Dosya konusu “Siyasal İslam” ile ilgili 3 uzmana Yayın Kurulu üyelerimizden Burak Cop ve Yunus Emre tarafından yöneltilen 4 soru ve alınan yanıtlar aşağıda sunulmuştur.
Sorular
1İslam dünyasında El Kaide 15 yıl önce marjinal bir güçken, günümüzde IŞİD yalnızca Irak’ta 55 bin kilometrekarelik bir alanı kontrol ediyor. Silahlı radikalizm İslam dünyasında gitgide ana akımlaşmaya mı başladı? Radikal İslamcılık “ortalama Sünnilik” aleyhine sürekli mevzi mi kazanıyor?
2 Türkiye’de sosyal demokratlar İslamcılık akımına ve İslami radikalizme nasıl bakmalı?
3 Radikal İslamcı şiddet olgusunu, Batı’nın kolonyalizm mirası ve Amerikan emperyalizminin Irak, Afganistan vb. yerlerdeki tahribatı üzerinden açıklamak mümkün müdür? Radikal İslam emperyalizme bir tepki midir, yoksa emperyalizmin Frankeştayn canavarı mıdır?
4 Siyasal İslam – Radikal İslam gibi bir ayrım anlamlı mı? Aradaki sınırın sürekli incelmekte olduğu görüşüne katılır mısınız?
1 Küresel cihat hareketinin ya da ana akım medyada daha çok rağbet gören tabirle Selefi-cihatçılığın yükselişte olduğu, yeni bir dalgayla karşı karşıya olduğumuz aşikar. Arap coğrafyasında yaşanan alt üst oluşun, özellikle de Irak, Suriye ve Libya gibi bölgenin önemli devletlerinin çözülmesinin cihatçı hareketlerin manevra kabiliyetini artırdığı ortada. Bu durumun, selefi-cihatçılığın “ana akımlaşması” olarak tarif edilmesini çok abartılı bir iddia olarak görürüm.
Dahası, cihatçılığın yükselişi, sosyal ve siyasal güçler dengesinde çok spesifik bir bağlamda gündeme geliyor. Yani cihatçılığın güçlenmesini İslami atıflı siyasal alanda cereyan eden bir içsel evrim ya da gelişmeden (mesela “ana akımlaşma”) ziyade bu gelişmeyi mümkün kılan siyasal ve sosyal bağlamla açıklamaya çalışmalıyız. Bilhassa ABD işgali sonrasında Irak’ın siyasal ve toplumsal yaşamının giderek mezhepçileşmesi, Suriye’deki halk ayaklanmasının mezhepçi karakteri baskın bir iç savaşa dönüşmesi gibi süreçleri dikkate almadan, son yılların bu iki ülkedeki büyük insani ve sosyal felaketlerini göz önünde bulundurmadan IŞİD’in gelişimini anlamak mümkün değil. İŞİD’in yükselişi bu coğrafyalarda teritoryal modern ulus devlet yapılarının çözülmesinin doğrudan bir sonucu.
Cihatçılığın nasıl geliştiği ve “kalıcı” olup olamayacağını idrak edebilmek için bölgenin hiç değilse son on yılına damgasını vuran tarihsel dinamikleri sorgulamak gerekiyor. Irak’ı mezhebi bir mezbahaya çeviren emperyalist müdahalecilik siyasetini, bölgesel nüfuz mücadelelerinde mezhep kartını arsızca kullanan bölge güçlerini, seküler muhalefeti acımasızca bastırarak siyasetin dinselleşmesinin önünü açan otoriter rejimleri, kalkınmacığın ve sosyal devlet uygulamalarının tasfiye edilerek toplumu bir arada tutan dayanışma ağlarının parçalanması politikalarını bir bütün olarak hedef tahtasına oturtmak gerek. Yani “ortalama Sünniliğin” ne olup olmadığı ya da nasıl evrimleştiği tartışmasından ziyade bu somut güç ve tahakküm ilişkilerinin cihad hareketinin önünü nasıl açtığı üzerinde durmak zorunlu.
