Neredeyse herkesin öncesini ve içinde bulunduğu süreci tanımlamaya çalıştığını görüyoruz. Zor olacak ve büyük ihtimalle kimse de bunu başaramayacak. Zira Gezi Parkı’ndan başlayarak ülkeye dalga dalga yayılan, hatta Brezilya’nın yoksul mahallelerine kadar uzanan bu direniş ve hareket kendini tanımlatmamak üzerine kurulu. Buradan bakınca esas soru şu: lider/liderler olmaksızın, bir kitle tek yöne doğru hareketi nasıl gerçekleştirebiliyor?
Gezi’yi okumak
Cevabını asla bulamayacağımız sorular var. Bu doğrultuda bu direnişi ve hareketi okuyamayan siyasal iktidarın süreç içerisindeki pozisyonunun gidişata esasen çok da büyük bir etki getirmediğini bilmek gerekiyor. Bu ne demek? Gezi Parkı’ndan sonra duvarlara yazılan ve çoğu zaman hakaretlere varan sloganların hedefi AKP olmadı, Erdoğan oldu. Bunun iki nedeni vardı. Bunlardan birincisi, AKP dediğimiz organizasyonun bugüne kadarki icraatlarının hiçbir şekilde Erdoğan’ı ikna ederek onun önüne geçemediğini, onu frenleyemediğini gördük. İkincisi ise özellikle Turgut Özal döneminde toplumu kuşatmaya başlayan neoliberalizmin vitrindeki en önemli temsilcisi Erdoğan’dır. Özetle, süreci siyasal iktidarın olduğu taraftan etkileyen tek aktör de Erdoğan’dır.
Şimdi başka bir okuma yapalım. Birkaç ay öncesine kadar özellikle ana akım medyada Ali Ağaoğlu gibi kahramanlar üzerinden yürütülen ve inşaat sektörü tarafından siyasal iktidarın “Büyük Türkiye” yalanına eşlik etmesi için reklamlaştırılan görüntüler kitleleri boğuyordu. Eğer Gezi Parkı direnişinin başladığı günlerde de bu reklamlar aynı yoğunlukla ana akım medyada yer almış olsaydı, büyük ihtimalle hakarete kadar uzanan sloganlar bir şekilde Ali Ağaoğlu’nu da hedef alacaktı. Vitrinde hangi sermaye temsilcisi olsa aynı tepkiyi alacaktı. Bu çerçeveden bakıldığında Erdoğan’a verilen tepkinin nedenleri, neoliberalizasyon sürecinin bizzat bir Başbakan tarafından devlet içerisindeki işleyişinin hızlandırılması –ki başkanlık sistemi isteğinin temelinde bu yatmaktadır- ve “en azından zaman zaman” kamu adına hareket etmesi gereken bir siyasetçinin sermaye ve piyasaların emrinde çalışıyor izlenimi vermesiydi.
