d6345c222aca7c070bfc823adebb5551

Gökçe GÖKÇEN – Ekonomik Talepler mi, İnsan Hakları Mücadelesi mi?

Katıldığım birçok toplantıda dinleyicilere şu soruyu soruyorum: “Sizce en temel hak hangisidir?” Neredeyse herkes bir ağızdan, biraz da bu soruyu sormama şaşırarak, tahmin edeceğiniz yanıtı veriyor:  “yaşam hakkı!”

Özellikle Türkiye gibi hala yaşam hakkı ihlalinin birçok alanda gerçekleştiği ülkelerde, hem toplum görüşünün hem de insan hakları mücadelesinin bu konuda yoğunlaşması anlaşılabilir bir durum. Çünkü yaşam hakkı bir kez kullanılamaz hale geldiğinde, yani ölüm gerçekleştiğinde diğer haklardan da yararlanmak söz konusu olamayacağı için “o hak” diğer haklardan üstün görülüyor. Peki insan haklarının geçirdiği evrim ve tarihsel mücadeleyi dikkate aldığımızda gerçekten bunu söyleyebilir miyiz?

Sorunlu bir ifade olarak “En temel hak”

Vücudu hareket kabiliyetini tamamen kaybetmiş ve hastalığı ilerlemiş, acı çeken bir kişi için yaşam hakkının insan haysiyetinden üstün olduğu tartışmasız mıdır? Yine klasik haklardan mülkiyet hakkı, zaten bir geliri olmadığı için mal sahibi de olamayacak ve sokakta yaşayan biri için barınma hakkından daha mı önemlidir? Güvenceli çalışma koşulları olmadığı için yaşamını kaybeden üçüncü havalimanı işçileri için dernek kurma hakkının grev ve sendika haklarından daha üstün olduğunu iddia edebilir miyiz?

İnsan hakları mücadelesinin ilk aşamasında yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, adil yargılanma hakkı, ifade özgürlüğü gibi bazı haklar kazanılmışken ikinci aşamada işçi mücadelesi sonunda gündeme gelen başka haklar elde edilmişti. Güvencesiz koşullarda çalışan işçiler, ağır hastalıklarla ve iş kazalarıyla karşılaşırken; diğer yandan da hakların sadece tanınmış olmasının toplumdaki adaletsizlikleri ortadan kaldırmadığı görüldü. Yani bir kişinin sadece teoride mülkiyet hakkının olması, emeğinin karşılığını alabileceği bir işe sahip olamıyorsa veya alım gücü yetersiz ise hiçbir şey ifade etmiyordu. Kişinin girişim özgürlüğünün sadece tanınmış olması, sözleşme yaparken karşısındaki güçlü işveren tarafından ezilmesine engel olamıyordu.

Toplumdaki sınıfsal ayrışmanın yarattığı ve pekiştirdiği eşitsizlikler, insan haklarına da yeni bir yorum gerektiriyordu. Grev ve sendika hakkı, çalışma hakkı, dinlenme hakkı, eğitim hakkı gibi sosyal, ekonomik ve kültürel hakların tanındığı bu aşamadan sonra barış hakkı, çevre hakkı gibi dayanışma hakları da gündeme geldi.

İnsan hakları mücadelesinin bugünkü durumu

Anayasalar ve uluslararası metinlerce tanınan ve güvence altına alınan hak ve özgürlükler arasında fiilen yaratılan hiyerarşinin insan hakları mücadelesine yansıdığını söylemek yanlış olmaz. Bugün insan hakları dediğimizde aklımıza cezaevi koşulları, adil yargılanma hakkı, ifade özgürlüğü ve yaşam hakkı ihlalleri gelirken toplumdaki gelir ve servet eşitsizliği, yoksulluk, işsizlik, sağlık ve eğitim sorunları insan hakları bağlamında değil, sosyal politikalar başlığı altında değerlendiriliyor.

Bu tercih, aslında son derece siyasal: Herkesin yaşayabileceği bir evinin olması, içebileceği temiz bir suyunun olması, sağlıklı beslenebilmesi, hasta olduysa ücretsiz bir şekilde tedavi olması, ailesinin parası yoksa bile kaliteli bir eğitim alması, yeteneklerini en iyi yönde kullanabileceği ve geçimini sağlayabileceği bir işinin olması, yöneticilerin tercihine bağlı bir “sosyal politika” konusuymuş gibi gösteriliyor. Oysa mülkiyet hakkının dava edilebilir ve tartışmasız bir “hak” olarak tanınması, neyin lüks, neyinse ihtiyaç olduğunu tekrar sorgulamamız gerektiğini gösteriyor.

İnsan hakları politikasını sol siyasete uyarlamak

Toplumsal kırılmaların yaşandığı dönemlerde krizlerin aşılmasının siyasal aktörler tarafından iki seçenekten biriyle mümkün gösterildiğine şahidiz: Ya söz konusu krizin nedeni iç ya da dış düşmanlar olduğundan, çıkış yolu bu düşmanları alt etmek ve güvenliği sağlamakla mümkün olacak ya da toplumun yaşadığı sorunların temelinde ekonomik adaletsizlik olduğundan güzel günler yalnızca bu düzenin tersine çevrilmesiyle olanaklı hale gelecek. Geçtiğimiz yerel seçimler öncesi kutupların “beka sorunu” ve “ekonomik kriz” çevresinde yoğunlaşmaları da bunun güzel bir örneği.