IŞİD’in parçası olduğu dalga, “Arap Baharı” denen ayaklanma ve halk hareketlerinin doğurduğu eşitlikçi ve özgürlükçü umutları ayaklar altına alan karşı devrimci kuşatmanın bir parçası. Devrimci-demokratik güçlerin baskın çıkamadığı koşullarda, 2011’den itibaren gelişen ayaklanmaların kışkırttığı siyasal ve sosyal türbülans, mezhepçi ya da etnik şiddeti kışkırtan bir umutsuzluğu ve yozlaşmayı tetikliyor. Dolayısıyla IŞİD ve benzer yapılanmaların şu ya da bu oranda da olsa belli bir kitle mobilizasyonu gücüne kavuşmasını, işte bu umutsuzluğu yaratan koşullar tartışmasından ayrı düşünemeyiz.
2 Tek bir “siyasal İslam”, “İslamcılık” yok. Lübnan Hizbullah’ına da Taliban’a da, Boko Haram’a da, Hamas’a da, Müslüman Kardeşler’e de, IŞİD’e de “İslamcı” etiketini yapıştırınca işin içinden çıkmış olmuyoruz. Zamanında Endonezya Komünist Partisi ile yakın işbirliğine giden Serekat İslam ile antikomünizmin bayraktarı olan İslami hareketlerin “İslamcılığı” elbette bambaşka şeyler. AKP de, “barikat kardeşimiz” Antikapitalist Müslümanlar da İslam dinine siyaseten atıfta bulunabiliyor. Birbirinden dünyalar kadar farklı siyasal yönelimleri, sınıfsal-sosyal karakterleri, farklı tarihsel birikimleri olan İslamcılıklar var.
İslamcı hareketler sınıfsal-sosyal çelişki ve ihtilafları kültürel-dinsel terimlere tahvil eden sınıflararası-popülist siyasal oluşumlar. Yani İslamcı akımlar alt sınıfları kimi (özcü kültürel terimlerle anlamlandırılan) demokratik ve sosyal talepler etrafında seferber edebildiği kadar (bizde ne yazık ki çoğu zaman) hakim sınıfın çeşitli bölümlerinin ifadesi haline de gelebiliyorlar. Dolayısıyla siyasal İslam aynı anda hem “halkın afyonu” hem de “kalpsiz bir dünyanın kalbi” olma rolüne soyunabiliyor. Siyasal İslamcılık mevcut sosyal-siyasal düzene rıza devşirilmesinin ya da mezhepçi “faşizan” şiddetin adı olabildiği gibi alttakilerin bir protesto hareketinin ifadesi de olabiliyor. Sermaye sınıfının İslamcılığıyla, mülksüzleşen küçük burjuvazinin İslamcılığı ya da plebyen katmanların İslamcılığı bazen birbirinden bambaşka şeyler anlamına gelebiliyor. Dolayısıyla, solun genel olarak İslamcı etiketli siyasal akımlar karşısındaki tavrı, esas olarak onların ifade ettiği siyasal platformun siyasal ve sosyal muhtevasıyla alakalı olmalı.
Spesifik olarak Türkiye’ye gelirsek: AKP’nin genişleyen (yani farklı toplumsal kesim ve siyasal akımlardan rıza devşirebilen) bir hegemonyadan daralan (yani kendi çekirdek toplumsal tabanının ötesini seferber edebilmekte ciddi güçlük yaşayan) bir hegemonyaya geçtiği bir süreçteyiz. AKP’nin hegemonik kapasitesinin daralması, onun hala (özellikle de alt sınıflar nezdinde) “popüler” bir parti olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ancak “daralan hegemonya” ve AKP eksenli ittifaklar zemininde gerçekleşen çatırdamalar, bu toplumsal tabanın devamlı olarak ajite edilerek pekiştirilmesi, sıkılaştırılması ihtiyacını dayatıyor. Eldeki “malzemenin” özellikle Erdoğan ve onun “Yeni Türkiye” miti etrafında korunması ve konsolidasyonu, “daralan” bir hegemonya çerçevesinde ancak sürekli saflaştırma ve politizasyonla mümkün. İşte bu “politizasyonda” İslami (aslında Türk-İslamcı demek daha doğru) temalar giderek daha baskın ve görünür hale geliyor. Dozu artan bu “İslami-muhafazakarlaştırıcı” ajanda karşısında durmak elbet şart. Ancak AKP’nin muhafazakarlaştırıcı-dinselleştirici hamlelerine karşı gerçekten ön safta durmak asıl kavganın, tayin edici mücadelenin toplumsal-sınıfsal güç dengelerini değiştirme yolunda verileceğini unutmadan mümkün. Neticede AKP’ye karşı mücadele ancak onun iktidarını dayandırdığı kültürel yarılmayı geçersiz kılacak, onu toplumsal ve sınıfsal olarak enlemesine kesecek hamlelerle etkili olabilir.