Bu direnişin ve hareketin kökleri nerededir? Doğru tarihi bulmak için yöntem değiştirmek gerekiyor. Bu doğrultuda hareketin dinamiklerine bakmakta fayda var. İçerisinde kapitalizm karşıtlarını, Türkiye solunun neredeyse bütün örgütlerini, kadın hareketini, kısmen Kürt ve Alevi hareketlerini, ekolojik hareketi, LGBTT hareketini, özgürlükçü sosyal demokratları, ulusalcıları, orta sınıfları, apolitik olarak değerlendirilen gençleri ve endişeli modernleri görüyoruz. Hatırlayın; bir fotoğraf karesine giren BDP’li ve Atatürk bayraklı göstericilerin dayanışmasını görmüştük. Bu fotoğraf bu kadar çok grubun neden yan yana geldiğini anlatması bakımından önemli. Kürt siyasi hareketiyle Türk ulusalcılarını yan yana getiren sadece demokratikleşme üzerinden ortaklaşma arayışları değildir. Kürtleri ve Türkleri; az önce saydığımız diğer grupları yan yana getiren şey; muhafazakarlaşma, kapitalistleşme ve neoliberalizasyon sürecine karşı duruştur. Bu doğrultuda henüz piyasalara karşı alternatiflerin örgütlenememesi ve yıpranan laiklik terimini silerek yerine konulması gereken sekülerleşme mücadelesi argümanlarının gelişememesi, direnişi ve hareketi halen “anti” pozisyonda tutmaktadır. O halde kapitalizm karşıtlığı ve dünyevileşme mücadelesinin yukarıda saydığımız bütün grupların ortak ve henüz içi yeterince doldurulamamış argümanları üzerinde şekilleniyor olduğu tespitini yapıyorsak, bu direnişin ve hareketin köklerinin tarihsel karşılığı 1989 Bahar Eylemleri’ne dayanacaktır. Zira 1989 Bahar Eylemleri, öncelikle Türkiye işçi sınıfının ayağa kalkması ile başlayan ve etkilerini 1997 yılına kadar sürdürdüğü bir süreç içerisinde Türkiye solunun ve kısmen orta sınıfların mücadeleye katıldığı ve 1980 darbesinin ardından en renkli ve -bugünle kıyaslanamasa bile- en özgürlükçü eylemleri olarak tarihe geçti. Bugünkü eylemler özü itibariyle 1989 Bahar Eylemleri’nden farklı değildir. Zira Gezi Parkı’nda başlayan ve “yeni proletarya” olarak işaretleyebileceğimiz orta sınıflar o gün olduğu gibi bugün de mücadeleye eşlik etmiş, farklılaşmak yerine “özgürlükçülük” çıtasını yukarıya taşımıştır. Korkut Boratav’ın da geçtiğimiz günlerde ifade ettiği gibi, bu direniş ve hareket “olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır”. Bu açıdan bakıldığında da direniş ve hareketin köklerini AKP’nin siyasal iktidarı ele geçirdiği 2002 yılında ve buna tepki olarak ortaya çıkan Cumhuriyet Mitingleri’nde aramak doğru değildir. Bu direniş ve hareketin kökleri 1989 Bahar Eylemleri’dir.
Brezilya’ya kadar uzanan direniş ve hareketi tanımlamakta yine zorlanıyoruz. Geçtiğimiz günlerde ana akım medyada süreci yorumlayan bir siyaset bilimci, gençlerin “yeni bir anayasa için sokağa çıktığını” iletmişti. Eğer siyasi öznenin baktığı yerden gördüğüyle bir fikir kirliliği yaratmasını istemiyor ve de direnişin ve hareketin doğru tahlilinin yapılmasını önemsiyorsak, başka bir yöntem olarak dünyadaki örneklere ister ayrı ayrı ister topluca bakmak gerekiyor. Süreç hızla yürüdüğü ve her gün başka bir yere evrildiği ve zamanın ruhuna uygun olduğu için bu bölümü hızlıca geçelim: dünyadaki gençlik hareketlerine veya gençlerin tetiklediği hareketlere baktığımız zaman gördüğümüz tek ortak özellik var. Bu, bugünkü hareketlerin lidersiz olması ve kitleler tarafından yönetilmesi. Batı Avrupa’da ve Wall Street’te kapitalizm karşıtı gösteriler, Arap Baharı ve Latin Amerika’daki ilerici-devrimci hareketler lidersiz yürüyebiliyor. Ortaya çıkan liderler kitleler tarafından hızla eritiliyor. Hatırladığınıza eminim; genç, güzel ve popüler bir lider, Şilili Camilla bir süre dünyanın gündemini meşgul etmişti. Ancak Şili’de ilk serbest öğrenci seçimlerinin ardından gençler Camilla’yı hızla yönetimden uzaklaştırdılar. Bu durum dahi, kitlelerin fetişleşen liderlik anlayışından ne kadar uzaklaştığını gözler önüne seriyor. Gezi Parkı direnişi ve hareketini lidersiz bırakan bu durum bizi postmodern siyasete doğru itiyor. Türkiye solunu da modernizmi aşmak konusunda ikna eden bu “şeyleştirme”, önümüzdeki süreçte hem Türkiye gençlik hareketlerini hem de Türkiye solunun nitelikli kadrolarını derinden etkileyecektir.
