
Türkiye İstatistik Kurumu her ayın 15’inde bazı rakamlar açıklıyor. O siyah beyaz ve sıkıcı görünen tabloların, istatistiklerin ve televizyonlardaki derin ekonomi analizlerinin ardında, aslında ayrıntısını pek de konuşmadığımız insan hikayeleri var. Özellikle genç işsizliğin %27,1’e varmasıyla birlikte bunun milyonlarca insan için ne anlama geldiğini daha çok tartışmamız gerekiyor.
“Siz gençler şanslısınız, biz neler gördük!”
Üst kuşaklar bize hep şunları söylüyor: “Siz iyi şartlarda yaşıyorsunuz, şımarıksınız, rahatınıza düşkünsünüz, maymun iştahlısınız, iş beğenmiyorsunuz, biz çok zor şartlarda yaşadık, zor şartlarda siyaset yaptık, biz neler gördük!” Bize iyi şartlarda yaşadığımızı söyleyenler elimizdeki telefonlara ve bilgiye erişme hızımıza ya da özgürlüğe düşkün yaşam tarzımıza bakıyor kuşkusuz, ama anlamakta zorlandıkları bazı şeyler var.
Bugün ortaokula giden bir çocuk, yaptığı veya yaptırıldığı seçimlerle kendi hayatının geri kalanını etkilemeye başlıyor. Bir çocuğun iyi bir lisede eğitim alabilmesi için sosyal aktivite yapabileceği zamanlardan feragat etmesi ve yaşıtlarıyla olağanüstü bir rekabet ortamında yer alması gerekiyor. Lise hayatında ise aynı sınav rekabetinin üzerine bir de sosyal aktivite rekabeti başlıyor, çünkü artık üniversiteye giderken hobilere veya özgeçmişinizi doldurabileceğiniz herhangi bir etkinliğe vaktiniz kalmıyor. Ama vaktiniz olmayan bu aktiviteler, iş başvurularınızda sizinle diğerlerini ayıran şeylerden biri haline geliyor.
Sınav sisteminden de kaynaklı olan bu rekabetin yanında bir de değiştiremeyeceğimiz önemli bir etken devreye giriyor: para. Bugün lise ücretlerine bakıldığında ailesinin yüz binlerce lirası olmayan bir öğrencinin az sayıdaki iyi devlet okullarını kazanmaması halinde iyi bir lise eğitimi alma olasılığının çok düşük olduğu ortaya çıkıyor. Üniversite sınavını atlatabilmiş bir genci ise yine bir zorluk bekliyor: karşılıksız burs alamayanların başvurduğu KYK kredisi, birçok öğrencinin hayata borçla başlamasına sebep oluyor.
İdealizmin çöküşü
Borçlanıp gittiğiniz üniversitede kütüphane, laboratuvar gibi imkanlardan yoksun olma ihtimaliniz yüksek. Yeni kurulan üniversitelerde aynı anda birçok fakülteyi yöneten dekanlar, aynı anda birçok kürsünün dersini anlatmak üzere görevlendirilen öğretim üyeleri, ihraç edilenlerin yerine liyakate aykırı olarak doldurulan kadroların durumu ve işsizlik tehdidiyle susturulan araştırma görevlileri size tercihlerinizi sorgulatırken bir yandan da kalacak yer bulmaya ve kitaplarınızı tamamlamaya çalışıyorsunuz.
Tabii bu zorlukların yanında bir de iş bulma kaygısı tercihlerinizi etkiliyor. Hangi alanda yeteneğiniz olduğuna, hangi alanda başarılı olacağınıza göre değil, hangi bölümde okursanız iş bulabileceğinizi düşünerek fakülte tercihi yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu yüzden sınavda aldığınız puan ve sıralamaya göre tercihlerinizden biri mühendislik, diğeri hukuk, bir diğeri işletme ya da iktisat olabiliyor ve hangi tercihinize yerleşirseniz onu okuyorsunuz. Yani hayatınızı tümden etkileyecek bir tercihi aslında siz yapmamış oluyorsunuz.
Şanslıysanız istediğiniz bölüme yerleşiyorsunuz, ama bu sefer de yıllar geçtikçe iş bulma çabası ön plana geçmeye başlıyor. Fakülteye başlarkenki o heyecanınız, sistemin sorunlarını tek tek düzeltmeyi düşlediğiniz günler geride kalırken bir yerlere CV göndermek ve size asgari ücretin altında iş teklif eden yerlerle görüşmek günlük hayatınızın bir parçası haline geliyor. Bu sırada dinlediğiniz girişimcilik hikayelerinin sizin için gerçek olup olamayacağını düşünürken bir yandan da “hayallerinin peşinden git, risk al, dünyayı gez, fark yarat” diye akıl verenleri oflayarak takip ediyorsunuz.
İşsizlik rakamlarına konu olamamak: Vazgeçenlerden vazgeçen sistem
İlk işinize muhtemelen asgarî ücretle başladığınızda üniversite günlerinizde bu ülkenin gençliği olarak omuzlarınıza yüklenen büyük görevleri ne ara ve hangi güçle gerçekleştireceğinizi merak ederken bir yandan da hayatınız boyunca bir ev ya da araba satın alıp alamayacağınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Büyüklerinizin ortalama işlerde bile bu birikimi yapabilmiş, vakitlice emekli olmuş ve çocuklarını devlet okullarında okutabilmiş hallerine baktığınızda yeni neslin tam olarak nerede daha şanslı olduğu da sorduğunuz sorular arasında.
