Gülay Uğur Göksel – Bir Demokratik Adalet Sorunu: Göçmen Uyumu

Günümüzde Türkiye dünyanın en çok mülteci barındıran ülkesidir. Aynı zamanda ülkemizde yaşayan göçmenlerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Mevcut kimlik farklılıklarına ek olarak göçmen olma durumu toplumsal yaşama katılımda esaslı zorluklar getirmektedir. Bu zorlukların aşılmasında göçmenleri kabul eden topluluğa ve devlete çeşitli yükümlülükler ve görevler düşmektedir. Yeni Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun (YUKK) yürürlüğe girmesi ile birlikte, 2014’ten sonra özellikle Suriyelileri hedef alan birtakım göç uyum politikalarının geliştirildiğini gözlemliyoruz. Örneğin 2017/1 sayılı İŞKUR Genelgesi, ülkemizde yaşayan bütün yabancıların İşsizlik Fonundan finanse edilip edilmediğine bakılmaksızın İŞKUR programlarından yararlanmalarına imkan sağlamıştır. Uyum politikalarında bir diğer gelişme ise, 2019/15 sayılı MEB Genelgesiyle “yabancı öğrenciler uyum sınıfları”nın açılması ile kaydedilmiştir. Böylece, Türkçe bilmeyen yabancı çocuklara Türkiye devlet okullarındaki eğitimlerine uyum sağlayabilmeleri için ikinci dilde Türkçe eğitimi alabilme imkanı sağlanmıştır.

Bu gibi siyasi gelişmelerin olumlu olmakla birlikte, göçmenlerin bir topluma uyumunun gerçekleşmesinde sadece buzdağının görünen kısmının yarattığı sorunlara çözüm olabileceklerini düşünüyorum. Göçmen uyumunu tartışırken uyum kavramının çok boyutlu doğasının göz önüne alınması gerekmektedir. Göçmenlere geniş sosyal ve ekonomik haklar tanınması, göçmenlerin bu haklardan eşit bir şekilde yararlanılabileceği anlamına gelmeyebilir. Bu yazıda asıl amacım günümüz tartışmalarında pek de üzerinde durulmayan uyum kavramının demokrasi ile olan organik bağına işaret etmek. Buna ek olarak, Suriyeliler ekseninde, adil ve demokratik uyum sürecinde ev sahibi toplumun göçmen karşıtı algı ve tutumlarının rolü ve bunun siyasi söylemle bağlantısı üzerinde durmak istiyorum.

Adil bir uyum süreci mümkün mü?

“Uyum” kavramı soyut ve ölçmesi zor bir kavramdır. Bu kavramın yorumlanması, ülkeden ülkeye ve zamandan zamana değişebilmesine rağmen, kavram -genel itibariyle- toplumun içinde yer alan farklı kesimlerin ortak bir kimlikte bir araya gelip bütünleşmesi durumu olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda, “uyum” sadece spesifik göç konusuna değil, genel olarak modern toplumun üyeleri ile ilişkisine vurgu yapar. Göçmenler de dahil olmak üzere bütün bireylerin topluma uyum sağlayabilmesi için bir takım ön koşulların yerine getirilmesi gereklidir. Bu ön koşullar; toplum üyelerinin birbirlerine güvenmesi, çeşitli kapasite ve yeterliliklerine itibar etmesi ve doğuştan getirdikleri kişisel farklılıklarına saygı göstermesidir.

Eğer birey toplumdan böylesine bir sosyal içerme/kabul göremiyorsa, topluma özgür bir irade ile uyum sağlaması neredeyse imkansızdır. Sosyal uyum iki yönlüdür; toplum ve göçmen arasında gelişebilecek karşılıklı bir süreçtir. Sosyal uyum sürecinde en az göçmenler kadar toplum da değişir. Sosyal uyum, göçmenlerin sahip olduğu farklı ve çeşitli etnik, kültürel ve sınıf kimliklerinin eşit olarak toplumsal ve siyasi yaşama dahil edilmesi ile mümkündür. Bir birey eğer aile, yakın arkadaş, devlet ve toplumla olan karşılıklı ilişki ve diyaloglarında bu farklı kimliklerinden dolayı istismar, ayrımcılık, dışlanma ve toplum tarafından hor görülme gibi deneyimler yaşıyorsa; bu bireyin mevcut topluma veya devlet kurumlarına uyumu imkansızdır.