3 Hiçbir toplumsal-siyasal süreci tek nedene, tek bir parametreye indirgeyerek izah etmek elbette mümkün değil. Ancak cihatçılığın gelişiminde emperyalist müdahaleciliğin rolü açık. 1970’lerin sonunda Afganistan’daki Sovyet işgali karşısında cihatçı kuvvetlerin silahlandırılması, Irak işgaliyle ülkenin mezhepçi şiddet sarmalına sürüklenmesi, Suriye’de emperyalist rekabetin ayaklanmayı bir iç savaşa dönüştürmesi hep cihatçılığın yaygınlaşma koşullarını yarattı. Ancak bir hususta da dikkatli olmak gerek: IŞİD, iplerini ABD’nin tuttuğu ve Frankeştayn misali yoktan var ettiği bir kukla değil. IŞİD’in, onun bunun pis işlerini gören bir “taşerondan” ibaret olduğu görüşü, onu yaratanın bu kuklanın ipini istediği zaman çekebileceği, IŞİD belasının da böylece “yukarıdan” def edilebileceği şeklinde bir yanılsamaya yol açarak içimizi rahatlatıyor muhtemelen.
Bir de şu husus var: Bizim solda özellikle geçer akçe olan “siyasal İslamcı akımların her daim ABD emperyalizminin sevgili kulu olduğu” yolundaki kanı bir efsaneden ibaret. Mısır’da düne kadar ABD’den onay ve icazet almak için taklalar atan Müslüman Kardeşler ne kadar “İslamcı” ise Taliban, Mali’deki El Kaide bağlantılı güçler ya da Hizbullah da o kadar “İslamcı”. Aynı şekilde, özellikle İran solunun önemli bir bölümünün 1979’daki devrim sırasında yaptığı gibi, siyasal İslam’ı kafadan “ilerici-antiemperyalist” bir akım saymak da mümkün değil elbette. Siyasal İslamcı akımların emperyalizm karşısındaki çelişkili tutumu, tam da bu hareketin biraz önce aktardığım çelişkili sınıfsal muhtevasından kaynaklanıyor.4 “Siyasal”, “radikal” ya da “ılımlı” gibi sıfatlar, İslami referanslı hareketlerin evrimi açısından çok da aydınlatıcı değil kanımca. Neyin “ılımlı” neyin “radikal” olduğu, çoğu zaman küresel sistemin sınırlarına (mesela ABD’nin çıkarlarına) göre tanımlanabiliyor çünkü. Ancak şu kadarı söylenebilir elbette: Küresel düzeyde Selefi cihatçılığın yükselişi, mezhepçi şiddetteki artış ve Sünni “radikalizasyonu”, siyasal İslam coğrafyasının mevcut hali ve gelişiminde ciddi etkiler yaratıyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in siyasal iktidar deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanması, genel olarak bir “sertleşmeyi” tetikleyebilecek başka bir faktördür. Hilafetin ilanının ve dahası ABD ile dolaylı ya da doğrudan çatışıyor olmanın Selefi-cihatçı hareketin (özellikle de IŞİD’in) prestijini çok artırdığı da aşikar. Ancak bu, siyasal İslam dediğimiz akımların bütününün Selefi-cihatçı istikamette mutlak ve doğrusal bir evrim yaşayacağı anlamına da gelmiyor. Her zaman çok heterojen ve iç çatışmalarla damgalanmış bir “siyasal aile” bu. Neticede cihatçılığın bu itibar ve prestij kazanma sürecinin bir bütün olarak siyasal İslamcılığı nasıl etkileyeceği şimdiden yanıtlanması güç bir soru.