Siyasetin, toplumun sorunlarına çözüm üretmektense sorun yaratan ve var olan sorunları da pekiştiren ve ümit vermeyen imajını değiştirmek, kimlik siyasetini temel alan bir harekettense daha iyi bir yaşamın mümkün olduğunu hatırlatan bir sol siyaset ile olanaklı hale geliyor.

İhtiyaç duyduğumuz söylemler ise büyük ve iddialı sloganlar değil, aksine son derece hayatın içinden ve herkesin kendi hikayesinde karşılığını bulabileceği konularla ilgili. İşsizliğin sadece TÜİK’in açıkladığı tablolardaki sayılardan ibaret olmamasının; aylarca işsiz kalan ve iş bulma ümidini yitirmiş kişinin yaşadığı dışlanmışlık duygusunun; artan işsizlik rakamları nedeniyle zaten memnun olmadığı işinden kovulmamak için mobbinge, düşük maaşa ve uzun çalışma saatlerine razı olan kişinin mutsuzluğunun; üniversite tercihi yaparken sevdiği alanı değil, iş bulma olanağının daha fazla olduğu bölümü seçmek zorunda kalan gencin ertelenen hayallerinin ve ilaç parasını internet kampanyalarıyla denkleştirmeye çalışan hastanın kırılan gururunun sadece sosyal politika önerilerimizin değil, aynı zamanda insan hakları mücadelemizin merkezine yerleşmemesi için hiçbir sebep yok.

En başta yaptığımız tespite geri dönelim: Yaşam hakkı ihlal edilirse diğer haklar da kullanılamayacak. Peki ekonomik haklarımız ihlal edilirse diğer haklardan yararlanabileceğimizi kolayca iddia edebilir miyiz? İşsiz ve gelirsizsek maruz kaldığımız şiddetle sosyal ve yargısal alanda mücadele etmemiz fiilen mümkün mü? Ya da grev ve sendika haklarımızı kullanamadığımızda yaşam hakkımızın ihlal edilmeyeceğini söyleyebilir miyiz? Çalışma hakkı ihlal edilen yüz binden fazla KHK’li varken, ihraç edilmeyenlerin ifade özgürlüğünden ne kadar yararlanabildiği tartışma konusu olmaz mı?

İnsan hakları mücadelesini birbirini etkileyen, hatta birbirinin varlığını destekleyen insan hakları arasında bir hiyerarşi kurmadan yürütmek, işte bu sorular nedeniyle önem kazanıyor. Bu tür bir mücadele aynı zamanda sağ siyasetin “yardım”larına karşı sol siyasetin “insan haysiyeti” ve “insan hakkı” vurgusunu güçlendirmekle birlikte ayrımcılığa uğrayan kesimlerin saygınlığını korumak için de başka bir yol açıyor: “Farkındalık”, “sevgi” ve “yardımlaşma” gibi kavramlar yerine herkesin bir hak öznesi olduğunun bilincini yerleştirecek söylem ve eylemler, toplumcu bir politikanın temel yapıtaşlarından olabilir.

Toplumun çok zengin %1’ine karşılık yaşam kaygısını hisseden %99’una sunulacak alternatif, günümüzde çoğunlukla yalnızca ekonomi politikalarıyla ilişkilendirilerek tartışılırken insan hakları alanında halen birinci kuşak haklar üzerinden bir vurgu söz konusu. Belki de sendikal hakların korunmasını ve parasız eğitim ve sağlık hakkının güvence altına alınmasını, sosyalistlerin ve sosyal demokratların politik tercihleri nedeniyle savunduğu algısından uzaklaşmak ve bunların hali hazırda anayasada tanınan birer hak olduğunun verdiği özgüvenle hareket etmek gerekiyor.

İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar, sabah uyandığı andan gece uyuduğu saate kadar duyduğu temel ihtiyaçlarının tümünün insan haklarında bulduğu karşılığı siyasete yansıtmak gerek. Bu, toplumcu bir ekonomik düzene geçiş talebini destekleyecek ve sol siyasetin yaşadığı ama pek de yüksek sesle ifade etmediğimiz “hukuk ve insan hakları mı, ekonomi mi?” ikilemini çözecek bir anahtar olacak. İşte bu yüzden “başka bir dünya mümkün” diye ifade ettiğimiz yeni düzenin hukukunu, insan haklarını -bugünkü mücadelenin kazanımlarına da sahip çıkmakla birlikte- ekonomik boyutuyla zenginleştirerek ve bütünleştirerek oluşturmak zorundayız.

*Gökçe GÖKÇEN
CHP Genel Başkan Yardımcısı
gokcegokcen142@gmail.com