Göçmen uyum sürecini kolaylaştırmak, uyumun çok boyutlu doğasının farkında olmaktan geçer. Göçmenler toplumda birlikte yaşadıkları ülke vatandaşlarına nazaran onlarla aynı fırsat eşitliklerinden yararlanabilmelidirler. Örneğin göçmenler, sosyoekonomik açıdan nüfusun geri kalanı kadar onurlu, bağımsız ve aktif bir yaşam sürmek için işgücü piyasasında eşit fırsatlara sahip olmalıdır. Söz konusu eşit fırsatların yaratılabilmesi için göçmenlerin dil becerilerinin gelişmesi, meslek eğitimlerinin ve diploma denklik süreçlerinin desteklenmesi yanında yasal olarak işyeri ayrımcılığından korunması gibi şartların çeşitli paydaşlar tarafından yerine getirilmesi çok önemlidir. Göçmenlerin ve göçmen gruplarının topluma uyumunu kolaylaştırmak, toplumun refahı ve yararı için olduğu kadar hepimizin demokratik bir görevidir. Bu, aynı zamanda, bireylerin toplumsal yaşam içinde daha özgür ve eşit olabilmelerinin en temel kaynağıdır.

Demokratik bağlamda bakıldığında göçmen hakları bir azınlık hakkı ve eşitlik problemidir. Eşitliğin gerçek anlamda temin edilebilmesi için pozitif ayrımcılık uygulanması ve çok kültürlülük ekseninde düzenlenen grup haklarının göçmenlere de sağlanması gerekir. Bazı temel vatandaşlık haklarının dahi gün geçtikçe görmezden gelinebildiği bir siyasi ortamda bazılarına göçmenlerin haklarından bahsetmek yersiz veya ikincil gelecektir. Fakat demokrasiye sahip çıkmak isteyen insanların göçmen haklarına ve adil uyum politikalarına sahip çıkmama gibi bir lüksü yoktur. Kanımca göçmenlerin hak temelli bir talepte bulunabilmesi için en temel ön şart, demokratik değerlere sahip bir devlet ve toplumdur.

Ancak, demokrasinin varlığından çok anlamının sorgulandığı bir dünya konjonktürünün yansımasında toplumumuzdaki göçmenlerin eşit hak arayışları, devletin bu husustaki yetki ve yükümlülükleri ve ev sahibi toplumun yerine getirmesi gereken bir takım etik görevlerin sorgulanması çok daha geri planda kalmış gözüküyor. Oysa göçmenlerin yaşadığı adaletsizlikler toplumsal sorunlarımıza ayna tutar ve bize toplumsal olarak bir arada yaşayabilmemiz için hangi değerlere sahip çıkmamız gerektiğini öğütler.

Suriyelilere karşı algı ve siyasi söylem

Azınlık perspektifinden bakmayı başardığımız anda “göçmen kimdir?” sorusuna cevap vermemizin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Göçmen kimdir? O, dışarıdan gelen biri, bir yabancıdır. Beraberinde yabancı yaşam dünyasını getirir. İşte bu yabancılıktır göçmeni korkulan bir özne haline getiren. Göçmenler her ne yaparlarsa yapsınlar, topluma karşı bir tehdit yaratmadıklarını, aslında yararlı ve verimli bir üye olabileceklerini kanıtlamak zorunda olanlardır ve -ne yazık ki- Türkiye toplumu Suriyelileri toplumun problemlerini demokratik olarak ortaklaşa çözebilecekleri bireyler olarak görememektedir. İşte bu görüş ötekinin sistematik ve ideolojik değersizleştirilme sürecini meşrulaştıran altyapıyı sağlar.

Türkiye’de neredeyse herkesin gözlemlediği ve gerçek olarak kabul ettiği şey, kutuplaşmış bir toplum olduğumuz. İşte toplumun bir yarısının diğer yarısıyla hiçbir şekilde anlaşmaya yanaşmadığı bir ortamda, Suriyelilere karşı negatif algı ve tutumda anlaşıyor olunmasının bize öğrettiği en önemli ders, göçmenlerin -dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi- Türkiye’de de günah keçisi olarak görüldüğüdür. Birçok kamuoyu araştırmasında ortaya çıkan bu durum Türkiye halkının Suriyelileri topluma yarar sağlayacak bireyler olarak benimsemediğidir.

Türkiye toplumu, Suriyelileri toplumunun ekonomik ve sosyal refahına tehdit oluşturan nihai “öteki” olarak görmekte ve Suriyelilerin Türk vatandaşlarıyla karşılaştırıldıklarında Türkiye’deki eğitim ve sağlık hizmetlerine ücretsiz erişimini sorgulamaktadır. Bu bağlamda, misafir veya mağdur olarak tanınan Suriyeli, temel insan haklarını talep etmekten yoksun ve bunun sonucu olarak kendi adına konuşamayan bir özneye dönüştürülmüş olmakta.