Türkiye solu nerede?
Nihayet Türkiye soluna bakıyoruz. Sistematik olmayan ve samimi eleştirilerin yöneltildiği Türkiye solu, bu süreçte kendini toparlayabilecektir. Zira özellikle Türkiye sosyal demokrat hareketinin bir kadro hareketi olarak şekillenememesi ve entelektüel birikimini bir kalkan gibi ideolojik saldırılara karşı yukarı kaldıramaması, hem muhafazakar-liberal hegemonya karşısında Türkiye solunun zayıflamasına hem de Türkiye sosyalist hareketini fikirsel anlamda besleyememesine neden olmuştu. Bu durumda da, apolitik olarak nitelendirilen, 1980’li yıllar doğumlu gençlerle ile 1990’larda dünyaya gelmiş ergenlerin Türkiye solu içerisinde örgütlenmesine engel olmuştu. Bugün mevcut durum esasen şudur: örgütsüzler olarak ifade ettiğimiz gruplar örgütlüler/partililer grubundan nicelik ve siyaset yapma tarzı anlamında kesinlikle daha olgundur. Bu durum, şüphesiz ki, Türkiye solunun ve Türkiye solunun bir parçası olan Türkiye sosyal demokrat hareketinin hatasıdır. Sosyal demokrasi, hem dünyada yeniden üretilemeyerek kapitalistleşmenin karşısında diz çöktüğü için hem de Türkiye’de Kemalizm’in fazlaca etkisinde kalan bir kuşağa ait olduğu için bugün Türkiye solunu, tarihin en özgürlükçü ve dayanışmacı direniş hareketi karşısında çaresiz bırakmıştır.
Ayrıca CHP’nin, kadrolarının ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun gençleri anlama çabasına saygı duyuyor, buna samimiyetle inanıyor ancak bunu yapmanın çok gereksiz bir eylem olduğunu düşünüyorum. Gençleri anlamak ve ona göre bir politika üretmek öncelikle partinin kendisini irdelemesinden geçmektedir. Bunun da ötesinde gençleri esas anlaması gereken Kemal Kılıçdaroğlu değil CHP Gençlik Kolları’dır. Siyaset kurumuna ayak uyduran, bunların da yanında hiyerarşiye/temsile/kartvizite önem veren gençlik kolları örgütlenmesinin direniş ve hareketi yönlendiren gençleri anlaması zordur.. Partinin “resmi kedisi” olarak genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na önerim, bu direniş ve hareketi etkileyen milyonlarca seçmenin önüne bir alternatif koymaya bizzat çaba harcamasıdır. Sadece bir alternatif yaratmak, direniş hattının huzursuzlandırdığı ve kendisini sorgulamasına neden olduğu kitlelerin yön bulmasına izin verecektir.
Son bölümde kendime dair bir not paylaşmak istiyorum. Şero, CHP Genel Merkezi’nde yaşayan bir kedi olarak hiyerarşiye ve kulislere dayanan bu siyaset yapma tarzından ve entelektüel derinliği olmayan bir ortamdan kaçarak sosyal medyaya sığındı. Asla tanımlayamayacağımız ama anlamak için çaba harcayacağımız bu direniş ve hareket; ana akım medyadaki kültürel hegemonyadan, toplumun içlerine yerleşen piyasalaşmaya ve güdükleşmeye kadar birçok sorunla başa çıkmamızı sağlamanın yanısıra yeniden kurulacak kapitalizm karşıtlığı ile içeriği dolacak dünyevileşme mücadelesine daha şimdiden katkı sunmuştur.
Bundan sonra ne yapacağımızı, bu mücadelenin içini nasıl dolduracağımızı düşünürken başlangıçta belirttiğimiz sorunun içeriği değişiyor: lider ve liderler olmaksızın, bir kitle tek yöne doğru hareketi bundan sonra nasıl gerçekleştirecek? Türkiye solu için kritik soru artık budur.
Şero CHP
Sosyal Demokrat Kedi
twitter.com/seroChp