Bu durumun Türkiye’deki İslami siyaset düzleminde ne gibi akisler yarattığı hususu hakkındaysa maalesef çok az şey biliyoruz. Türkiye İslamcılığında bir yeniden “radikalleşme”, ya da başka bir deyişle yeni bir “sertleşme-sıkılaşma” sürecinin emareleri söz konusu. Ancak 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye İslamcılığına dair yapılmış kimi öncü çalışmalar düşünüldüğünde, bu alana yani siyasal İslam’ın ideolojik, politik ve örgütsel değişim ve gelişimine dair bildiklerimiz hala oldukça sınırlı. Hatta geçmişe göre bu siyasal alana dair bilgi ve kavrayışımızın gerilemiş olduğunu söylemek dahi mümkün.
Foti BENLİSOY*
İstanbul Ünv. Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Boğaziçi Ünv. Tarih Bölümü’nde yürüttü.
1 İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizm karşısında sosyalizm, üstelik “sosyalist sistem” olarak güçlenince İslam, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin anti-komünizme karşı önemli bir aracına dönüştü. Arap coğrafyasında ‘Yeşil Kuşak’ bunun en tipik örneği olurken, bizde de, 1950’lerden itibaren ortaya çıkan “Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri” bu hamlenin önemli bir örneği oldu.
1988’de kurulan El-Kaide bu hamlenin bir başka aşaması anlamına da geldi. 1989’da dünyada sosyalist sistemin çökmesinden, solun ve sosyalizmin geriletilmesinden sonra, dünya “tek kutuplu bir yeni dünya düzenine” dönünce milliyetçiliğin ve dinciliğin “geçer akçe” haline gelmesi de El Kaide tipi örgütleri fazlasıyla öne çıkardı. Büyük Ortadoğu Projesi de, Arap Baharı da bu süreci tetikledi. Adları bazen El Kaide, bazen IŞİD, bazen El Nusra veya El Şebap da olsa bu örgütler İslami referansları baz alarak şiddet üzerinden İslami iktidarı hedefleyen örgütler oldular. Çeşitli İslami çevreler itiraz etseler de, bu örgütlerin nihai hedefi İslam devleti oldu; olmaya da devam ediyor. Yazılı belgeleri, açıklamaları, eylemleri bunu gösteriyor… Aralarındaki farklar bazen tümüyle ortadan kalkıyor. Çünkü referansları aynı, beslendikleri kaynaklar da. Müslüman Kardeşler’le IŞİD’in davranış kalıplarıyla, Hamas’la AKP’nin davranış kalıpları çok rahat aynı olabiliyor. Tıpkı Sivas katliamı ile Paris katliamı arasındaki ortak siyasal İslami refleks gibi!
İslam coğrafyasında sol gelişmediği, laiklik öne çıkmadığı sürece “ortalama Sünnilik” mevzi kaybetmeye devam eder. Çünkü “ortalama Sünnilik” diye bir kavram, (zorlamalı bir kavram olduğunu saklı tutarak söylersek) ancak dünyevi ve ruhani dünya birbirinden ayrılırsa, yani laiklik hayat bulursa öne çıkabilir. İslam, “iktidarsızlığa dair” kendi reformunu yapmadığı için, ortaya çıkış adı ve şekli ne olursa olsun eninde sonunda iktidar istiyor! İslam iktidar olmak isteyince de radikalleşiyor. Çünkü siyasal İslam dünyayı, Dar-ül İslam” (yani Müslümanların hakim olduğu yer) ve “Dar-ül harb” (yani kafir bir hükümdarın egemen olduğu yer) diye ikiye ayırarak yorumluyor. Yorum bu olunca, Dar-ül harbi Dar-ül İslam’a dönüştürme isteği öne çıkıyor. Bu isteğin hayat bulması için ise cihad kaçınılmaz oluyor!
2 Kuşkusuz bunların hepsinin etkisi var. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de yaşananlar kaçınılmaz olarak İslam dünyasında radikalliği de beraberinde getiriyor. Ancak asıl sorun bence İslam’ın kendisinde. İslam ortaya çıkarken bir “din devleti” olarak ortaya çıktı ve iktidar olma isteği hep olmazsa olmaz ön koşul oldu! Örneğin, bizim coğrafyamızda, Sünni İslam 16. yüzyıldan itibaren, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki iradi müdahalelere rağmen, her dönem tek resmi devlet dini olmuştur. Öyle ki, Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en özgürlükçü Anayasa olan 1961 Anayasası’nın bile en önemli defosu din ile ilgili olan bölümleridir… Diyanet İşleri Başkanlığı esas olarak 1961 sonrası kurumsal bir hal almıştır. Bugün yaşanan ciddi sorunların kaynağı kesinlikle bu dini yaklaşımdır. Tekçi olma isteğidir!