Peki, Türkiye’deki Suriyelilere yönelik negatif algının boyutları ve sebepleri nelerdir? Suriyelilere karşı negatif algı ve tutum siyasi söylem yoluyla değiştirilebilir mi? Akademik literatüre baktığımızda bireyin şehirlilik ve eğitim seviyesi, ekonomik düzeyi arttıkça göçmenlere karşı algısının daha hak temelli ve pozitif olduğudur. Ekonomik tehdit algısı ve çalışıyor olmak göçmenlere karşı algıyı ters orantılı bir şekilde etkilemektedir. Bunların yanı sıra, baskın siyaset ve medya söyleminin bireylerin göçmen algısını etkilediği gözlemlenmektedir. Dünyada yükselen sağın göç karşıtı söylemine zıt olarak Türkiye’deki baskın siyasi söylem çok daha olumludur; dini ve insani söylemlere dayanmaktadır. Genellikle Türk misafirperverliğinin dinsel-kültürel değerine ve Suriyelilere misafir ve mağdur olarak tasvir eden “muhacir ve ensar”a vurgu yapmaktadır.

2018’de gerçekleştirdiğimiz saha çalışmamızda[i], hak temelli söylemin Türkiye halkının nezdinde gerekli olumlu etkiyi yaratamadığı ortaya çıkmıştır. 4 farklı ilde konuştuğumuz yaklaşık 90 kişi, kim olursa olsun savaştan kaçan insanlara kucak açılmasının insani bir görev olduğunu kabul etmiş ama konu Suriyelilere geldiğinde ‘Merhamet Yorgunluğu’ diye tabir ettiğimiz bir söylem kullanarak Suriyelilerin çıkarcı ve küstah olduğunu ve gerçekten insani yardımı bu kadar uzun süre hak etmediğini dile getirmiştir. Mülakat yaptığımız çoğu kimse, Suriyeliler söz konusu olduğunda- “Biz savaş durumunda vatanımızdan kaçmazdık. Kurtuluş Savaşında biz ülkemizi terk etmedik. Demek ki onlar vatan haini” gibi cümleler kullanarak- milliyetçilik vurgusundan yola çıkıp savaştan kaçmış bir topluluğa karşı negatif hatta nefrete varan söylemlerini meşrulaştırabilmekteydi. Her ne kadar Suriye’deki iç savaşın çok boyutlu yönünü aktarmaya çalışsak da bu hususta negatif tutumda bir ısrar olduğunu gözlemledik. Bu bağlamda, birçok hak ve insani temelli pozitif siyasi söylemin Türkiye toplumuna geçmiyor olmasının en büyük sebebini, Türk milliyetçiliğinin vatanseverliğin ötesinde daha bağnaz sebeplere oturtulmuş olması olarak görebiliriz.

Türkiyelilerin Suriyelilere karşı algısı, onların mülteci olma durumunu duygusal olarak tanıyamaması durumundan kaynaklanmakta. Mültecilerin çektiği adaletsizliği, vatan hainliği çerçevesinde adlandırmak ve iç savaş sebebiyle karşılaşılan adaletsizliklerin acılarının sorumluluğunu Suriyelilere yüklemek, Suriyelilere sempati duyulması ve hak temelli tanınmasına engel oluyor. Burada ‘bağnaz aşırı milliyetçilik’ ile vatanseverliği birbirinden ayırmamız gerekiyor. “Türk halkı aynı duruma düşse daha büyük adaletsizliğe uğrar; Suriyeliler yinede şanslı. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi bağnazlığa kaçan bu yaklaşım, Türkiye’de yaşayan çoğu göçmenin uyum sürecindeki en büyük engellerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Adil bir uyum süreci için demokratik eşitlik politikaları sürdürmenin yanı sıra toplumsal algı ve tutumu değiştirmek gerekmektedir. Bunun için medyaya ve siyasi elitlere büyük görevler düşüyor. Bu bağlamda, insani, dini ve kültürel temalardan çok hak temasına yoğunlaşıp milliyetçilik anlayışımızı toplumca tekrar tanımlamamızın gerekliliğine inanıyorum.

*Gülay Uğur GÖKSEL
Dr., Siyaset Bilimi,
gulayugur@gmail.com



[i] Burcu Pınar Alakoç ve Alan Zarychta ile birlikte yürüttüğümüz “Fostering Political Tolerance in Times of Crisis: Attitudes toward Syrian Refugees in Turkey” projesi University of Chicago:Pearson Institute Grant ($19,000), WebsterUniversityve Istanbul Aydin University (3,300 TL) tarafından finanse edildi. Gaziantep ve Hatay sahasındaki çok değerli katkılarından dolayı Doç. Dr. Polat Alpman’a teşekkürlerimizi sunarız.