Bir gencin idealleri bu şekilde çökerken ülkeyi yönetenler gösterişli toplantılarla, gösterişli saraylarda yaşıyor ve torununun torununun hayatını garanti altına almış iş insanlarıyla önemli görüşmeler yapıyor. Gösterişli yargı ve ekonomi paketlerinde ise unutulanlar yine bu gençler oluyor. Plansız ve günü kurtarmaya yönelik politikalar, herkesin hakkı olan iş imkanını yaratmak üzerine değil, piyasadan olabildiğince fazla kişiyi elemek üzerine kurulu.
Bilindiği gibi, devletin iş aradığını tespit etmediği kişiler, işgücü olarak sayılmadıklarından işsizlik rakamlarına bile yansımıyor. Kadınların büyük çoğunluğu zaten iş bulabileceğini düşünmediğinden işgücü değil, gençlerin önemli bir kısmı ise bir yıla varan iş arama sürecinin bir aşamasında aktif arayışından vazgeçtiği için rakamlara dahil değil. Yani sistemin dışındakiler devlete göre zaten “işsiz” bile değil, bu yüzden kısa vadede gerçek bir “sorun” da değil.
Dezavantajlı grupların dezavantajı: Türkiye
Tüm bunların yanında bir de “dezavantajlı grup” mensubu olmak var. Her toplantıda ifade ettiğim gibi: bu ülkenin kadın sorunu, genç sorunu, engelli sorunu vb. sorunların çözülmesini ayrıca talep etmemizin nedeni genel politikaların, genel çözümlerin aslında bazı gruplara çözüm getirmemesi. Sorunları genel anlamda “Türkiye’nin sorunu” olarak gördüğünüzde çözüm öneriniz genellikle bazı kesimlere ulaşmıyor. İnsan haklarını korumada tam da bu yüzden devletin pozitif yükümlülükleri ve eşitliği sağlama yükümlülüğü bulunuyor.
Genel anlamda istihdam yaratmayan ve vergi kazancını yoksuldan edinen bir sistemin; zaten tam da o sistemin yoksullaştırdığı, ayrımcılığa uğrayan grupların onurlu yaşam hakkını korumaya yönelik bir çözüm getirmesi mümkün değil.
Tek boyutlu ve hızlı çözüm arayışı sonuç vermiyor
Siyasetçilerin sürekli dert yanmasına, sürekli zıtlaşılan ve hiçbir çözüme varılmayan bir ortamın sürmesine karşı pozitif ve çözüm odaklı siyaset ihtiyacının öne çıkması ve bu ihtiyacın dile getirilmesi kuşkusuz ki olması gereken bir şey. Fakat çok boyutlu ve çok katmanlı sorunların basit formüllerle ya da kahramanlaştırılmış figürlerle çözülmesini beklemek de fazlaca iyimser görünüyor.
Gençlerin işsiz kalmasının, başka ülkelere göçmek zorunda kalmasının engellenmesi; siyasetin çözüm üreten bir yapıya kavuşması için –üzgünüm ama- kolay bir çözüm yok. Nasıl ki eğitim ve yargı sistemi, ekonomik ve siyasal sistem bir anda kötü bir hal almadıysa; liyakatsizliğin, adaletsizliğin, plansızlığın ve kurumsallığın yok oluşunun da bir anda meydana geldiği söylenemez.
Temel insan haklarını ve çok acil yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi için adil ücret, istihdam politikaları, ücretsiz sağlık, ücretsiz ilaçlar, iş güvenliği tedbirleri vb. birçok konuyu “lüks” saymakla birlikte büyük şirketlerin vergi borçlarını silen, dolaylı vergiler yoluyla krizin yükünü sıradan vatandaşlara yükleyen, verileri halktan saklayan, saray siyaseti yapan ve kurumsallığı ortadan kaldıran iktidarı değiştirmek şart. Yeniden kurulacak düzende sorunların çözülebilecek bir sistemin oluşturulmasında ise her bir dışlanmışlık, işsizlik, yoksullaşma ile yoksulluk ve yoksunluk hikayesinin daha güçlü anlatılması etkili olacak.
Kurulacak yeni düzende siyaseti bir meslek olarak yapanların değil, Türkiye’nin sorunlarını bizzat kendi hayatında yaşayanların ne yaptığı belirleyici olacak. Sloganlaşmış siyaset yerine sorunu doğru tespit eden, çözüm için adım adım ve sabırla çalışabilen, davranışını uzlaşma ve ikna etme üzerine geliştiren; karizmatik lider arayanlar yerine örgütlülüğü ön plana alanlar yeni düzeni kuracak. Bu yüzden başta gençler olmak üzere çeşitli toplumsal grupların siyasal örgütlenmesi ve siyasetin hem içeriğini, hem de yapılış şeklini değiştirmesi şart.
*Gökçe GÖKÇEN
CHP Genel Başkan Yardımcısı
gokce.gokcen@chp.org.tr