Bu anlamıyla açıkça belirtmekte yarar var ki; iktidar olan veya iktidar olmak isteyen dinden barış da, demokrasi de çıkmaz! Bu gerçek, yalnızca radikal İslami hareketler için değil, bütün siyasal İslami hareketler için geçerlidir! Bu anlamıyla, El Kaide de, IŞİD de yalnızca birer sonuçtur! Bu durum, dini merkeze ve iktidar hedefine alan siyasetin sonucudur! Çünkü dini tercihlerine bakarak yapılan politika, kaçınılmaz bir şekilde hüsranı beraberinde getirir…
Anayasalarının ilk üç maddesinden birinde “devletin dini İslam’dır” diyen veya “İslam hukukunu referans” gösteren 56 İslam ülkesinde demokrasinin, özgürlüklerin olmaması, bu ülkelerde kutuplaşmaların en üst seviyede olması, dini farklılıkların sonucu sürekli olarak ölümlerin yaşanması asla ne bir tesadüf, ne de münferit bir durumdur! Bütün neden, din üzerinden iktidarı kurgulamaktır! Açık ki, iktidar olan din, demokrasiyi de, özgürlükleri de, barışı da reddeder!
3 İslam dünyasında çok farklı yorumlar olsa da, iktidar olma isteği aşağı çekilmediği sürece, siyasal İslam, radikal İslam, ılımlı İslam gibi ayrımların hiçbir anlamı yoktur! Avrupa’da uzunca bir süre “ılımlı İslam” diye “Avro İslam” öne çıkartıldı, bizde de Fethullah Gülen “ılımlı İslam” diye sunuldu. Sonuçta ne oldu? “Avro İslamın beşiği” Avrupa’dan yaklaşık 4 bin kişi IŞİD ve benzeri örgütlerin saflarına katıldı!
İktidar hedefi olduğu sürece -başta “ılımlı” diye de başlasa- her dini akım kısa sürede kendi içinde radikalliği ve şiddeti üretir. Bu durum yalnızca İslam’la da sınırlı değildir. Bunu görmek için son üç yılda Myanmar’da, Sri Lanka’da ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşananlara bakmak yeterlidir.
21. yüzyılda hayatı dini gerçeklerle açıklamaya çalışmak, dini bir iktidar aracı olarak görmeye devam etmek IŞİD’e “terör örgütü” dememek için direnmeyi de, bölgede yüz binlerce insanı öldüren İslami terör örgütlerine kapıyı açmayı ve onlara TIR’larla silah taşımayı da beraberinde getirir!
Nasıl tarif ederseniz edin, dünyevi ve ruhani işler arasındaki duvar kalın olmak zorundadır. Batı’da bugün “din adına ölümler” yoksa bunun nedeni, çok açık ki, yüz binlerce cinayetten sonra 16. yüzyılda Kilise’nin devletin kurumsal kimliği dışına taşınmasındandır! Ancak bu olduğunda radikal dinci ile dindar arasındaki çizgi kalınlaşır, olmadığında silinir gider!
Radikal dincilikle, dindarlık arasındaki çizginin kalınlaşması için Türkiye’nin de, İslam coğrafyasının da “dini iktidarın kaçınılmaz parçası gören” İmam Gazali, Kanuni Süleyman ve Erdoğan çizgisinden mutlaka uzaklaşması gerekir…
4 Türkiye solunun, sosyal demokrasisinin öncelikli tavrı tereddütsüz laiklik olmalıdır. İslam’ı ya da en geniş anlamıyla dini nasıl tarif ederseniz edin, din ile siyasal iktidar yan yana geldiğinde, iç içe geçtiğinde orada demokrasiden de, özgürlüklerden de söz etmek mümkün değildir. Çünkü dinden demokrasi çıkmaz! İslam dini de, aklınıza gelen diğer bütün dinler de demokrasiyi reddeder. Hele hele din, bizde olduğu gibi üstelik ‘devlet dini’ ise demokrasi yanından bile geçemez… “Bizim dinimiz aslında çok güzel bir din, ama bazı ‘radikal unsurlar’ dinimizi kötü kullanıyorlar” deseniz de, İslam üzerine güzellemeler yapsanız da bu gerçeği değiştiremezsiniz. Yapacağınız her dini güzelleme, AKP gibi, Cemaat gibi dini iktidar aracı olarak kullanan güçlere yarar. Nitekim bugün eğer, onca yolsuzluğa ve arsızlığa rağmen İslamcılar halen iktidarda kalabiliyorlarsa bu ‘sihirde’ dini bağlılığın belirleyici rolü vardır.
