WEB-wo18-istanbul-syrians

Gökçe Gökçen -Soru ve Rakamlarla Türkiye’de Suriyeli Göçmenler

Türkiye’nin çok sayıda Suriyeli mülteciyi kabul etmesinin ve ekonomik krizin yükselişinin ardından birçok sorunun asıl muhatabı olarak Suriyeliler gösteriliyor. Suriyeliler hakkında çıkan bazı iddialar gerçekmiş gibi yayılırken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, kendi haklarının ellerinden alındığını ve kendilerine harcanması gereken bütçenin Suriyelilere harcandığını düşünüyor.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin Bilim Yönetim Kültür Platformu’nun hazırlamış olduğu politika notuna göre Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin toplam nüfusa oranı %5’e yükselirken Türkiye’de bulunan Suriyelilerin yalnızca %4’ü, 8 ilde yer alan 13 barınma merkezinde yaşıyor. Politika notuna göre Suriyelilerin en fazla yaşadığı yer 560 bin ile İstanbul olmakla birlikte Şanlıurfa’da 452 bin, Hatay’da 440 bin ve Gaziantep’te 427 bin Suriyeli yaşıyor. Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan rakamlara göre Suriyeliler için harcanan bütçenin büyüklüğü tepki görürken bu açıklamaların şeffaflığı ve bazı uluslararası uzmanların raporlarda belirttiği miktarlarla örtüşmemesi de tartışmaları beraberinde getiriyor.

İktidar neleri görmezden geliyor?

Türkiye’nin Suriye politikasının çıkan iç savaşın sonucu olarak bu kadar çok sayıda göçmenin ülkelerini terk etmek zorunda kalmasını öngörmemesi ve Türkiye’ye gelen mültecilere esasen hukuki anlamda bir “mülteci” statüsü tanımamakla birlikte tam olarak hangi hakların tanınacağı ve nasıl bir göçmen politikası izleneceği konusunda yaşanan belirsizlik, bugün yaşaan sorunların temel kaynaklarından biri. Başta iktidar olmak üzere birçok siyasetçi Suriyelilerin önemli bir kısmının yaşamını Türkiye’de kurduğu, burada iş sahibi olduğu, Türkiye’de 7 yılda 350 bin Suriyeli çocuğun doğduğu ve ailelerin çocuklarına burada eğitim aldırdığı düşünüldüğünde birçok kişinin burada kalmaya devam edeceği gerçeğini görmezden gelerek politika yürütmeyi tercih ediyor.

Bugün Türkiye’de yaşayan birçok Suriyeli arasında eğitim çağında olan yaklaşık 1 milyon 170 bin çocuk ve genç bulunurken okul çağındaki yaklaşık 525 bin çocuğun okula gitmediği tespit ediliyor. Çocuk yaşta evlilik ve çok eşliliğin yaygınlığıyla birlikte Türkiye’nin çeşitli illerinde barınma, kayıt dışılık, iş güvenliği ve çalışma koşulları sorunlarına yönelik çalışma eksikliğinin yanında halen Suriye dış politikasında Suriye devletiyle ilişki kurulmaması, sorunun büyüyerek devam edebileceğine işaret ediyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde Suriyeli nüfusun insan hakları temelinde değil, adeta bir pazarlık konusu olarak ele alınması da kısa vadede faydalıymış gibi yansıtılmaya çalışılsa da Türkiye’nin göçmen politikasının sürdürülebilir olmayacağını ve insan haklarının geri planda tutulduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Bazı haklar yalnızca Türk vatandaşlarına mı tanınıyor?

Yürürlükteki 1982 Anayasası’nın İkinci Kısmında insan hakları, “Temel Haklar ve Ödevler” başlığıyla düzenleniyor. Bu kısımda temel hak ve özgürlükler sınıflandırılırken her hakkın düzenleniş şekli birbiriyle aynı değil. Bazı haklarda hakkın öznesi daha ön plandayken bazılarında bir hak düzenlemesi yerine müdahale yasağı, diğerlerinde devletin yükümlülükleri daha ön planda olabiliyor. Konunun Suriyelileri ilgilendiren kısmı ise hakkın öznesi.

Anayasa’da temel hak ve özgürlükler düzenlenirken hakkın öznesi, genel olarak “herkes”, “kimse” gibi ifadelerle gösterilebilirken bazı haklar için “her Türk” ya da “vatandaşlar” ifadeleri kullanılabiliyor. Öznelerin haklara göre farklı şekilde kullanılmasının da bir anlamı var: bazı haklar Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının yürürlükte olduğu Türkiye’de bulunan “herkes” için geçerli, bazıları ise –ki bunlar genellikle siyasi haklar- yalnızca vatandaşlara tanınmış.

Türkiye’de bulunan herkese tanınan haklar arasında ise toplumda yerleşik algının aksine; ayrımcılık yasağı yani kanun önünde eşitlik, kişi dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı, angarya yasağı, özel yaşama saygı hakkı, örgütlenme hakkı, çocuk hakları, eğitim hakkı ve hatta çalışma ve dinlenme hakkı bulunuyor. Her ne kadar 1982 Anayasası birçok eleştiriyle -haklı olarak- karşılaşsa da hak ve özgürlükler yönünden cimri görülen Anayasa’ya göre bu hakların tümünün Türkiye’de yaşayan herkesin hakkı olduğunu ifade etmek gerekir.

Ekonomik krizin ve işsizliğin sorumlusu kim?

Ekonomik krizin en önemli gündem haline geldiği zamanlarda toplumların önünde iki temel seçenek vardır. Bunlardan ilki ekonomik krizin kısa vadede çözülebileceğine dair umudun kaybolmasıyla krizi ağırlaştıran bazı sorumlular bulmak ve yoksulluğun yarattığı öfkeyi özellikle azınlıklara yöneltmek. İkincisi ise ekonomik krizin atlatılabilmesi için yollar aramak ve krizin kaynağını doğru tespit ederek bütüncül bir çözüm önerisi oluşturmak ya da bunu sunan bir alternatife yönelmek.

