu durumunun, özlemlerinin, beklentilerinin farklılıklarını analiz etmeden bu seçmenlere ulaşmak; daha da önemlisi, onları ikna etmek pek de mümkün değil.
Benzer bir durum yaş grupları için de geçerli. Örneğin, toplam seçmen grubunun %16’sını oluşturan “genç seçmen” dediğimiz grup bu sürecin en kritik hedef kitlelerinden birini oluşturuyor ve doğal olarak tüm partilerin ilgi alanına giriyor. Oysa tıpkı cinsiyette olduğu gibi, bu grup da demografik olarak “genç seçmen grubu” veya “Z kuşağı seçmenler” olarak tanımlansalar ve elbette birçok ortak özellik taşısalar da, kendi içlerinde çok ciddi farklılıklar gösteriyorlar. Dolayısı ile ikna etme noktasında mikro gruplamaların ve daha ayrıntılı analizlerin, yapılması gerektiği de aşikar.
Kısacası, başarılı bir seçim kampanyası yönetebilmek için demografik verilerin yeterli olmadığını, farklı seçmen gruplarını ikna edebilmek için farklı çalışmaların yapılması gerektiğini kabul etmek gerekiyor. Bu çalışmalar içerisinde seçmenin rasyonel nedenlerinin altında yatan duygu durumlarının bulunması; farklı duyguların nedenlerinin analiz edilmesi; seçmenlerin beklentilerinin, özlemlerinin vs anlaşılması ve bu veriler ışığında stratejinin kurgulanması gerekiyor.
Temel anahtar: Gelecekle ilgili umut yaratabilmek
Seçmenlerin beklenti ve özlemlerinden bahsedildiğinde doğal olarak seçimlerde en çok ekonominin etkili olup olmayacağı sorusu gündeme geliyor. Seçimlerde ekonominin oynadığı rol üzerine birçok araştırma bulunuyor. Ayrıca, daha önce dünyanın farklı coğrafyalarında da yapılan seçimlerde ekonominin seçmen üzerindeki etkisini gözlemleyebilme şansımız oldu. Örneğin, 1992 yılında ABD’de Başkan Adayı Bill Clinton’ın seçim kampanyasında kullanılan “It is the economy stupid” (Ekonomi, ahmak) sloganı etrafında şekillenen kampanya söyleminin, George Bush’a karşı kazanılan seçimdeki etkisi bugün hala siyaset iletişimi derslerinde örnek olarak verilir.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta olduğunu unutmamalı. Ekonominin siyaset veya sandık üzerindeki belirleyici etkisi, salt ekonomik verilerin kötülüğü ile veya iktidarın ekonomiyi yönetemediği söylemiyle değil; muhalefet partilerinin, seçmenleri, hayatlarında olumlu anlamda bir değişiklik yapabileceğine inandırabildiği ölçüde etkili oluyor. Bill Clinton kampanyasında yapılan, tam olarak buydu. Clinton seçmenleri, sadece ekonomiyi düzeltebileceğine de değil, seçmenlerin hayatlarında bir farklılık yaratabileceğine inandırmıştı. Nitekim aynı kampanyada “Sağlık politikası” veya “Değişim” üzerine kullanılan sloganlar da tam olarak bu amaca hizmet ediyordu. Farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda yapılan seçim analizleri de bu veriyi doğruluyor. Ekonominin ne derece kötü olduğunu seçmenlere anlatmak onları birebirde ikna etmek için yeterli olmuyor. Seçmenin ikna edilebilmesi için onlara hayatlarının önemsendiğinin gösterilmesi ve ekonomiyi onların faydası için nasıl düzeltileceğinin gösterilerek onların, hayatlarında oluşacak olumlu değişimlere ikna edilmesi gerekiyor.
Seçimlerde duygusal motivasyonun önemi
Tam bu noktada önemli bir ayrıntının da altının çizilmesi gerekiyor. Seçmenler asla sadece rasyonel karar vermezler. Hatta kararlarının altında çoğunlukla farklı duygusal motivasyonlar yatar. Seçmenler bu duygusal motivasyonlarına rasyonel nedenler bulur. Kızgınlık, korku, heyecan, sevgi, nefret, endişe gibi birçok dile getiremedikleri duygular onların siyasi kararlar verme süreçlerinde önemli etli yapar. Örneğin, seçmende oluşturulacak kızgınlık duygusu umut ile beslenebilirse değişim yolunda büyük ilerleme kat edilirken, korku duygusu yaşayan seçmenlerin var olan düzenden yana oy kullandıklarını da birçok seçim sürecinde gözlemleyebildik.