Din inanılacak değil, iktidar için kullanılacak bir araç olduğu sürece bu gerçek değişmez. Din siyasetin dışına itilmek zorundadır! Dini siyasetin ve en önemlisi devletin kurumsal yapısı dışına itmediğiniz sürece demokrasi, özgürlük, eşitlik anlamında ilerleme sağlanamaz. Örneğin bugün, yaklaşık 6 milyarlık bütçesi, 130 bin kişilik personeli ve 90 bin camisiyle devasa bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmadan Türkiye’de inançlar arasında eşitlik mümkün olmaz. Türkiye sosyal demokrasisinin, her konuda fetva vermeye başlayan, aileden okula, hastaneden cezaevine kadar örgütlenen ve günlük hayata müdahil olan Diyanet’in “yeniden yapılandırılarak” sorunu çözme yaklaşımı gerçekçi değildir. Diyanet’i laiklik adına yeninde yapılandırmak nasıl gerçekçi değilse, Diyanet ya da doğrudan devlet üzerinden “daha ılımlı ve sevecen bir devlet dini” yaratma sevdası da gerçekçi değildir. Bu tür denemelerin sonu hep hüsran olmuştur!
Adına ne derseniz deyin, ister “İslamcılık”, ister “İslami radikalizm”, isterseniz “Ilımlı İslam” deyin; dini devletin kurumsal yapısı dışına çıkarmadığınız, laik bir devleti yeniden yapılandıramadığınız sürece sonuç değişmez. Çünkü din ve iktidar ilişkisi niyetlerden bağımsız olarak kirli olmaya, kirlenmeye mahkumdur!Devletin bütün inançlara veya inançsızlara eşit mesafede durabilmesinin koşulu, laikliği hayata geçirmektir. Laik bir devlet, dinler ve bir bütün olarak inançlar için eşitliğin ve özgürlüğün teminatıdır. Adına ister laiklik, ister özgürlükçü laiklik, isterseniz sekülerizm deyin, dinin dünya işlerinden elini eteğini çekmesi gerekir! Bu anlamıyla sosyal demokrasi “aman bize dinsiz demesinler” korkusundan dolayı “mütedeyyin Müslüman” kavramının arkasına saklanmaktan hemen vazgeçmeli ve laiklik ilkesini yeniden hatırlamalıdır!
Necdet SARAÇ*
Marmara Ünv. Siyasal Bilimler Fakültesi’ni bitirdi. Almanya’da Halk Yüksek Okulu’nda çalıştı. İleri Haber sitesinde yazılar yazıyor.
1 İslam dünyasında radikal hareketler artık ana-akımlaşmıştır, seküler-modernist hareketler umumiyetle savunma pozisyonundadırlar, kimi ülkelerde artık marjinalleşmişlerdir. Sözkonusu radikalizmin yükselişi salt politik bir mesele olmayıp, aynı zamanda teolojiktir. Ana akım Sünnilik, Selefilik karşısında mevzi kaybetmektedir. Selefiliğin söz konusu yükselişinin arkasında 1970’lerden beri özellikle diasporada yaşayan Müslümanları hedef alan Suudi destekli kimi yarı-resmi kuruluşların da belli bir rolü vardır. Fakat Selefiliğin ve fundamentalizmin yükselişi salt dış destekle açıklanamaz, bunda geleneksel Sünni pozisyonlarının ve dini otoritelerinin Selefilikle ideolojik mücadelede bulunacak bir söylemden yoksun olmasının büyük bir etkisi vardır ki bu bizatihi Sünniliğin teolojik-fıkhi esaslarıyla ilgilidir; Selefilik zaten hemen her zaman kendini Sünnilik içinde tanımlamaktadır, böyle olunca da gelenekçi bir dini atmosferden gelenler radikalleşmekte, Sünniler Selefiliğe soğurulmaktadır. Zaten hali hazırda Arap dünyasının büyük şehirlerinin varoşlarında ve diasporada yaşayan lümpenproleterler için Selefilik içinde barındığı enerji ve radikalizmle geleneksel Sünnilikten daha çekicidir.