Türkiye’de son dönemlerde artan işsizlikle birlikte özellikle liyakatin tamamen ortadan kalkması ve genç işsizliğinin iktidarın siyasetinin gündeminde hiç yer etmemesi, toplumda henüz –çeşitli nedenlerle- yalnızca küçük bir kısmını görebildiğimiz büyük bir öfkeye neden oldu. Başka bir yazının konusu olsa da kısaca değinmeden geçmek olmaz: krizi yaratmakla birlikte içinden çıkılmaz bir noktaya getiren iktidar, sorumluluk almak yerine lüks içinde yaşantısına devam eden siyasetçiler halktan koptukça çareyi bu öfkenin başka yere yönelmesinde ve bu yönelime karşı sessiz kalmakta buluyor.

Aslında çok basit, ekonomi politikasını yürüten ve bu konuda uzmanlığı ya da tecrübesi olmayan, yalnızca damatlık sıfatıyla görevini sürdürdüğü Adalet ve Kalkınma Partili seçmenlerin önemli bir kısmı tarafından da kabul edilen siyasetçi, halkın öfkesinin kendisinden çok ekonomik krizin sebebi olmayan Suriyelilere yönelmesine de o görmeye alıştığımız yüz ifadesiyle, muhtemelen kıs kıs gülüyordur. Çünkü öfke başkalarına yöneldikçe krizi yaratanların sorumluluktan kaçması çok daha kolay oluyor.

Ne yapmalı?

Hem dış hem de iç politikada artık görmezden gelinemeyecek bir sorun haline gelen Suriye konusu çok kapsamlı bir şekilde ele alınmak zorunda. Ancak öncelikli olarak yapılması gereken bazı şeyler var.

Türkiye, Suriye yönetimini muhatap almalı. Suriye ve diğer devletlerde meydana gelen ciddi insan hakları ihlallerinin aşılmasında kalıcı ve sürdürülebilir çözümlere ulaşılabilmesi için iç çatışma ve savaşlarda açıkça taraf olmaktansa öncelikle diplomatik yolların denenmesinin önemini son yıllarda çok kez tecrübe ettik. Suriye’den Türkiye’ye kaçmak zorunda kalacak kişi sayısının tahmin edilmesi ve buna göre politika hazırlıklarının yapılabilmesi için dahi diplomasi kanallarının önemi sandığımızdan daha da büyük.

Türkiye’nin 1951 Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekincenin gözden geçirilmesi ve Suriyelilerin statüsünün netliğe kavuşturulması gerekiyor. Özellikle Türkiye’de doğan ya da eğitim alan ve yaşamını burada sürdürecek olan kişilerin “geçici” statüleri, yalnızca isminden dolayı dahi ayrımcılık içerdiği gibi hukuken hangi haklardan ne şekilde yararlanılacağına dair belirsizliğin çözülmesi ve toplumda çokça yayılan iddiaların yanlışlığının teyidi açısından faydalı olacak.

Suriyelilerle ilgili hak temelli bir politika yürütülmeli. Göçmenler ve mülteciler, insani krizlerden kurtulmak için aslında tercih etmeyecekleri bir seçeneğe zorladıkları için evlerini ve ülkelerini terk ederler. Her birinin hikayesiyle, hayatıyla, hayalleriyle, kötülüğüyle ve iyiliğiyle birer insan olduğunu hatırlamak için Suriyeli Mahmud el Osman’ın yaptığı gibi enkaz altından bir aile kurtarmalarını mı beklemeliyiz?

Suçların artışının nedenlerini araştırmalı, nefret söylemi ve nefret suçlarının önüne geçmeliyiz. Nüfus hareketlerinin arttığı dönemlerde entegrasyon politikalarının yetersiz olması halinde toplumdan dışlanma, istihdam politikalarının yetersizliği halinde kayıtdışılık ve bu dışlanmanın sonucunda suç oranlarının artışı görülebiliyor. Aynı zamanda dil, eğitim ve hak arama yolları hakkında bilgiden yoksunluk gibi engeller söz konusu olduğunda kırılgan gruplara karşı nefret söylemlerinin kontrol edilmesi de büyük önem arz ediyor. Özellikle basında haberlerin ele alınış biçimi, toplumun bu gruplara bakışını etkilerken nefret söylemleri, bir sonraki aşamada nefret suçlarına dönüşme riskini taşıyor.

Ekonomik krizin yükünü kimin taşıması gerektiğine karar vermeliyiz. Ekonomik krizi yaratanlar; vergi adaletini sağlamayan, liyakati ortadan kaldıran, kendi neden olduğu krizin yükünü yoksul ve orta sınıfa yüklemek isteyen lüks düşkünleri. Saraylarda yaşayarak intihar eden işsizin yaşadığı çaresizliği anlamayanlar ekonomik krizin asıl sorumluları. Aynı kişiler tam da yakındığımız kayıt dışılık ve ucuz işçi çalıştırmadan, dilsel ve kültürel kopukluğun korunmasından, çocukların eğitim almamasından ve özgürlüğünü elde edemediği için genç yaşta evlendirilmiş ve ikinci eş olan kadınların varlığından memnun. Dolayısıyla karar vermeliyiz: asıl sorumlu kim, bizim yaşadığımız sorunların benzerini yaşayan insanlar varken aslında kimlerle aynı taraftayız?

*Gökçe GÖKÇEN
CHP Genel Başkan Yardımcısı, Hukukçu
gokce.gokcen@chp.org.tr