Örneğin, popülist liderler, uygulanan neoliberal politikalar ve küreselleşmenin getirdiği olumsuz sonuçlar altında ezilen seçmenlerde oluşturabilecekleri kızgınlığı gördüler ve seçmenlerin güvencesizlikleri üzerinden kolektif bilinç yaratmayı başardılar. Aynı süreçte popülist liderler kutuplaştırma politikaları ile hızlı bir yükseliş yapabileceklerini de fark ettiler. Toplumu “biz – onlar” ikilemi üzerinden ve göçmenler gibi belli grupları şeytanlaştırarak kutuplaştırma politikalarını yaygınlaştırdılar. Bu politikalar yoluyla da güvencesiz seçmende oluşan kızgınlığı beslediler ve hızlı bir yükselişe geçtiler. Yani toplumu kutuplaştırma yöntemi, popülist liderler için sadece bir siyasi politika değil; aynı zamanda yaratmaya çalıştıkları temel duygu olan kızgınlığı oluşturmanın ve beslemenin en önemli kriteriydi. Çünkü kızgın seçmenlerin değişim hareketlerini tetiklediklerinden biraz önce bahsetmiştik. Göreve gelen popülist liderler, bir yandan müesses-nizama karşı sürekli kızgınlık yaratmaya devam ederken, diğer bir yandan da kendilerinin görevden gitmesi durumunda oluşacak olumsuzlukları hatırlatarak seçmende korku yaratmaya da devam ediyorlar. Son yapılan Polonya ve Macaristan seçimlerinde gözlemlediğimiz durumlardan biri de tam olarak buydu. Gerek Duda, gerekse Orban; kendi dışında yarışan muhalefet adaylarının ülkeyi tanımadıklarını ve bu nedenle sorunları çözemeyeceklerini ve ülkenin daha büyük bir kriz altında kalacağına ilişkin yarattıkları korkulara seçmenlerini inandırmayı başardılar. Özellikle Orban, ekonomik olarak, kısa süreli de olsa, yarattığı bir rahatlama ile kendi adına ekonomik düzeltme ile ilgili bir umut yaratabilmeyi başardı. Muhalefet partileri ise seçmenlerde yönetime karşı bir kızgınlık oluşturarak gelecekle ile ilgili bir umut yaratamadıkları için gerek Duda gerekse Orban seçimleri kendi lehlerine döndürmeyi başardılar.
Siyaset zıtlıklar üzerinden yükselir
Duygusal motivasyonun yaratılmasında, adaylar, siyasi liderler elbette çok önemli bir rol oynuyorlar. Bu noktada kritik konulardan birinin, adayın kendini diğer siyasi liderlerden farklılaştırması olduğunun da altının çizilmesi gerekiyor. “Seçmen bir adaya neden oy versin?”. Bu soru seçim kampanyası süresince son derece kritik bir yere sahip. Siyaset zıtlıklar üzerine kurulur ve zıtlıklardan beslenir. Seçmenler siyasi liderlere baktıkları zaman benzerlerine oy vermek istemezler. Bir adayın yapabileceği en büyük hata bir diğer lideri taklit etmesidir. Dolayısı ile her lider özgün olmalı, kendine has bir hikayeden beslenmelidir. Örneğin ABD Başkanı Donald Trump’ın karşısına onun tam tersi liderlik özellikleri gösteren Joe Biden seçimi kazanmayı başardı. Trump’ın heyecanlı, coşkun tarzını taklit etmek yerine kendini uzlaşmacı ama bu sayede de iyileştirici bir lider olarak konumlayarak büyük bir zıtlık oluşturmayı başardı çünkü.