2 İslamcılığa elbette olumlu bakmamalı. Fakat genel olarak dindar kitlelerle, “cami cemaati”yle ortak bir dil bulmalı, İslamcılık yapmadan İslami değer yargılarına sahip insanlarla iletişim kurabilmeli. Bunun başlıca yolu da dindar veya dinsiz, tüm vatandaşların önemsediği ekonomik sorunları, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadeleyi ön plana çıkartmaktır. Siyaset kültürel bir konu olmaktan çıkarılmalıdır. Sosyal demokrasi zaten hiç bir zaman katı bir devlet ateizmini savunmamıştır, bu özelliğiyle Sovyet tipi rejimlerden ayırt edilir. İslamcı terörizmin tüm dünya halkları için tehdit olduğunun altını çizmek, Nijerya’dan Filipinler’e kadar İslamcı örgütlerin gerçekleştirdiği katliamları sürekli gündemde tutmak ise sosyal demokratların başlıca görevi olmalıdır, bu konuda verilecek mesajlar üzerinden dahi antifaşizm örneğinde olduğu gibi bir enternasyonalist dayanışma damarı yakalanabilir. Bu tür örgütlerin akıl dışı vahşet örnekleri iyi anlatılırsa, dindar Müslümanlar da bu katliamlarda hayatını kaybedenlerle daha çok empati kuracaktır. Kobani halk arasında kullanılabilecek önemli bir örnektir, IŞİD’e direnen “Müslüman” Kürt halkı ile dayanışmanın önemi vurgulanmalıdır.
3 İslamcılık ile kolonyalizm ve yeni Amerikan emperyalizmi ilintisinin abartılı olduğunu düşünüyorum. Bugünkü manada İslamcılık esasen 1970’lerde ortaya çıkmıştır, “Islamic revival” olarak tanımlanan bir sosyo-politik olgudur ki hem İslamcı siyasetlerin yükselişini, hem de dinin günlük hayat pratiklerine direkt ve güçlü olarak nüfuzunu içerir. (Bu yeni bir vakadır, çünkü İslam dünyasındaki anti-kolonyalist hareketler, zaman zaman dini söylemler kullansalar da -istisnalar hariç- İslamcı hareketler değillerdi.) Bu hareketlerin güçlenmesinin sebepleri daha ziyade seküler ve modernist projelerin gücünün ve iddiasının aşınması (Türkiye, İran), milliyetçi liderlerden duyulan hayal kırıklığı (Mısır) ve soğuk savaş şartlarında komünistlere karşı Batı bloku ülkeleri tarafından desteklenen çeşitli İslamcı örgütlerin toplumda geniş taraftar toplamasıdır (Afganistan, Pakistan). Yani sözgelimi Afganistan’daki köktendinci hareketlerin kökleri 2001’de değil, 1978-1979’dadır. Yine de son tahlilde, soğuk savaş dönemi Batı bloku desteği İslamcılığın güçlenmesinde mühim bir faktör idiyse de, yegane faktör değildir. Bu hareketlerin gelişip büyümesinde dış destek kadar, Müslüman toplumların kendi iç dinamiklerinin, özellikle gelişmiş ülkeler karşısında hissedilen komplekslerin, yenilmişlik ve dışlanmışlık duygusunun, başarısız ulusal kalkınma projelerinin de rolü vardır.4 Bu ayrım artık ortadan kalkmaktadır. İster “müesses nizam”ın bir parçası, ister düzendışı olsunlar İslamcı hareketler şiddetle aralarına mesafe koyamamaktadırlar. Ilımlı İslamcılık gibi sözlerin de birer yanılgı olduğu artık anlaşılmıştır, demokratik prensipleri benimseyemeyen İslamcı siyasetler hem ilk fırsatta otoriterleşme temayülüne sahiptir, hem de en aşırı gruplarla dahi duygudaşlık içinde olduklarını pervasızca aşikar etmektedirler.
Ali TİRALİ*
EHESS-Boğaziçi Ünv. Tarih Bölümü Doktora Öğrencisi, Genç Sosyal Demokratlar (GESOS) Yürütme Kurulu Üyesi