Burada altının çizilmesi gereken kilit noktalardan biri de, siyasetçinin oluşturacağı zıtlığın toplumun arayışına cevap vermesi gerektiğidir. Örneğin popülist liderler kurumlarla beraber hareket etmek yerine, hızlı karar verebilen liderlerin çözüm bulabilecekleri konusunda seçmeni ikna ettiler. Güvencesizlik yarattığı iddia edilen kurumlardan liderlere geçiş oldu ama liderler sorunları ne kadar çözdü? İşte tam bu noktada, Joe Biden’ın iyileştirici, uzlaştırıcı ve ortak aklı savunan bir lider olarak öne çıkması, seçimde başarılı olmasında büyük bir etken oldu. Bu noktadan yola çıkarak Türkiye’ye baktığımızda muhalefet liderlerinin hemen hepsinin eleştirdiği “tek adam” yönetimine karşı “6’lı masa ittifakı” kurgusunun zıtlık oluşturma anlamında da başarılı olduğunu düşünmekle beraber henüz bu 6’lı ittifakın seçmenlerin kafasında tam bir birliktelik algısı oluşturduğunu düşünmüyorum. Seçmenin zihninde bu algıyı oluşturabilmenin en temel yolu ortak söylemler, ortak mesajlar kullanmaktan ve ortak iletişim dili oluşturmaktan geçiyor. Bu doğrultuda, partilerin kendi liderlerinin propagandasını yapmaya çalışmaktan ziyade birlikteliğin propagandasını da yapmaları gerekmektedir. Elbette bu noktada ittifakın ortak adayının belirlenmesi de son derece kritik bir dönemeci oluşturuyor. Seçmenler oy verecekleri liderlerle duygusal bir bağ kurmak isterler ve bu bağın oluşturulmasında da bir sürece ihtiyaç duyduklarını unutmamak gerekiyor. Tek başına yönetim anlayışını tercih eden bir liderin karşında kurumlarla beraber yönetme kapasitesine sahip, kurumları dışlamayan, uzlaşabilen, farklılıkları güce çevirmesine bilen ve güçlü bir liderlik de gösteren siyasetçinin seçimlerde kazanma ihtimali yükselecektir.
Lider kadar mesaj da önemli…
Seçimlerde, liderler kadar söylemler ve mesajların da önemli olduğunu asla unutmamamız gerekiyor. Seçmenler, duymak istedikleri konuları kendi kullandıkları dil ile ve söylemler ile duymak istiyorlar. Dolayısı ile muhalefet partilerinin farklı seçmen gruplarına ulaşabilmek için aynı mesajları farklı kodlamalarla vermesi gerekiyor. Türkiye’de bazı kavramlar iktidarın kullanım çerçevesine sıkışmış durumda. Örneğin ifade özgürlüğü ve temel hak ve özgürlükler gibi birçok özgürlüğün tanımı çok dar. İktidar bu dar kalıbı çiziyor ve muhalefet de bu kalıbı genişletemiyor. Oysa bugün ekonomiyi bile farklı seçmen gruplarına farklı şekillerde anlatmak mümkün. Ekonomiyi bazı gruplara veri bazlı anlatabileceğiniz gibi aynı mesajı farklı bir gruba özgürlük üzerinden anlatmak da mümkün. Örneğin tatil yapılamaması ekonomik verilerle anlatılabileceği gibi gezme özgürlüğünün kısıtlanması olarak da anlatılabilir ve farklı yaş grubu seçmenlerle bu şekilde iletişim kurulabilir. Muhalefet kavramların alanlarını genişletebilirse farklı seçmen gruplarına ulaşabilmede kolaylık yaşayacaktır.
Sonuç…
Seçmenler gelecek için oy verirler. Dolayısı ile geçmişin sorunları üzerinden değil, geleceğin umudu üzerinden yapılacak kampanyalar özellikle bu dönem büyük ivme kazanacak. Bu noktadan bakıldığında sorunun çözümü basit gibi gözükebilir. Seçmenlerde; onların hayatlarını önemsediğini, yaşam şekillerine saygı duyduğunu, ülkenin içerisinde bulunduğu -başta ekonomik sorunlar olmak üzere- birçok sorunu çözebileceğine ilişkin bir umut yaratan ve kendini farklılaştırabilen; özetle doğru stratejiyi kurgulayabilen parti ve lider bu seçimlerde bayrağı göğüsleyecek.